12 Ekim 2019 Cumartesi

dijitalleşme ve din üzerine

Uzun zamandır “Medya ve Din” konusu üzerine çalışıyorsunuz. Bu alana size sevk eden sebepler nelerdir?
Hatırlarsınız, Ramazanlarda bile mola vermeden müminleri rencide eden, kimi zaman aşağılayan yayın ve programlara bolca tanıklık ettik. Birilerinin bu gidişata dur demesi gerekiyordu ama olmuyordu bir türlü. Üzülüyordum, inciniyordum, hayıflanıyordum. Sadece ara rejim dönemleri değil her zaman böyleydi. Topluma nasıl bir din yaşaması gerektiği öğretilmeye çalışılıyordu ama toplum açık etmese de bu öğretimi sindirmekte zorlanıyordu. En azından ben öyle gözlemliyordum. Medyanın ruhunu anlamak gerekiyordu. Medya sonuçta bir araçtı, bu aracı yönetenleri, içerikleri yönetenleri anlamak gerekiyordu, ama aynı zamanda din konusundaki sahih olmayan tutumlarının ıslah edilmesi de gerekiyordu. Çok kolay değildi, hala da öyledir. Medya mesajları yüzünden insanlar huzurlu bir iftar yapamıyorlarsa, bunu değiştirecek tedbirlerin tez elden alınması için çaba göstermek gerekiyordu. Bunları böyle düşünür dururdum. Bir gün bir davet aldım, bir derneğin çatısı altında bir atölye çalışması yapılacaktı. Aldığım davet, bu kaygılarımı ifade etme imkanı oldu bana. 2011 yılında bu atölyeyle birlikte kendimi medya-din konusunun içinde buldum. Kişisel kaygılarım akademik tezahürler olarak da kendini gösterecekti artık. Öyle de oldu. Elimden geleni yaptım diyebiliyorum bugün, ama konu ile ilgili yapılacak daha çok iş var, buna gücümün yeteceğini sanmıyorum.
Sizden sonra da medya ve din üzerine yapılan bu çalışmalar devam ediyor mu?
Benden önce de konu ile ilgili çalışanlar var, yok değil, ben bu anlamda ilk değilim, önce onu tashih edeyim. Ama bir platform olmak bakımından belki ilk olduk sanırım. O da Betül Önay Doğan ve Nihal Kocabay Şener’in desteği ve marifetiyle oldu. Bu kaydı düştükten sonra, evet çalışmalar çok şükür devam ediyor. Ama tatminkâr düzeyde değil. Galiba bizim ülkesel bir problemimiz var. Bizde bir konu bir anda patlıyor, farkediliyor, sonra genellikle kısa zamanda sönüyor. Uzun yıllar onu kendisine dert edecek, çalışma konusu haline getirecek ortamlar oluşmuyor. Mesela kimi zaman görürüz, bir sempozyumun bilmem kaçıncısı düzenlenir batımızdaki gelişmiş ülkelerde. Bizde birincisi, ikincisi derken soluklar yavaş yavaş tükenmeye başlar. Sebebi ne olursa olsun, bir konu etrafında uzun soluklu, yıllara sari çalışmalar yapmakta başarısız olduğumuzu düşünüyorum. Sürdüremiyoruz bir türlü. Çok az da olsa istisnalar var tabi. Medya ve Din çalışmalarında da aynı durumdayız. Çuvaldızı kendime batırarak söylüyorum. Azimkâr tarafımız olsa bile engelleri aşmakta çabamız yetersiz kalıyor. Bir yerde inkıtaya uğruyor hemen. Şu anda da öyle; medya ve din çalışmaları bir iki ciddi arkadaşın çabasıyla sürüyor. Kurumsal olarak sürüyor. Onların yorulmamasını dileyelim. Ben medya ve din uzmanı değilim. Bu röportajlarda da çoğu zaman mahcubiyet yaşıyorum. Medya ve din, benim uzmanlık alanım değil. Bu tamamen, az önce söylediğim gibi, kişisel kaygıların akademik tezahürü olarak ortaya çıkmış bir durum. Hoş, kaygısı olmayanın çalışması da olmaz. Bir elin parmakları kadar doktora yapmış insan yok henüz. Peki, bu alanda doktora yapma imkânı var mı? Yavaş yavaş oluşmaya başladı. Akademi konuya kapılarını açmaya başladı. İlahiyat Fakülteleri başta olmak üzere iletişim okuyan, sosyoloji okuyan öğrenciler de konuya ilgi göstermeye başladılar. Çok sayıda master tezi üretildi. Doktora çalışması yapmak isteyenler de artmaya başladı. Bu konularda çalışma yapılması kesin bir ihtiyaç, hele dijitalleşmeyle tanıştıktan sonra.
Hocam ilahiyat, iletişim fakülteleri bu alanla ilgili çalışıyor dediniz. Acaba dilbilim/linguistik çalışanlarla da bu alanın ilgisi var mı?
Eğer metaforlar, simgeler, semboller vs. gibi düşünsel açmazlar varsa dilbilimciler bu konuya ilgisiz kalamaz. Dil sorunu her konuda olduğu gibi medya-din konusunda da belki birincil ama dilbilim için bu alan birincil değil. Dijitalleşme konusuna dilbilimsel yaklaşım vazgeçilmez, dil konularının ya da dil olgularının kullanımı arayışında yine dilbilim vazgeçilmez ama dine indirgenebilecek, dinle ilişkilendirilebilecek özel dilbilimsel çalışmalara tanıklık etmiyorum. Dilbilim dijitalleşmenin sorunlarına, dijital dil sorununa kafa yorar ama dinsellik özelinde bir şey yapıldığına pek tanık değilim. Eğer Kur’an’dan hareketle bir terminoloji inşa edilmeye çalışılıyorsa örneğin, dilbilimsiz olmaz. Ama burada, dibilimden ne anladığımız önemli. Farabi’nin İşarat ve Tenbihat da, İhya’nın İlim bahsi de dilbilimden uzak değildir. Bazen dil demeden de, yaptığımız iş dil ile ilgili mi değil mi diye sorgulamadan da dilbilim yapıyor, dilbilimsel yaklaşımlardan farkında olmadan yararlanıyor olabiliriz, dilbilimsel yaklaşımları kullanıyor olabiliriz. Sanat ve edebiyat ürünleri böyledir bir ölçüde. Her biri dilbilimsel çalışmaları hak eder, dilbilimsel yaklaşımlara konu olabilir. Sanki dilbilimsel yaklaşımları biliyormuşçasına üretilmiş de olabilirler. Dil ile din ilişkisi açısından meseleye bakarsak, din dili olarak bakarsak, dinin yitik dili ya da sahih bir din dili gibi bir arayıştan söz edersek -ki ben bu arayışın gerekliliğine çok vurgu yapıyorum- işte o zaman dilbilim bize zaten lazım olacak demektir.
Hocam dijital dünyanın içinde doğanlar yani dijital yerlilerden sonraki kuşaklar -bizim torunlarımız şimdilerde Alfa kuşağı deniyor- bu kuşak dini terminolojiye nasıl bakacak? Onlar için yeni bir dilbilim mi oluşacak?
Ona yeni bir dilbilim demeyelim de sizin de sorunuzda yer verdiğiniz gibi yeni bir terminoloji diyelim. Elbette yeni bir terminoloji oluşacak; oluşuyor da. Terminolojiyi de salt kelimeler bağlamında düşünmemek lazım. Kelime ya da sözcük dediğimiz şey, bugün anladığımız anlamda parçaya indirgenmiş bir şey, çok parçadan müteşekkil bir şey değil. Biraz açmak gerekirse, mesela ‘la ilahe illallah’ bir kelimedir, tek kelimedir, yani üç sözcükten ya da üç parçadan oluşmayan tek bir tevhit kelimesidir. Aynı zamanda bir kavrayıştır, bir mana yoğunluğudur. Kavram alanında bir inkâr, bir de bir kabul söylemini mündemiçtir. Ve o bugün anladığımız gibi gramatikal bir kelime öbeği değildir. İmanın teyidi, tescili, tezahürü olan tek bir kelimedir. Bu kelime karşınızda koskoca bir metin olarak durur. Kelime dediğimiz olguya biraz da böyle bakmak lazımdır. Ona bir söylem üreticisi, bir tramplen, bir çıkış noktası gibi bakmak yani. O zaman nesiller ya da çocuklarımız diye kaygılandığımız noktada maruz kalacakları kelimelerin neyi söyledikleri, onlara nasıl bir zihin ve imgelem/muhayyile dünyası sundukları önemli hale gelir. Sizin bir kelimeyi soyut yerine müşahhas ya da somut yerine mücerret demenizin bir önemi olmaz, içeriği yoksa, karşılığı yoksa. Bugün bu kelimeleri Azeriler de kullanıyor, Özbekler de. Kavrayış önemli, o kelimeyle üretilen söylem önemli kavram alanı önemli. Nutk, natıka, mantık önemli. Bu sadece, kavrayışı sağlayan çıkış noktasıdır. O nokta olmazsa kavrayış, yani doğru yerden, doğru zeminden sıçramazsanız doğru kavrayışa varamazsınız. Mesela Keloğlan dendiği zaman kel bir oğlan düşünmezsiniz. Arkasında büyük bir hikâye ve büyük bir anlatı vardır. Keloğlan’da olduğu gibi, dinsel, kültürel, sosyolojik, dilsel o büyük anlatıyı, anlatıları kaybetmemek lazımdır. Derdimiz kelimelerle birlikte onların içerikleri de olmalı. Terminoloji biraz böyle bir şey. Hayatı dinle buluşturan, dini hayatın içinde tutan terminoloji bundan müstağni değil, büyük hikayeler de öyle.
Peki bu hikâyenin kaybedilmesine dijital medya alet olmuyor mu? 
Evet ama kazanılmasına da alet olabilir, sizi kazanmadan sizin onu kazanmanız kaydıyla. Sorunuzda belirttiğiniz gibi, o bir alettir, araçtır, kimin elindeyse ona göre şekil alır. Ama sanırım artık, asıl sorun artık kimin elinde olduğudur. Yani biz hikayelerimize sahip çıkmaya çalışırken o kendi hikayesini kurguladı bile. Yapay zekaya dek uzanan ve içeriği günden güne spesifikleşen bir hikaye bu. Dijitalin, tek hakikat olarak kendi hikayesi. Şu an bir alet olmanın ötesine çoktan geçmiş bir aletten ya da ortamdan söz ediyoruz. Doğal olarak kendi dilini, kendi söylemini kurgulamış bir alet olarak kendi lehine, hikayeler üretecek, başka hikayelere fırsat tanımamaya özen gösterecektir. Dijital alet olarak, dijital araç olarak kendi temsillerini üretmiş, onlarla işlem yapmaktadır zaten. Ve bizler aracı değil de araç bizi yönetiyor diyecek noktaya geldik bugün. Onun üretmiş olduğu temsillerle hayatımızı idame ettiriyor, onun fısıltılarına kulak kesiliyor, onun fasılalarında soluklanıyoruz. Medya kendi doğasına bugüne dek nasıl sahip çıktıysa dijital medya da doğal olarak aynını yapacak, kendi ontolojisini tayin edecek, önceleyecek, kendi hikayesini üretecek, başka hikayeleri örtecek, örseleyecektir.   
Teknolojinin öznesi iken nesnesi haline geldik öyleyse…
Doğrudur. Sizin koyduğunuz, tasarladığınız, ürettiğiniz temsiller, zaman içinde asıl hale geliyor ve sizi yönetmeye başlıyor. Özellikle dijital dünya, üretilen temsillerin yönetimine nasıl geçmiş olduğumuzu gösterecek sayısız örnekle dolu. O temsiller ikonik temsiller olabiliyor, medyatik temsiller olabiliyor, kültürel temsiller olabiliyor ama dijital platformda ve dijital kodlarla bize geliyor; dijital dünyanın ruhunu bize taşıyor. Bize ulaşanın ne olduğunu bilmek için elimizdeki aracın ilmini, eşyanın ilmini bilmek zorundayız, elimizdeki eşyanın künhüne vakıf olmak durumundayız. Bu araç nasıl çalışıyor, bunlarla ilgili kitaplar yazıldı, fantastik filmler, diziler yapıldı. Çember ya da The Great Hack türünden roman, İfilm ya da belgeseller, algoritmalara mahpus hayatımızı anlamamızı kolaylaştırıyor. Elektronik çağdan geçerken, insan soyu yorgun demeye başlamıştık. Şimdi ne diyeceğiz bilmiyorum ama herhalde insan soyu ölgün filan diyeceğiz, üstelik böylesi devasa imkanlar içinde. İnsan soyunun maruz kalacağa dönüşüme direnemeyeceğiz ve o dönüşüm içinde varolacağız, kesin. Öyleyse böylesi bir dünyada nasıl varolacağımızı düşünmemiz lazım, dijital evrenin içindeki varoluşumuzun hesabını gecikmeden yapmamız lazım. Z kuşağının, tablet kuşağının ötesinde, yapay zekaya maruz kalacak Alfa kuşağı çocuklarının önceki kuşakların deneyimi hakkında bir fikri olmayacak denli dijitalleşmiş olacaklarını, dijital kodlarla çevrelenmiş olarak büyüyeceklerini öngörmek hiç zor değil. Bilgisel ihtiyacını doğrudan dijital ortamdan karşılayacaklarını, bu meyanda dillerini ve dinlerini de doğal olarak önceki kuşaklardan çok farklı biçimde dijital kodlardan, deyim yerindeyse dijital mürebbiyeden öğreneceklerini öngörmek artık zor değil. Bunları bilerek hareket etmek gerekir, eğer bir gayret gösterilecekse böylesi bir evrende insan nesli için nasıl bir hayat tasavvuru geliştireceğiz, nasıl bir insanlık düşleyeceğiz, nasıl bir dinlilik, nasıl bir imanlılık, nasıl bir dinsellik düşlüyoruz. Bu gelişmeleri görmezden gelerek hareket edemeyiz. Nesil emniyeti nesilleri dijitalden uzak tutarak sağlanmaz, böylesi konuların acil gündem oluşturmasıyla sağlanır. İşi gücü bırakıp dijital dünya ile uğraşmak, onu müdrik bilinçli nesillerin şimdiden yetişmesi için çaba göstermek yanlış bir tutum olmasa gerektir. Dijital nesne değil de özne olmak derdi varsa tabi.
Dijital Dünya ile uğraşmaktan kastınız içerik üretmek midir?
Sadece içerik üretmek değil tabi. İçerik üretmek elbette önemli, ama işin bir parçası. Belki teknoloji üretmek, uygulama programları üretmek diye açabiliriz. Dijital evrende her anlamda var olmaktan söz ediyorum. İçerikler içinse elimizde bir çok toplumun sahip olmadığı denli kadim bir kültür var, başkalarına da aktarılacak kadim bir kültür. Gözlerimizin önünden geçiriverelim şöyle Mevlanaları, Yunusları, Gazalileri, Farabileri, Maturidileri, Buharileri,… bunları, yitik kültürü bile kimi zaman başkalarının ürettiği içeriklerden öğrenmek zorunda kalıyoruz. İçimiz sızlıyor, hayıflanıyoruz. Onuncu, onbirinci yüzyıllarda kadim kültürün üreticileri örneğin bir şehrin -Merv’in yanlış hatırlamıyorsam- sulama sistemi için yüz metre derinlikte tüneller ve kanallar inşa edebiliyorlardı. Böylesi kurucu bir zihinden salt korumacı bir zihne nasıl geldik? Mevcutla yetinen, mevcudu koruyan, kendini koruyan, kendi sıkıntılarından başını kaldıramadığı için başkalarının sorunlarını çözme girişiminde bulunamayan bir zihin bizi bir yere vardırmıyor. Biz burada işi gücü bırakıp teknolojiden içerik üretimine dek dijitalleşmenin kuşattığı bir çok konuda etkin çaba göstermeliyiz. Yapamaz mıyız? Yaparız, aczimize tutunarak yaparız, aczimizden güç alarak yaparız, yüzyıllar önce nasıl yapmışsak yine yaparız, üstelik sadece kendimiz için değil, tüm insanlık için yaparız, tüm insanlığı dijital savrulmalardan kurtarmak için yaparız, dijital istismardan kurtarmak için yaparız. Ben yapabileceğimize hep inandım. Gerekli zihin sermayemizin olduğunu düşünüyorum. Genç kuşaklar dijital teknolojinin doğrudan içinde çeşitli işler yapıyor, başarılı girişimlerine, başarılı içerik tasarımlarına zaman zaman tanıklık ediyoruz. Kurumsallaşmaya, kurumsal çabalara ihtiyaç var. Kurumsal destek ve çabaların öneminin altını çizmek gerek. Birey olarak, çok yararlı bir konuda fenomen olabilirsiniz, influencer olabilirsiniz, çok da iyi olabilir ama kişisel gayret bir yere kadar. Sürdürülebilir biçimde ayakta kalmak, kaliteli içerik ve teknoloji üretmek için bireysel çabalar kesinlikle yeterli olmaz.
İnsan kendi içinde kendini tüketir mi? Kendisi olarak kalma, Müslüman kimliğiyle kalma ihtimali yok mudur?
Dijitalleşme sürecinde çok kolay değil. Şöyle düşünün isterseniz. Sizin naslarınız, temel hükümleriniz saklı kalmak kaydıyla teferruatta mutlaka bir şeyler değişecektir. Tüm kimlikler kayarken dinsel kimliğin kaymaması mümkün değildir. İmani ve itikadi düzlemde bir kaymadan söz etmiyorum. Örneğin, suret karşısındaki görüş ve tutumlar artık tartışma dışı ya da ötelenmek durumunda kalmıştır ama edep ötelenmemiştir, ötelenemez de. Bu konudaki doğru görüş ve tutumu biz değil, bizden çok kadim kaynakları ve temel referansları dikkate alan dijital müminler bulacaktır. Suret konusunu çok basit bir örnek olarak söylüyorum. Bir çok konu böyle olacak. Dinsel kimlikten uzaklaşma diye bir şeyden söz etmiyorum, belirgin ve sabit kimliğin dijital kültür içinde yeniden şekillenmesinden, dijitalleşmeyle yoğrulmasından söz ediyorum. Bu sürece yine hazırlıksız yakalanıyoruz ama. Bunu gözden ırak tutmayalım. İnternet fıkhı üzerine düşünmedik, internet ilmihali gibi kayda değer çabalara tanık olmadık. Oradaki sorunlar karşısında nasıl tutum geliştirileceğine dair elimizde doğru dürüst bir kaynak yok. Konuyu bihakkın tefekkür etmedik, yeterince tartmadık, derinliğine tartışmadık bile. Üstelik dijital fırtınanın hem inananların hem insanlığın üzerine hızla geldiğini göre göre. Beni bunlar düşündürüyor. Müslüman kimliğiyle kalma sorun değil, ondan endişe etmiyorum, müminin kendi kendini tüketmesinden, kimliğinin içini dolduramamasından, salt korumacı tutumundan, insanlık adına öne çıkmamasından, çıkamamasından endişe ediyorum.
Konusu gelmişken, siret ve suret bağlamında neler söylersiniz?
İma ettiğimi sanıyorum. Mayınlı tarlada yürümek istemem. Edep esas olmak kaydıyla bu konuyu ötelemekte yarar var sanırım. Biraz ikiyüzlü davranıldığını düşünüyorum çünkü. Bir yandan suret konusunda aşılamaz duvarlar inşa ediliyor ama öbür yandan profil fotoğrafları uçuşuyor. Cemal Şakar, Allah Resulü’nün görüntülenme sorunları çerçevesinde gelişen tartışmalarda konuya biraz farklı yaklaşmış ve suret yasağından surat yasağının anlaşıldığını ifade etmişti bir toplantıda. Katılıp katılmamak size kalmış ama bu metaforu ciddi bir sıkıntının tezahürü olarak okumak hiç de yersiz değildir. Bu konuyu müsadenizle fazla uzatmayayım. Ben fakih değilim. Benim bu konudaki ölçüm edeptir. O da tanımlanmaz, bilinir. Tanımlamaya kalkarsanız bir başka kaygan zeminde bulursunuz kendinizi. Bu söylediklerimden hareketle, aracın isterlerine göre günahın meşrulaştırılması isteniyor gibi bir çıkarsama yapılırsa üzülürüm. Kendi görüşümü kısaca böyle ifade ettikten sonra tartışmayı, medyatik vitrinlerde değil de kendi mahfillerinde yapacak uzmanlara bırakmak isterim. Ben sadece kendi kaygılarımı dillendirmeye ve bu tartışmaların doğru dürüst yapılamamasının kimseye yararı olmadığını söylemeye çalışıyorum. Hüküm vermeye ehliyetli olmamakla birlikte, görsel düzeyde edep ölçüsüne göre davranılması, görsel kullanımını engelleyici tutumlardan sakınılması, edep ölçüsünde görsellik adına zenginleştirici tutumların geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum, o kadar.
Sanki burada gözden kaçan husus orada kişilerin suretleri değil yasak olan; tapınılan suretlerdir.
Evet, elbette öyle, onda şüphe yok. Tartışma uzayınca bu nokta kimi zaman ardıl kalabiliyor. Teferruat aslın önüne geçebiliyor. Size tamamen katılıyorum. Böyle anlaşılmasından yanayım. Tapınma niyeti yoksa tartışmanın gerekçesi de büyük ölçüde kendiliğinden kayboluyor. Ama diye başlayacak itirazları da duyar gibiyim. Dijital dünyada, sinemada artık kendini mümin olarak tanımlayan, kendini dini kimlikle vasıflandıran Müslüman’ı, Hrıstiyan’ı, Yahudi’si, Budist’i, hepsini kastederek söylüyorum, hepsi filmler çekiyor. Yahudilerde de tartışılabilir bir konu bu malumunuz. Artık film çekiyorsak, ölçüleri de, edep ölçülerini de hesaba katıyoruz demektir. Tartışarak suretin içinden çıkamıyoruz, yaparak, kurgulayarak içinden çıkmayı yeğlemek gerek. Dijital fırtınanın görsel esintilerine karşı müeddep görsellerle göğüs germeyi denemek gerek. Zamanın müminleri tasvip etmedikleri görselden korunmaya çalışırlarken tasvip ettikleri, münasip gördükleri görselleri de üretmekte tereddüt etmemeliler. Suret konusu yine belli mahfillerde tartışılabilir, sular bahsi gibi, ama bu tartışmalar öncü nesilleri engellemesin; bilakis kadim kültürümüzün, kadim metinlerimizin görsel dünyada yansıtılması konusunda onlara destek olmak gerekir.  
Suret kullanmadan da edepsizlik yapılabilir.
Aynen öyle. Suretsiz olarak üretilen işitsel mesajlarda isterseniz meşru olmayan şeyleri zihinsel ya da muhayyel suretler olarak çağrıştırabilirsiniz. Neyi niyet, neye cüret ettiğiniz önemli. Surete ihtiyaç duymayan da edep dışı davranılabilir. Haklısınız. Tersine, suret kullanarak da edepli olunabilir. Niyet esas. Bugün hiyeroglifle ‘Allah’ yazsaydık bir dizi resmi yan yana koyacaktık. Bugün kullandığımız harfler nasıl yazıyorsa o da öyle resimlerle ‘Allah’ yazmış olacaktı. Belki bir göz belki bir aslan ya da bir kuş yanyana gelecek ve Allah yazılacaktı. Allah’ın resmini mi yaptık. Hayır hiyeroglifik olarak temsili Allah yazdık. İdeogramik yazılar da kısmen böyledir. Bu kez grafiklerle, kavramsal çizimlerle temsil edilir. İster çizgisel, ister çizimsel, ister resimsel olsun, niyet Allah’ı temsil edecek bir yazı yazmaktır. Yoksa bir vav da resimseldir, İslam harfleriyle yazılmış Allah da. Yani hepsi surettir bir bakıma. Suret kullanmadan yazı yazmıyoruz yani. Bu konularda biraz sakin olunmalı ve ben buraya Allah yazdım diyenin ya da Allah yaptım diyenin niyetini idrak ve fehm etmeden hüküm vermemeli. Sonuçta her resim, her ikon, her görüntü gösterge bir temsildir, bir temsilin tasviridir. Asıl değildir. Aslın tasviri değil, temsilin tasviridir. Timurlular döneminde inşa edilen meşhur Registan’da üç bakışımlı medrese var. Birinin taç kapısının üzeri, insan yüzünü andıran bir güneş, bir ceylan, bir de kaplan figürüyle bezeli. Ceylan ilmi, kaplan talebeyi, güneş de kuvvetle muhtemel ilmin sahibini, yani Allah’ı sembolize ediyor. Ne diyelim şimdi. Onlar da Müslümandı. Böylesi cüretkar örnekler çoğaltılabilir sanıyorum. Su-i misal emsal olmaz deyip geçelim mi yoksa misalin sû olup olmadığını mı düşünelim. Bunlar var zaten, hep yapılagelmiş, pek de üzerinde durmuyoruz; durmayalım da derim, dijital görsel çağın basamaklarını arşınlarken bir yandan. Hadi mayınlı alandan çıkalım artık dilerseniz.
Hocam dijitalleşme sürecine nasıl geldiğimizi konuşmak istiyoruz. Malum bir dönem mikrofon kullanmak iyi karşılanmamış, radyolarda dini neşriyat, televizyonda dini yayın tartışılmış ama hızla dijitalleşme sürecine de geçmişiz. Siz buna dinsel dijital fırtına diyorsunuz. Bu hızlı geçiş süreci nasıl oldu?
Bu hususu, dijital medyaya nasıl geldik, hangi aşamalardan geçtik, diye toparlamaya çalışalım. Matbuat öncelikli tabi. Her birinden örneklerle özetlemeye çalışayım. Biz matbaaya geçmekte geç kaldık, biz fotokopiye geçmekte de geç kaldık. Radyo ve Televizyon için de öyle denilebilir. Mesela gazetede 1908 yılı önemli bir tarih olarak önümüze çıkıyor. 2. Meşrutiyetten daha önce gazete yok mu? Cerideyi Havadis’ler, Vekâyi-i Mısriye’ler, Takvim-i Vekayi’ler var. 1800’lü yılların başından itibaren var ama 1908’den sonra sayıları artıyor. Onlarca gazete çıkıyor. Fakat bugün dini yayıncılık diye ayrı bir kategoriyi tam olarak anlayabilmek için Cumhuriyet dönemini beklemek gerekecek. O dönemde dini yayınları ayırt etmek çok kolay değil. Sekülerleşme çok belirgin olmadığından, din henüz sosyal hayatın uzağına itilmediğinden neşriyatta dini yayınları tam olarak tespit etmek de kolay olmuyor. Sekülerleşme konusuyla atbaşı düşünmek lazım dini yayıncılığı da. Bugün bu ayrımı daha kolay yapabiliyoruz. Mesela Hasan Duman’ın kataloğunu açın bakın, gazete ve dergilerin kendini siyasi, dini, içtimai, edebi ya da ilmi, fenni, iktisadi, askeri gibi sıfatlarla tanımladığını görürsünüz. Bazen de islam ve sanat gibi bir dergi ismi sizi onu islami sanat gibi düşünmeye sevkedebilir. Halbuki o, İslamlara yani Müslümanlara yönelik, dini içerikten bağımsız bir sanat ya da magazin dergisi olabilir. Yani gayrimüslimlere değil Müslümanlara yönelik bir dergi denmek isteniyor olabilir. Musavver İslam Salon Mecmuası diye bir dergi geldi aklıma mesela. Bu konuya örnek olarak gösterilebilir. Başlığın altında İslamların ilerlemesi için uğraşır gibi bir şey yazıyordu. Başlığındaki salon kelimesi bile o günün sosyolojisini vermek bakımından önemlidir, İslamlar nitelemesi ise terminolojinin nasıl değiştiğini gösteren bir başka örnek. Gazeteler ve dergilerden başka, kitaplar daha ayrılabilir durumda sanki, incelemek lazım, pek araştırmadım ama mesela Cumhuriyet’in ilk yıllarında ilkokullarda ya da ortaokullarda okutulan bir tarih kitabı pekala hz. Adem’den başlayıp, peygamberleri anlatarak günümüze doğru gelebilir. Tarih kitabı diyorum, din dersi kitabı değil. Bir tarih ders kitabı için böyle bir şey düşünmek bugün pek mümkün olmasa gerek.  Yani ayrım yapmak kolay değil o zaman. Bugünkü seküler düşünüş biçimimizle baktığımızda, gazete ve dergi isimleri ya da tanımları aldatıcı olabiliyor. Radyo ve televizyon ileriki yıllarda olduğu için dini yayıncılık onlarda daha belirgin. Sinemada da öyle. Resimli Ay’lara filan baktığımız zaman, yayıncılığın biraz daha ladini diyebileceğimiz bir kulvara doğru gittiğini, belki dinsel için kulvar kalmadığını bile düşünebiliriz. Bu durumun, yeni resmî söylemin yayınlara yansıması olduğu da söylenebilir. Biraz daha hızlanayım. 1940’lı yılların sonlarına doğru radyoda içine biraz Türklerin kahramanlık hikayeleri katılmış manevi yayınlar yapılıyordu. Dini yayınlar radyoda asıl 1950’den itibaren Kur’an’ın okumalarıyla başlar. Ardından programlı yayınlar ortaya çıkmaya başlar. İlki, Mustafa Runyun’un Ankara radyosunda yaptığı sohbetlerdir. Sonra kitaplaşır bu sohbetler. Radyoda ilk dini yayın olarak kabul edilir bu musahabeler. 50’li yıllarda henüz televizyon yok ama sinema var ve Vurun Kahpeye gibi imamı aşağılayan öğretmeni yücelten filmlerin ardından hazretli filmler gelir. Ticari bir koku vardır hazretli filmlerin ortaya çıkışında ama bir biçimde dini filmler artık hayatımıza girmiştir. Sinemayla mesafelidir henüz mütedeyyin kesim ve onlar bu filmler vasıtasıyla sinemaya çekilir. Belki vadedilen bir umre sevabına nail olmak için abdestini alarak sinemaya giden bir müminin psikolojisini bugün anlamak kolay değil.  Radyo için macera 90’lı yılların başında özel radyoların ortaya çıkışıyla farklı bir boyut kazandı ve dini radyolar birden fazlalaştı. Neredeyse her dini grubun bir radyosuna tanıklık eder hale geldik. Bu radyolar ne kadar diniydi ve dini yayıncılıktan ne anlamalıydık, artık sorgulanmaya başlanıyordu yavaş yavaş. Dini yayın tekeli bitmiş ama bu kez de kaotik bir hal almıştı dini yayıncılık. Buna televizyon da dahil. Hemen söyleyelim. Televizyondaki ilk dini yayın, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı dolayısıyla yapılan canlı mevlit yayınıydı. İki üç sene sonra televizyonda artık iftar programları, sahur programları, Cuma programları da yapılır oldu. Televizyonların özelleşmesi bu kez rekabetin de dayattığı farklı formatta dini yayınlara tanıklık edildi. Bu yıllarda sinema ise hazretli filmlerden milli sinemaya geçmiş, oradan dini artık hayatın içine alan bir sinema ortaya çıkmıştı. Aslında bir çok konuyu es geçiyoruz özetleyelim derken. Mesela Televizyonlardaki eğlenselleştirilmiş popüler dini yayıncılık rekabetini çok çok açmak gerekir. İlk dönüşüm orda yaşanıyor. Ya da 1921-22’deki Nur Baba’nın çekimleri esnasında Eyüp Camii’nde çıkan olaylar belki sinema ve din ilişkisinde ayrıca ele alınmaya değecek bir örnektir. Hazretli filmlerle sinemaya giren bir daha da artık oradan çıkmayan müminlerin hali pür melali de ayrıca incelenmeye değerdir.
Dijital dünyaya adaptasyon da böyle oldu galiba
Evet benzer durumu bugün dijital dünya için söyleyebiliriz. Büyük tereddütler yaşandı bir sosyal medya hesabı açmak için bile. Şimdi neredeyse hesabı olmayan yok, yani herkes sosyal. Ne çocukların ebeveynlerinden saklayacakları bir şey kaldı, ne de ebeveynlerin çocukları üzerindeki mesafeli duruşları. Hepsi sosyal ağlarda eşitleniverdi, her birbirinin ne yaptığını bilir oldu. Bunun da ifşadan mahremiyete kadar uzanan bir dizi toplumsal ya da bireysel olguyu etkilediğini, yaraladığını, bazen imha ettiğini gördük.  Çocuklarından haber bekleyen ebeveynler onlar hakkındaki bilgiyi sosyal ağlar üzerinden izler ve başlangıçta onaylamadıkları davranışları hoşgörür oldular. Çocuklar ebeveynlerin beklemedikleri gayri ciddi tutumlara tanıklık ettiler. Ebeveyn efsanesi çöktü belki çocuk gözünde, bilmiyorum ama bildiğim birey ya da toplumun üzerinde haberleşme düzeni değişti. Dostlar birbirlerini yine oradan takip eder, oradan haberleşir oldular. Hacca giden oradan allahaısmarladık dedi, yolculayanlar ordan güle güle dediler. İfşa kültürüyle birlikte samimiyet ölçüleri farklılaştı. Bitmiyor ama başkalaşıyor. Dünkü ayıp ya da görgüsüzlük bugünün normali ya da adabı muaşereti oluyor.  Mektuplar, mailler, mesajlar, kısa mesajlar, emojiler derken hep bir yakınlaşmanın farklı tezahürleri olarak karşımıza çıktı. Habersizseniz hata sizde artık. İlgili hesaba bakmamış, gelişmeleri oradan takip etmemişsinizdir. Yakın gibi duran böyle mesafeli bir dijitalleşme sürecini yaşayarak bir anlamda farklı bir yalnızlık iklimini de erkenden tatmış olduk.
Radyo ve televizyon sürecini aktarıyordunuz yarım kaldı
Evet, Aslında bir yandan radyo sohbetlere başlıyor ama bu daha çok dediğim gibi kahramanlık ve maneviyat üzerinden gelişen sohbetler. 60’lı yıllar artık ilk sahur, iftar programlarının yayınlandığı yıllardır. Cuma sohbetleri ilerleyen zamanlarda radyoya konuk olur. Özel radyolar dönemi ise dini yayınların çokça yapılabildiği serbestliğin tadının çıkarıldığı yıllardır. Ayrıca salt ya da ağırlıkla dini yayın yapan tematik radyoları da bu halkaya eklemek gerekiyor.
Sinemada Yücel Çakmaklı ve Mesut Uçakan’ların Milli Sinema dönemeci geçilmiş, Müminlerin çektikleri acılar, modern hayata karşı refleksleri ayrıntılarıyla ele alınmaya başlanmıştı. 90’lı yıllardan sonlarına doğru The İmam’ların, Takva’ların çekilmeye başlandığı, İsmail Güneş’lerin, Salih Dirlik’lerin çektiği filmlerle artık kişiler üzerinden gerçek hayatın içinde yaşayan bir din aktarıldığını, o dinin anlaşılmaya çalışıldığını, sıradan insanların dinsel hayatına dönük merakın giderilmeye çalışıldığı bir dönemi görüyoruz. Yani böylelikle din, artık hayatın içine giriyor 2000’li yıllarda. İşte bir imam pekâlâ kahveye gidebilir, çay içebilir, diğer insanlar gibi yaşayabilir, oradaki çocuklarla pekâlâ ilgilenebilir, onlarla oynayabilir, onların sorunlarını dinleyebilir filan. Yani bir caminin içine hapsedilmiş bir din imgesinin, hatta kötücül bir din imgesinin aşıldığı, hayatın içine yayılmış bir din imgesinin yerleştiği bu dönem, hasreti çekilen de bir şey olmalıydı. Yıllar yılı belirli bir kalıba konmuş din imgesinin farklı çizgileriyle ortaya çıkması önemliydi.
Televizyona geçelim ve hatırlamaya çalışalım. İlk televizyon yayıncılığı 1967 olduğuna göre, yedi yıl sonra ilk dini yayın gerçekleşir. Amaç, Barış Harekatı yüzünden halkın moralini yükseltme çabasıdır. Kamu menfaatine hizmet etsin diye tasarlanan bu mevlit yayını, dini içerikli yayınlara kapı aralaması bakımından önemlidir. En azından kamu hizmeti yayıncılığında ilk kez dini bir yayın yapılmış olur.  Bunun ardından mevlid yayınlarına devam edildi. Radyoda da aynı şekilde mevlit yayınları yapılıyordu. Mevlit yayınının, simgesel olarak son derece önemli olan Maltepe Camii’nden yapıldığını da belirtelim.
1976 yılında yayına giren “İftara Doğru” adlı iftar programından sonra artık dini yayınlar devam eder. Mevlit yayınları ile birlikte artık ekranlarda Kur’an ve ezan duyulur, ilahiler okunur, az da olsa dini sohbet programları yapılır. 80’lere doğru “İnanç Dünyası” ekranlardadır, sahur programları da eklenir. Perşembe ve Cuma günleri için de ayrı programlar tasarlanır, belgeseller yayınlanır.  90’lı yıllara gelindiğinde özel kanallar açılmaya başlar. Açılan pek çok özel kanal dini yayınlara yer verir. TGRT’nin “Huzura Doğru”su format ve içerik bakımından dönemi itibariyle anılmaya değerdir. Ardından Kanal 7 dini yayıncılığa özellikle entelektüel düzeyi yüksek programlarla farklı bir boyut getirir. TRT de birkaç kanalıyla birlikte kendini yeniler ve iftarlarda Kabe’den canlı yayınlar yapmaya girişir. TRT’de hem yayın politikası belirlenmesi hem de dinle ilgili şube müdürlüğünün kurulması bu dönemlere, 80’lerin sonlarına rastlar. Artık dini ve ahlaki yayınlar kurumsallaşmış, resmi söyleme uygun dini programlar olarak sayıları artmıştır. Programlarda içeriği zayıf olan, hatta dinle zor ilgi kurulabilecek kimi tali konular ele alınıyordu. bu içeriksizliğin bir faydası belki de gelecek dönemlerde dini yayın üreteceklere ne yapmamaları gerektiği konusunda önemli deneyimler olarak yansıyordu. O dönemin şartları öyleydi. O dönemlerde kimi zaman ortaya çıkan din adına verimsiz yayınları hem bir başlangıç acemiliğine hem de siyasal konjonktüre bağlamak doğru olur kanısındayım. Bir şey daha ilave edelim. Sanki her yan dini yayınla dolmuş gibi anlaşılabilir bu söylediklerimden. Hayır öyle değil, 2000’li yılların sonlarına doğru yapılan bir TUİK istatistiği hatırlıyorum. Tüm programlar içinde dini yayınların oranları yüzde üç nispetindeydi. Dolayısıyla o dönemde dini programlar artıyor diye yaygara koparanların endişeleri yersizdi. İzleyici oranlarını da bu üretime koşut olarak düşünebilirsiniz.
Bu gelişmelerin ardından asıl sorun dini yayın, dini yayıncılık konusu biraz çetrefilleşti; neyin dini yayıncılık kapsamında olduğu sorunu ortaya çıktı. Biraz türkü, şarkı, ilahi biraz da sohbet olduğunda dini yayın olabilecek miydi yoksa tüm programlar Kur’an, hadis, dini sohbet mi olmalıydı. Asıl sorular sorulmaya başlandı ve sekülerleşmenin yükü artık başka türlü hissedildi. Bu tür bir kategorizasyonun manasız olabileceği de ortaya çıkmış oldu. Yayıncıların da bu konuda ciddi sıkıntılar yaşadıklarını düşünüyorum. Zira izleyici ya da dinleyici taleplerine nasıl cevap vereceklerdi? Türkü çalınca bu nasıl dini yayıncılık tepkileri gelebilirdi. Yayıncılık politikalarında, ister istemez halkın oluşturduğu değerleri, sistemin oluşturduğu değerleri hesaba katmak gerekiyordu ve dini yayıncılık böylesi bir değerler manzumesiyle kendi değerlerini inşa ediyordu. Tepkileri hesap edilirken toplumun da, hayatın her yanında bir dinsellik olduğu konusunda da bilinçlendirilmesi gereğinin farkına varılıyordu. Tüm bunlarla birlikte, televizyondaki dini yayınlar, zaman içinde biraz da popüler kültür üzerinden şekillenmeye başladı. Din bir popüler kültür ürünü haline getirildi. İçeriği sadece ilim adamlarının konuşmaları veya onlar tarafından bilgilendirme şeklinde değil de dinin magazinelleşmesi, eğlenselleşmesi şekline dönüştü. Dini konularda bilgilendirme meselesi dijitalleşmeyle birlikte çok daha farklı boyutlara evrildi.
Tam da bu noktada kontrol edilebilir bir tv düzleminden tamamen kontrol edilemeyen, hoyratça kullanılan bir dijitalleşme sürecine geçiş yaptık. Orada kıbleyi nasıl bulacağız? Böyle bir karmaşa ile karşı karşıyayız. İnsanlar istediği din anlayışını, istediği fetvayı bu düzlemde bulabiliyor.
Kesinlikle öyle. Şimdi hem televizyon hem de dijital dünyayı birlikte düşünelim. Aslında televizyonu dijital dünyanın bir yansıması şeklinde düşünebiliriz. Televizyon alışkanlıklarımızı dijital dünyada da arıyoruz belki, bulabildiklerimizle idare ediyoruz belki, gazete alışkanlıklarımızı aradığımız gibi. Ama artık yeni bir mecrada olduğumuzu biliyoruz. Bu ne televizyon ne radyo ne gazete ama hepsi ama kendine özgü bir platform, kendine özgü bir mecra. Artık öncekileri aramıyoruz, bu yeni mecraya tam anlamıyla alıştık. Onunla yatıyor onunla kalkıyor hatta artık onunla ibadet vakitlerimizi belirliyoruz. Aradıklarımız artık öncekilerde değil onda. Ne arıyorsak onda arıyoruz artık. Dijital dünya kendi televizyonu üretti, kendi platformlarını, kendi program formatını, dakikalarını, saniyelerini üretti. Mesela YouTube’u kendi sahneleme formatları içerisinde düşünebiliriz. Dolayısıyla biz hep alışkınlaştırılarak evcilleşiyoruz, ehlileşiyoruz. Kısmen sudaki kurbağa metaforu gibi biraz. Gerek televizyon, gerekse sinema gözümüzü terbiye etmişti şimdiye dek. Bugün yeni ekranlar terbiye ediyor. Bir ekrandan diğerine geçerken bu farklılığı ve hızı farkedebildik. Bugünkü ekran terbiyesinin ana okulu sinema ile televizyon idi. O yüzden çok yabancımız değil yeni ekranlar. Format değişti, erişim değişti, içerik ve hız değişti sadece. Şu hâlde göz terbiyesi önemli bir şey. Böyle bir terbiye ile dijital ekranlara eriştik. Hıza eriştik. Dijitalleşmeyle birlikte hız çağını idrak ettik. Göz terbiyemiz de bu hıza göre şekillendi. En küçük bir yavaşlık tahammül edilemez hale geldi. İşte dijital dünyada karşılaştığımız ne varsa, medyatik vaizler dahil hepsi bu hıza ayak uydurmak, dijital varoluş frekansını yakalamak zorunda. Medyatik vaizlerin dijital versiyonları televizyondan daha farklı formatta karşımıza çıkıyor ve onlara artık fenomen ya da influencer gibi nitelemelerle yaklaşıyoruz. Medyatik vaizlerin dijital versiyonları, dijital dünyada var olmuş influencerların karşısında direnemeyecek gibi görünüyor. Capsler gibi hareketli görüntü kırıntılarının etkileme düzeyini bir yana koyarsak medyatik vaizlerin -özellikle televizyon sonrasında- otoritelerini dijital vaizlere ya da influencerlara kaptıracağını gözlemlemek çok zor olmasa gerek. Kurumlar da aynı risk altında. Dijitalleşmeyen kurumlar, dijitalleşemeyen medyatik vaizler gibi zamanla otorite kaybına uğrayacaklar. Bunu görmek gerek. Özellikle dini kurumlar, müminlerdeki kimlik kaymaları gibi otorite kaymalarına tanıklık edecekler. Dini kurumlar kendi derdine düşmekten çok meseleyi yeryüzü ekseninde düşünüp, dijital ortamda kurumsal olarak nasıl var olunabileceğini çokça irdelemeliler. Yahudiler, Hristiyanlar, Budistler neler yapıyor, kurumları dijital olarak kendilerini nasıl var ediyorlar, iyi takip edilmeli. Onlardan ya da din adına ortada kim ve ne varsa onlardan daha iyisini yapacak şekilde davranılmalıdır. Başkalarından ve başka kurumlardan çok daha hızlı davranmak zorunluluğu aşikar. Dini kurumlar içinse asla kaçınılmaz ve kesinlikle elzem bu. İnsanlık adına elinde sahih mesajlar bulunduğu iddiasında olan kurumsal yapılar ya da müminler bu işin peşinde olmalılar. Kurumsal olarak bir influencer ağı oluşturmak da buna dahil. Kurumsal yapılar aynı zamanda iç denetimini kurmuş yapılardır ve çoğu kez eleştirilseler bile yine de güven telkin ederler. Dijital kurumsal varoluşun bağımsız ifluencerların inisiyatifine bırakılmayacak denli değerli olduğunu ve önemsenmesi gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Deneyimli kurumsal yapıların işini influencerlara ve dijital teknolojinin insafına bırakmak, tıpkı dinsel bilgilendirmeyi medyatik vaizlere, ya da çeşitli dini gruplara bırakmak gibi, o kurumlara güvenenlere karşı en hafif ifadesiyle insafsızlık olur.  
Medya Vaizleri konusunu biraz açalım mı?
Medya vaizleri şayet dijital dünyada yoklarsa, az önce ima ettim, onlar da kalmayacaklar. Şayet dijital versiyonları devam eder de dijital aktör haline gelirlerse var olacaklar. Öyle görünüyor ki sosyal medya aslında onların biraz da oradaki varlığının devamını sağlıyor. Sosyal medyanın ürettiği capslerle aslında yaşamlarına devam ediyorlar. Siz bir uzmanı televizyonda izlediğinizde, devamını diğer dijital platformlarda görebiliyorsunuz. Çeşitli platformlarda 20 dakika ya da 20 saniye. Farketmez yeter ki orada var olun, ki buna özen gösterildiği kanısındayım. Herkes biliyor artık dijital dünyada olunmuyorsa, hayatta olunmuyor artık. O zaman herkes doğal olarak o dijital dünyada var olmak istiyor. Medya vaizleri konusu da bu anlamda önemli.  Elektronik vaizlikten hareket edildi ve buraya kadar, dijital vaizliğe kadar gelindi. Ama artık versiyon değil de has dijital vaiz olmak gerekecek. Biraz önce göz terbiyesinden bahsettik. Açmaya gerek yok. Onun için dijivaiz olmaları gerekecek varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, ki öyle de yapıyorlar. Medya kendi araç ve aktörleriyle dijitale göçerken onları da yanına aldı zaten. Hız, şov ve eğlence kültürüyle birlikte düşüneceğiz artık onları. Öyleydi zaten büyük ölçüde. Dijitalde fazlası gerekecek. Daha eğlenceli olurlarsa, daha çok takipçileri olacak mesela. Açıkçası ben bu vaiz nitelemesini sevmiyorum ama neredeyse medya vaizleri bile bu tavsiften rahatsız değiller sanki. Bir araştırmadan sezmiştim bunları. Kürsü vaizleriyle medyatik vaizler arasında herhalde olağanüstü bir fark olmalı. Ben medyatik hocalar, uzmanlar, ikonlar filan demeyi tercih ederim ama herkes alıştı artık bu jargona, medyatik olanlar bile. Medyatik vaiz terimini biz üretmedik. Transfer bir terim o yüzden biraz Hristiyani duruyor. Neyse çok önemli değil, maksadı hasıl ediyor ya önemli olan o. Ama kürsü vaizlerinin medya vaizleriyle karışmaması gerektiğinin de altını çizelim. Ticari fayda üzerine kurulu bir aracın kürsüsünden hitap ile bir ibadethanenin kürsüsünden hitap aynı şey olmasa gerektir. Detaya girmeye gerek yok sanırım. Medyatik vaizler kendi aralarında da çeşitli senaryolar eşliğinde bir araya geliyor. Kimi zaman kendileri senaryoları belki kendileri yazıyorlar, bilmiyorum, bazen senaryoları ya da temsilleri kendilerinin bile önüne geçiyor, bir ikonik vaiz bir diğerini, diğerlerini zemmedebiliyor, onları dine zarar vermekle itham edebiliyor. Tanıklıklarımız bu konuda geniş. Bence detaylara boğulmayalım isterseniz.
Peki hocam üniversitelerde, akademik çevrelerde de medyatik vaizliğe meyleden isimler var. Bunlara ne denilebilir?
İnsanların akademik unvanları olması ya da olmaması durumu değiştirmiyor. Ama hepsinin niyetinin sahih olduğunu vehmetmek istiyorum. İyi niyetli bir dini anlatma, dini konulardaki bilgi eksikliğini giderme faaliyeti yaptıklarını fehmetmek istiyorum. Kimi zaman dini itibarsızlaştırdıkları yönündeki ithamların doğru olmadığını derinden hissetmek istiyorum. Tüm iyi niyetlerine rağmen sorular zihnimizde birikmeye devam ediyor ama bu tür detaylarla uğraşırken meselenin aslını da kaçırıyoruz sanırım. Sayısız örneğin içinde bocalayıp kalıyoruz. Rüyasında Allah gördüğünü söyleyen de var, Nuh Aleyhisselamın oğlunu gemiye telefonla çağırdığını söyleyen de. Ne yapalım yani şimdi, dilin kemiği yok. Hepsi iyi niyetle söylenmiştir mutlaka, biz de hayra yoralım gitsin. Medya da böylesi atraksiyonlarla beslenmeye devam etsin. Bize düşen bu örneklere takılmamak, gündemimizi bunlarla fazla doldurmamak. Oluyor yani sonuçta. Biz de burada niye böyle diyorlar gibi bir karşı cevap üretsek tam da istenilen olur, medyanın istediği olur. Dolayısıyla oltaya takılmayalım ve cüzleri bırakıp fotoğrafın tamamını görmeye çalışalım. Sonuçta hepimiz insanız, hepimizin kusurları var, akademisyenler de öyle, kusursuz ve layüsel değiller. Biz de bu meseleleri gündem yapıp din-şov ya da din-eğlence dediğimiz olgunun için bulmayalım kendimizi.
Dijital dünyanın bileşenlerinden biri olarak okur-yazarlık konusu ile ilgili ne dersiniz?
Medya ile din ilişkilerini ele alan, dijital din ile ilgili sorunlarla başa çıkmaya çalışan dini okur-yazarlık diye bir alan var, evet. 19 Mayıs Üniversitesinde bir akademisyen yaptığı araştırmada, dindar olan insanların, özellikle dindar gençlerin internet kullanım oranlarının, diğerlerine göre daha az olduğunu saptamış. Bu önemli bir bulgu. Dindarlığın internet kullanma oranını azaltan bir etkisi olduğunu saptamış. Bu tür araştırmaların çoğalması, az önceki eğlenceli konulardan daha önemli. Dini okur-yazarlık konusunu eğitimle ilgili makamlara teklif götüren akademisyenler var. Hem dini anlamak hem medyayı anlamak, bir mümin olarak medyayı kullanmak, dijital dünyada bir mümin için varolmak gibi konuların eğitim düzeyine taşınmasına acilen ihtiyaç var kuşkusuz. Bir ders kıvamına getirmekse hiç zor değil.
Sizce, tüm bu sorunların çözümünde Diyanet’e düşen görevler nedir?
Diyanet hızlı hareket etsin yeter. Diyanet’e bir görev biçme haddinde değilim ama şu kadarını söyleyeyim. Biraz kervan yolda düzülsün! Başlansın sadece. Zahmetli şeyler değil bunlar. Çok değerli bir insan kaynağı olduğunu düşünüyorum Diyanet’te. Diyanet’te yoksa başka kurumlarımız mı yok. Dayanışık yapılanmalar kurmak çok mu zor. Diyanetin yayınları ortada, radyosu ortada, televizyonu ortada. Yani nitelikli tematik yayınları ortada. Demek oluyormuş. Bunlar olduğuna göre dijitalleşmede de başarılı işler yapılabilir. Yapılması gereken, sadece bir irade koyup bir an önce kurulduğu söylenen dijital ile ilgili birimi faaliyete geçirmeleri. Televizyonlara din uzmanı teklif etmek çok gerilerde kaldı. Çağın müminlerine öncü olunsun. Herkesten önce gelişmeleri koklasın, ona göre tutum geliştirsin. Takip etmesin takip edilsin. Başka ne bekleyelim biricik kurumumuzdan. Hala ele gelir bir internet fıkhımız yok. Sosyal medyada nasıl davranmak gerektiği konusunda mufassal bir çalışma yok. Böyle bir kaygı da mı yok acaba, diye soruyorum bazen kendime hayıflanarak. Kervan yolda düzülsün temennimi, daha sonra atı alan Üsküdar’ı geçti demek zorunda kalmamak için kullandım. Kurumsal çabanın ne denli önemli olduğunu da az önce çokça vurguladım zaten. Akademik çalışmalarla birlikte, Diyanet aktif enerjiyi sinerjiye dönüştürmeli. Bakınız, profil fotoğrafları caiz mi değil mi diye sormuyor artık kullanıcılar. Cevazı veren mecra çünkü. Bu bir paradoks mu değil mi düşünmek gerek. Eşyanın ya da mecranın hükümlerine karşı bir hazırlığınız var mı? Kendimize çok soru sormalıyız ve cevapları bulmak için yoğun çaba göstermeliyiz.
Türkiye’nin elinde çok büyük imkanlar var, kurumları var. Diyanet de bu büyük kurumlardan biri. Bu imkanları bir araya getirecek zihinsel sermaye de var. Ama engeller neyse, bürokratik ya da mali engeller neyse onları bilmiyorum, tez zamanda aşılması gerekiyor, onu biliyorum. Türkiye önemli bir ivme, sıçrama noktası olarak görünüyor birçok dindaş ülke için. Belki de vehim benimkisi ama öyle görüyorum, en azından dini kurumlar açısından böyle olduğunu düşünüyorum. İki üç yıl önce katıldığım Avrasya İslam Şurası’nda böyle bir izlenim edinmiştim. Kendi adımıza düşünürken onları da düşünme gerekliliği var, yeryüzünü düşünmek sorumluluğumuz gibi. Geldiğimiz nokta farklı bir nokta bugün. Tüm bu sorumluluklarla birlikte dijital dünya da hiç hız kesmiyor. Artık sabah akşam bunları düşünmemiz lazım. Biz esasen sağlam bir yerde duruyoruz, kadim geleneğimiz var, kadim/kanonik/temel metinler elimizde. Güzelliğimiz belki de bize miras olarak tevarüs etmiş bu metinlerimiz. Orta Asya’dan Endülüs’e kadar uzanan bir coğrafyanın metinleri. Füsus’tan Mesnevi’ye, Kitabu’ş Şifa’dan İhya’ya, Mukaddime’ye kadar, burada sıralanamayacak denli büyük külliyatı yazan, o metinleri yazan ve okuyan bizler nasıl oluyor da bugün sorunların üstesinden gelemiyoruz. Biz ne kadar iyiyiz/güzeliz, bunu konuşalım ama bir vaizin, kürsüden hiddetle “bizi aldatan bizden değildir” serzenişine de kulak kesilmeliyiz. Toplumdaki bu türden zafiyeti gidermek için dijital yoldan neler yapılabilir, bunun da hesabını yapmalıyız. Biz bütün bu kadim metinlerimizi dijital dünyaya bu çağın diliyle nasıl bırakacağız? Bunun hesabını yapmalıyız. Onları sahih bir dille, sahih bir din diliyle, dinin sahih diliyle -medyatik din diliyle değil yani!- yeryüzü nesillerine nasıl aktaracağız? Aracın isterilerini göz önünde tutarak ama ona yenilmeyerek, taviz vermeden nasıl evrenselleşeceğiz? Her yerde olduğu gibi müminin müeddep tavrını dijital dünyada da göstermek yeter, gerisi üretmek için çalışmak. Ne kadar az saniyede, ne kadar az görüntüyle, ne kadar çok şey ifade edebiliriz ve o ifade ettiğimiz şeylerde ne kadarı doğru yere ulaşacak mesajlar üretebiliriz? Ne kadar çok beğeni alabilirim’den ziyade, ne kadar sahih beğeni alabilirime evrilmek gerekiyor sanırım dijital akış içinde, likeolojik hastalığa gark olmadan, mutluluk hormonu likelarda aramadan. Mutluluk hormonunu Rahman’dan, Yüce Yaratıcı’dan bekleyerek, yani tutunma merciini doğru tespit etmek, kıbleyi şaşırmamak, vakur bir şekilde mecrada yer almak yeterli olacaktır. Her ibadetten sonra dua paylaşmak! Bu değil, dijital dünyada olmak. Oyun kurucular, ya da kurucu-yönetici aktörler, bütün bunları idrak etmeli ve ona göre idaresi altındaki insan kaynağına bir istikamet belirlemeli, dindaşlarıyla birlikte tüm insanlığa karşı sorumluluğunu sürekli hatırlamalı.
Hocam geçenlerde iki soru geldi. Sorulardan birisi instagram üzerinden ekonomik kazanç sağlayan genç bir hanım, takipçi satın almasının caiz olup olmadığını sordu. Ben bunun ahlâkî olmadığını söyledim, caiz değil dedim. Ama yaptığı işin ahlâkî olup olmadığı meselesine hiç girmedim. Zira yaptığı işte de bazı sakıncalar var. Bir anne de kızının youtube’da influencer olduğunu, bundan para kazandığını söyledi. Kazandığı paranın caiz olup olmadığını sordu. Bunlar ahlâkî sorunlar, bir de bunların fetva kısmı var. Burada nasıl bir tutum takınmamız gerekiyor?
Biraz önce bir internet fıkhı ihtiyacından bu yüzden söz etmiştim. Bu soruların cevabı bende yok. Siz şu an işinizi yapıyorsunuz, önemli olan bu. Ama başvuracak bir kaynağınız yok, size soruyorlar ve cevap üretiyorsunuz. Cevabı alan ne yapıyorsa yapıyor artık, onu bilemezsiniz. Ürettiğiniz çözümün doğru olduğuna gönülden emin olmak zorundasınız bir yandan. Siz emin olsanız bile cevap nasıl anlaşılacak, hangi mahfillere gidecek, nerelerde kullanılacak, ondan emin olamazsınız. İşiniz zor, çok zor farkındayım. Böyle bir yığın soru geliyordur. Buna sevinmeliyiz bir bakıma, demek kaygı taşıyan müminler var diye sevinmeliyiz. Bu tür şeyler için önce dijitalleşmeyle ilgili bilgisel donanım sonra “dijital feraset” gerekiyor sanırım. Bu fetva patlayabilir mi patlamaz mı, buna cevap verelim mi vermeyelim mi, soru maksatlı mı, cevap doğru ve yerinde olsa bile medya tepkisi ne olur, medya konuyu nasıl işler…

(*) Din ve Hayat Dergisi, Sayı 39, 2019.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder