
İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mete Çamdereli’yi dergimizin sayfalarına konuk etmek istedik. Söyleşimiz sırasında, öğrencilerine her zaman yakınlığıyla tanıdığımız “Mete Hoca”dan farklı olarak “işi dışında gezmeyi çok seven, kendine özgü bir güzellik arayışında olan, biteviye sürdürdüğü güzellik arayışı için beslendiği kaynaklara sıkı sıkı tutunmaya çalışan ve kendini beslendiği kaynaklar içerisinde özgürleştirmiş bir Mete Çamdereli” ile tanıştık. Çamdereli ile İletişim Bilimi’nden iletişimin ve sanatın bağlantı noktasına, iletişim eğitiminin nasıl olması gerektiğinden kendi çalışmalarına uzanan pek çok konu üzerine konuştuk.
Bildiğimiz iletişim tanımları dışında bir tanım yapabilmeniz mümkün mü ?
İletişimin tanımını yapmanın güçlüğünü herkes bilir. Yeni bir tanım yapmaktansa iletişimden ortalama olarak ne algılandığının, ne anlaşılması gerektiğinin söylenmesi belki çok daha yerinde olacaktır. İletişimde temel bir üçlüden bahsedilir: Kaynak, hedef ve mesaj üçlüsü. Bu üçlü, aslında iletişimin temel tanımını da belirler.İletişimin tanımı, kabaca bu üçlüyle muteberdir. Ancak iletişimi bugünkü medya rüzgârları içinde düşünmek ya da örneğin sadece kişilerarası iletişim perspektifinden düşünmek çok basit, hatta sığ bir tanım olarak değerlendirilebilir.
İletişim, öncelikle ve özellikle, bir kültür taşıyıcısıdır ve bir dil aracılığıyla gerçekleşen kültürü taşıma işleviyle öne çıkar. İnsanlık tarihi aslında bir kültürün, insanlık için ortak bir kültürün taşınmasından ibarettir. Nesilden nesile taşınan kültür de birikiminin aktarılmasını tamamen
iletişime borçludur. İletişim olmazsa insanlık olmaz, insan ilişkileri olmaz, insan hafızası olmaz. İletişim olmazsa tarih olmaz, iletişim olmazsa tarih birikiminin, insanlık deneyiminin aktarılması olmaz. Bu nedenle iletişim bir bilgi arşivi, bilgi arkeolojisi işlevi görür.
Geniş bilgi birikiminin devasa boyutlarını içerecek kadar geniş bir alandır iletişim. Eğer iletişim tanımını salt manipülasyon ve/ya da enformasyon ve benzeri gibi kavramlar üzerinden kurarsak bu tarafını göz ardı etmiş oluruz. İlla bir tanım üretmek gerekirse, bu bağlamda, iletişimi bir bilgi arşivi, bir bilgi arkeolojisi olarak pekâlâ düşünebiliriz.
İletişimin bilim olup olmadığına yönelik tartışmalar var. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?
İletişim Bilimi’ni aslında iletişimcilerin doğrudan kucağında bulduğu bir bilim olarak düşünebiliriz, çünkü kuramsal düzeyde bakıldığında bugün kullandığımız iletişim kuramlarını ortaya koyan kuramcıların aslında köken itibariyle doğrudan iletişimci olmadıklarını biliyoruz. Daha çok sosyolog, dilbilimci ve benzeri alanlardaki uzmanlarca bu kuramların üretildiğini görüyoruz. Ayrıca, bugün iletişim kuramı olarak elimizde olanlarla iletişim sanatını birbirinden ayırt etmek tabii ki doğru olur,
çünkü bilimsellik ve sanatsallık at başı olarak giden ancak birbirinden farklı kulvarlarda yürüyen alanlar. Ancak iletişim, bunları bir araya getirebilen nadir alanlardan biridir. İletişim Bilimleri dediğimiz olgu, bilimselliği içermekle birlikte sanatı dışlamamak durumundadır. Özelikle bugün, gerek İletişim Fakülteleri’nin gerek iletişime nispet edebilecek bölümlerin sadece bilimsel bir dayanağı olduğunu, ancak yapılan işin önemli bir kısmının sanatsal tutanaklara tutunduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Yani örneğin, bir iletişim yönetimi çalışmasında yapılan stratejik planlama bir bilimsel
çabayı ortaya çıkarırken, uygulama şekli ya da uygulama stratejileri, uygulama esnasında sanatsal bir yapıya dönüşür. Dolayısıyla sanatla bilimin ayrı kulvarlarda olmalarına rağmen bir araya gelebildiği ender alanlardan biridir iletişim.
Bu durumda bir iletişim-edebiyat ilişkisinden de söz edebilir miyiz ?
Bu, düşündüğümüz ve söylemeye çalıştığımız bilim ve sanatın iletişimdeki içkinliğine örnek. İletişim ve edebiyat ilişkisi Türkçe literatür açısından da Batı dillerindeki literatür açısından da biraz çetrefilli bir konu. Çetrefil oluşu bilimselliği içermesiyle birlikte sanatı da dışlayamamasındandır. İletişim sanatları dediğimiz olgu, bugün belki akla sadece görselliği getiriyor olabilir. Ancak bunun da doğru olmadığını söyleyebiliriz. Özellikle bir anlatı
kurgusu, görsellik üzerinden de olsa, sözsel de olsa, yazısal da olsa bir kurgusallık içereceği muhakkaktır. Bu kurgusallığın bilimsel temelleri olmakla birlikte, sanatsal bir uygulama olarak ortaya çıktığı da bilinmektedir. Örneğin, bir romanın yazılması bir sanatçının elinden bir sanat ürünü olarak karşımıza çıkarken onun bir edebiyat bilimcisi tarafından incelenmesi
o ürünün bilimsel bir bakışla irdelenmesi anlamına gelir. Eğer o edebi ürün toplumsal değişmeyi kışkırtıyor, toplumsal yapıyı dönüştürme gücü üzerinde bir düşünce geliştirmeye çalışıyor ise, o ürünün iletişim yapısını incelemek gerekli hale gelir. Bir edebi ürünün incelenmesi doğal olarak bir edebi inceleme, bir edebiyat incelemesi ve inceleme yöntemleriyle birlikte doğrudan edebiyatın bilimsel incelenmesidir. Salt edebiyat perspektifinde düşünecek olursak poetik ve retorik gibi bir dizi terim ile boğuşmak
zorunda kalabiliriz. Bunu bilimsel kodlarla buluşturmak ve deyim yerindeyse, diğer alanları içkinleştiren bir alan arayışına girilecekse bunun iletişim biliminden başka bir şey olması mümkün görülmemektedir. Bu bağlamda, iletişim bilimlerinin edebiyat dışı alanı da kapsayacağından hareketle bu olguyu, yani edebiyat ile iletişimin buluşma platformunun
yazınsal iletişim şeklinde adlandırılmasının doğru olacağını düşünüyorum. Yazınsal iletişim, tamamıyla iletişim biliminin uzantısı, özel bir güzergâhıdır.
Halkla ilişkiler, reklam, göstergebilim gibi iletişimin pek çok alanında yayınlarınız var. Bunların dışında çevirilerinizin de olduğunu biliyoruz. Çok geniş bir yayın yelpazeniz olduğunu görüyoruz.
Açıkçası bu geniş yayın yelpazesi benim çok tasarladığım bir yelpaze değil. Bu çeşitlilik belirli değer ve ilkelerden sapmamak kaydıyla biraz kendimi rüzgâra bırakmaktan kaynaklanır. Pragmatist olmamak kaydıyla, ki isteyen öyle yaptım sansın, zamanın dayatmasına değil, zamanı ötelemeden yapılması gerekeni yaptım. Yaptıklarımı önemsedim, değer vermeye çalıştım onlara değer bulsunlar, muhatabını bulsunlar diye. Çeviriler yaptım örneğin, bir eksikliği tamamlasınlar diye. Şiirlerden teknik çevirilere kadar çeşitli çeviriler yaptım ve bu yaptığım çevirileri de önemsedim. Ayrıca bilim, kültür ve sanat ortamında zaman zaman onların anıldığını görmek çalışmalarımın boşa gitmediğinin teyididir. Öte yandan, akademik çalışmalarım yine sanattan, kültürden ayırabildiğim çalışmalar
değil. Onlar akademik olmakla birlikte kendine özgü tarzlarının olmasını istediğim çalışmalar. Bunu ne kadar başardığımı bilmiyorum. Akademik disiplinin belki zaman zaman dışına düşebilecek çalışmalar da yaptım. Bunu yaparken akademik tat hiçbir zaman eksilmesin istedim. Belki akademik çalışmaların duruluğunu azaltmak istemişimdir. Kim bilir belki
de, kültür-sanat-düşünce geleneğini imha etmeden akademik çalışmaların yapılabileceğini göstermek istemişimdir.
Bu “çokluk” içinde kendinizi hangi alana daha yakın hissettiniz?
Genel anlamda hepsine yakınım, bazen de hepsinden uzak olmayı tercih ediyorum. Aslında benim tasarlamadığım, kendiliğinden olan yayın yelpazem bugün akademinin geldiği noktada duruyor. Pluridisipliner çalışmalar bugün akademide olmazsa olmaz şeklinde görülüyor. Artık biz tek bir alanda sıkışan, orada imha edilen ya da orada kendi kendini yok
eden bir akademi disiplininden, bir uzmanlaşmadan söz edemiyoruz. Bu uzmanlaşma bizi bir sıkışmışlığa, bir koza içinde yok olmaya itiyor kimi kez, derinleştikçe derinlikten uzaklaştıran, yakındaki alandan körleştiren. Dolayısıyla pluridisipliner çalışmalar bugün her alan için olmazsa olmaz bir koşul olarak önümüze çıkıyor. Bir işletmecinin iletişim bilmesi, bir
tarihçinin dilbilim bilmesi, bir dilbilimcinin fizikten anlaması, bir matematikçinin sosyoloji bilmesi... Bunlar artık bugün hayal değil, tersine öyle olması gerekiyor, hatta öyle olmayı bir biçimde bize dayatan bir dünyada yaşıyoruz. Küresel dünya bilimi de aslında kendi içinde sıkıştırmış bir dünya olarak karşımıza çıkıyor.
Zaman ve mekân sıkışıklığı bilimin de kendi alanlarını başka alanlarla birliğe, sıkışmaya zorluyor. Aslında bu bilimsel tutumu, genişleyerek daralmış öğretiyi multidisiplinerden çok pluridisipliner olarak tasvip etmenin daha doğru olacağını düşünüyorum; multi sınırlı, plurinin sınırları yok.
Otuz yıla yakın zamandır akademinin içindesiniz, şu anda da dekansınız. Zihninizdeki İletişim Fakültesi modelini bizimle paylaşır mısınız?
Aslında İletişim Fakülteleri bu pluridisipliner çalışma modeline oldukça uyan ortamlardır. Belki bu yüzden iletişimdeyim. Bence dünyadaki akademi kurgusu, akademi anlayışı, iletişim bilimleri kadar, bir alanın birçok alanı bu denli bir arada konumlandırabildiği bir yapı arz etmez. İletişim bilimleri yani iletişim çalışmaları birçok alanı potasında eritebilecek güç ve yapıdadır. Fakat “bu böyle uygulanabilir mi?” diye sorarsanız, buna olumlu yanıt veremeyebilirim. Aslında, açıkçası, kendi alanının farklı güzergâhlarını keşfetmeye çalışan akademisyenlerle birçok sanatkârı bir araya getirebilecek yegâne fakülte, yegâne disiplin, iletişim bilimleri ve sanatlarıdır. Sorduğunuz sorunun tam olarak yanıtını aslında veremedim. Çünkü iletişim eğitiminin ideal halini anlatmak kısa zamana ve bize ayrılacak sayfalara sığmayacak kadar uzun.
Bir fakülte yapılanmasında öğrencilerin istek ve ihtiyaçları ne derece göz önünde bulunmalıdır?
Öğrencilerin, ister güncel isterse geleceğe dair istek ve ihtiyaçları son derece önemli ve belirleyicidir. Bugüne yön verme ve geleceklerini düşünme öğrencilerin önemle üzerinde düşünmesi gereken konular arasındadır. Buna, ‘yönetişim anlayışımız’ gereği, son derece önem veriyoruz. Bugün ve gelecekte bulundukları yere katılımları son derece önemlidir.
Öte yandan, günümüz yaşam şartları kolay değil. Fakültelerde ya da iletişim bölümlerinde birçok ders pratikten çok teoriye yönelimli. Dengelemekse hiç kolay değil. Bu söylediğimden, öğrencilerin gereksiz birçok şeyi aldığı anlamı çıkarılmasın. Bilakis, mesleki olarak gerçekten olması gerekenler maalesef pragmatizme heba edilebiliyor. Dolayısıyla akademide zorunlu olarak alınması gereken birçok dersin hayatta işe yaramayacağı düşünülebiliyor. Ancak birden işe yaramasa bile derslerin bir kısmı genelde uzun vadede işe yarayacağı düşünülerek verilir. Bu noktada hiçbir ders öylesine
açılmaz ve hiçbir ders kuşkusuz beyhude değildir. Bu yüzden bugün akademi kendini, kendi dışında olanlarla kurgularken kendini geliştirmeyi bilmek durumundadır. Bu kurguyu iyi yapan üniversitemiz özellikle bu konudaki, öğrencilerin katılımı konusundaki çalışmalarıyla önemli bir örnek durumundadır. Ama bir de, iş ve kariyer edinme meselesi var elbet.
Öğrencileri kuşatan iş bulma kaygısı çok pratik çözümlenebilecek bir kaygı değildir. Gerek kariyer merkezlerimiz olsun, gerek çeşitli mezun birlikleri ve dernekleri olsun, gerekse meslek komiteleri olsun, buralardaki temel amaç, mezunların yapmak istedikleri işi bir şekilde yapma fırsatı bulmalarını sağlamaktır ve bu çerçevede örgütlenirler. Üniversiteler bu örgütlenmeleri hep kışkırtır, ancak pratik çözüm üretmek için anahtarın elimizde
bulunduğunu söylemek imkânına sahip değiliz. Çözüm döner dolaşır öğrenciye dayanır, öğrencinin kendini iyi yetiştirmesine, bilgi birikimine, mesleki donanımına ve sonunda girişimciliğine dayanır.
Son dönemlerde yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz ?
Son dönemlerde idari görevim tabii ki birinci işim olarak ortaya çıkıyor. Gerek akademik gerekse düşünsel anlamda yapmaya çalıştığım çalışmalar noktasında son zamanlarda yayımladığımız “Medya ve Din”e yoğunlaştığımı söyleyebilirim. Ancak hayallerimiz ve çalışmak istediğimiz birçok konu da kenarda duruyor. Bugün reel olarak üzerine yoğunlaştığımız med-
ya ve din konusu, kitaplaştıktan sonra daha geniş yelpazede çalışmamız gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Bir makale yazmakla işe koyulmuştuk, sonra çalışma arkadaşlarımızın, özellikle Nihal Kocabay Şener ve Betül Önay Doğan’ın teşvikleriyle “Medya ve Din” derlemesi ortaya çıkmıştı. Bu grubun çalışmalarından güç alarak, geniş katılımlı bir sempozyuma gitmemiz gereğini karara bağladık. “Medya ve Din” sempozyumunun yine üniversitemiz bünyesinde yapılması konusunda gerekli yönetsel görüşmeleri de yaptık. Yola henüz çıktık. En geç 2015 yılı olmak kaydıyla bu sempozyumun çok geniş katılımla gerçekleşmesini şimdiden planlamaya başladık. Eğer bir yıl sonra dergimizle buluşursak, umuyorum ki sempozyumun sonuçları hakkında konuşma fırsatımız olacak.
Üniversitenin içindeki Mete Çamdereli ile normal hayatın içindeki Mete Çamdereli arasında fark var mı? Nasıl farklar var?
Olsun diye uğraşıyorum. Bazen işler hesapladığımız gibi olmaz. Son zamanlarda bu mesafe biraz daralıyor sanki. Mahrem alan ile iş alanını birbirine karıştırmamaya hep özen gösterdim. Gösterdim göstermesine ama evet eskisi gibi değil gerçekten, ama yine de bir mesafe var, olmalı zaten, olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak iş ile normal hayatın birbirini beslediğini, yapıp etmelerimizi manidar kıldığını da düşünüyorum. Biri olmazsa diğeri olmazdı. Sorunuza belirgin bir cevap olarak şöyle diyeyim isterseniz: İşi dışında gezmeyi çok seven, kendine özgü bir güzellik arayışında olan, biteviye sürdürdüğü güzellik arayışı için beslendiği kaynaklara sıkı sıkı tutunmaya çalışan ve kendini beslendiği kaynaklar içerisinde özgürleştirmiş bir Mete Çamdereli var.
Daha sonrasında nasıl anılmak istersiniz?
Güzel bir insan olarak.
(*) İtalik Dergisi, Sayı 20, 2014, http://ww4.ticaret.edu.tr/iletisim/wp-content/uploads/sites/41/2014/06/italik20_web.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder