DİYARBEKİR
KAÇ KAPI
Mete
Çamdereli
Kırmızı bir kazak vardı üzerimde.
Beyaz damaları kemer gibi sarıyordu belimi. Ablam örmüştü. İlk tanışmalardaki
tuhaf bakışlara kazağın mı yoksa tenimin
mi rengi neden olmuştu?
Bilemiyorum. Belki ikisi de değildi. Bunu sonra anlayacaktım.
1983 yılının eylülüydü beni
karşıladığında. Akşamın karanlığı çökmüştü. Mardin'den her geleni kabulündeki
gibi, beni de Mardin kapısından buyur etmişti içeri. Bir an sessizlik ve
kimsesizlik sarmıştı her yanımı. Önyargılarım beni ürkütüyordu. Kalacak bir yer
bulmalıydım. Ne gidebileceğim bir adres, ne tanıdık bir isim, ne de iletilecek
bir selam vardı elimde.Tünelden çıkmak üzere olan trenin cılız aydınlıktan gün
ışığına kavuşmasına benzer bir duyguyla ilerlerken, ışıkların ve insanların
yavaş yavaş çoğaldığını gördüm. Şehir merkezine yaklaştığımın farkındaydım.
Sinema yanındaki bir otelde geçirdim geceyi. Çok katlı bir bina vardı yanında.
Buraya kimilerinin gökdelen dediklerini duymuştum sonraları.
Diyarbekir'deki ilk meçhul yürüyüş,
bir kapıdan diğerine; Mardin Kapısı'ndan Dağ Kapısı'naymış meğer... Urfa
Kapısı'yla Saray Kapısı da şehrin dört yönden girişini sağlayan kapılarmış bir
zamanlar. Bu kapılar da neyin nesi demeyin, zira Diyarbekir'in, yüzyıllara
direnmiş görkemli surlarla çevrili büyük bir kale-kent olduğu her halinden
belli. Eski işlevini sürdürmeyen bu kapıların geceleri yakın zamana kadar
kapandığı söyleniyor.
Yoğun nüfusa ve kentleşme sürecine
yenik düşen surlar, sonradan yeni kapılar (Tek kapı, Çift kapı gibi) açmasına
rağmen patlamasını engelleyememiş şehrin ve şehir, surların dışına taşmış. Ama
bu vaveyla ve hengame ne sur içini ne de sur dışını yar etmiş
Diyarbekirliye. Bir daha da rahat yüzü
görmemiş şehir. Sur içindeki, şimdilerde tükenmeye yüz tutmuş Karacadağ
taşından mamur eski Diyarbekir evleri, ilkyazla gelen yakıcı sıcağa
dayanıklıyken, programsız ve düzensiz olarak çarçabuk inşa edilen çok katlı
yapılar yok etmiş dar sokakların serinliğini ve havşların gizemini.
Diyarbekir'e özgü ne varsa sur
içinde gizlenmeye çalışmış yine de. Dağ Kapısı'ndan Mardin Kapısı yönünde
gidecek olursanız, ilk adımlarınızla birlikte, Nebi (Peygamber) Camii'nin
yanında bulursunuz kendinizi. Bahçenin biraz içeri çekilmesi sonucunda yola
feda edilmiş mezarları düşünürsünüz. Belki de birinin üzerinde duruyorsunuzdur
o an.
Dörtyolu geçerken şehrin kalb
atışlarını duymaya başlarsınız. Melik Ahmet'e doğru uzanan güzergahta yeni ve
tarihi yapılar koyun koyunadır. Bazen rızk, bedestenlerde aranır, bazen
kapalıçarşılarda, bazen de hanlarda.
Ulu Camiye geldiğinizi kalabalığın
yüreğine su serpen geniş bir alana ulaştığınızda anlarsınız. Bu alanı
çevreleyen kürsili kahveler Caminin toplanma yeri işlevinin bir uzantısıdır
adeta. Kılınacak bir namazdan sonra dostlarla içilen bir bardak demli çay için
çok uzaklara gitmeniz ve yeniden kalabalığa karışmanız gerekmeyecektir. Çay
içmek istemiyor da oturacak biraz daha sakin bir yer arıyorsanız, hemen Caminin
avlusuna girebilirsiniz. Orada randevulaşırsınız kimi kez. Oldukça geniş ve
ferah bir iç mekana; avluya akarsınız büyükçe bir kapıdan. Ortada dik ve kübik
çatılı bir şadırvan. Biraz berisinde güneş saati. Tarihi aramaya çalışırsınız
taş işlemeli duvarlarında. Yönünüzü kıble tarafına çevirdiğinizde, önünüzde
gördüğünüz kapalı alan genellikle hanefilerin, arkanızdaki bölümse şafilerin
ibadetlerini gönüllerince yerine getirmelerine imkan verir. Rivayet o ki;
avlunun doğu ve batı kısmında bulunan alanlar da faalken, bu camide dört mezhep
bir anda ve bir arada namaz kılarmış. Ne hoş değil mi? Sınırsız birliktelik.
Haccda olduğu gibi...
Kiliseden dönüştürülmüş Cami
avlusunun taş zemininde oturan üç yaşlarındaki bir kız çocuğu, bilmediğim
dilinden yanık nağmeler dökerken, elimi cebime gönlümü yüreğime hapsediyor. Bir
kaç yıl daha gördüm o kızı oralarda.. dilenmenin dili olmadığını yine burada
anlıyorum.
Cahit Sıtkı'nın evi hemen yakında.
Diyarbekir ev mimarisinin özgün bir örneği. Yine bir avlu ve çevresi iki katlı
bir yapıyla çevrili. ‹çeride kendinizi dış dünyadan soyutlanmış
hissediyorsunuz. Kışın kullanılan odalar, yazın kullanılanlar, misafir ağırlama
salonu, kiler...Ama hepsi içinizdeki sükun.
Bir konuğumuza burayı gezdiriyoruz.
Dostumuz, avludaki havuzun içi ve çevresinin ağacın yapraklarıyla dolu olduğunu
görünce, dayanamayıp, görevliye buranın temizlenme imkanı olup olmadığını
sormuştu. O da, sorunu kökten çözeceklerini söylemişti. O ağacın başına daha
sonra neler geldiğini bilmiyorum doğrusu...
* * *
Diyarbekirin kalbi herzamanki gibi
atıyordu ve Dört Ayaklı Minare'nin ismi de çok ilgi çekiciydi. Görmeye
gittiğimde gerçekten dört ayağı olduğunu gödüm. Altından uzun boylu bir insanın
rahatlıkla geçebileceği minare, kendisine kıyasla çok daha ince dört dikdörtgen
sütun üzerinde duruyordu. Cami duvarının dışında kalan Minare, oraya kadar
yürüyürek gelmişti sanki. Az ilerisindeki, damı çökmekte olan kiliseye yardıma
koşacak ama bir kurtarabilse kendini battığı asfalttan.
İçkalede, Diclenin geniş yatağını gören
hz.Süleyman, adıyla anılan camisinin içinde bekler sizi. Belki Diyarbekir'de
uğranması gereken tek yer burası olmalı diye düşündüğünüz olur. Allah
Resulu'nun dostları başka bir sıcaklık verir, başka bir aleme taşır sizi;
çeşmelerinden durmaksızın akan, abdestler alınırken yudumlanmaya çalışılan
serin suların yanıbaşında. Bir de ekmeğini Yasin'den çıkaranlar
olmasa...varırdınız Mekke'ye Yesrib'e.
Bu bakımdan, ne kadar iyimser bir
konumlandırma amacıyla söylenirse söylensin, Diyarbekir'in, idealize edilen
Paris'e benzetilmeye çalışılması oldum olası rahatsız etmiştir beni. Toprağında
üçyüz kadar sahabe mezarının bulunduğu rivayet edilen Diyarbekir,Taşkent'tir
Buhara'dır; fiam'dır Bağdat'tır, Bosna'dır Üsküp'tür, Üsküdar'dır; ama asla
Paris değildir. Olmamıştır da.
Nasıl ki, Hevsel bahçelerinin
kıyısından süzülüp gelen Dicle'de ve On Gözlü Köprü'de yaşanan aşklarla,
Mirabeau köprüsündeki aşklar aynı hüznü taşımazsa. Nasıl ki, Mardin kapının
yüksek surlarında esen rüzgarın, albatrosu okyanuslardandan çekmeye gücü
yetmezse...
* * *
* * *
1993
yılının Temmuz ayıydı. Önyargılarım yerini sevgi ve muhabbete bırakmış, ama
ayrılık zamanı da gelip çatmıştı.
Gözyaşları da olsa, hayat, en yalın
ifadesiyle kavuşmak ve ayrılmaktan ibaret
değil miydi zaten. Sesinin en sıcak tınısıyla 'sen benim canımsan ben
senin cigerinem' diyen dosta, diyarbekire, diyarbekirli dostlara, diyarbekiri
yâr kılan, yâren kılan gökçek insanlara, canlı tarihine selam olsun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder