11 Eylül 2023 Pazartesi

yakın şehirler

Elmalı’dan Akşehir’e

Seyahat kendi seyrini belirler, kendi ülfetini hissettirir, kendi manasını sezdirir. Kimi zaman kader coğrafyasında bir idrak alanı oluşturur, kimi zaman yaban elleri keşif kapıları açar, kimi zaman da uzaklaşma ve soluklanma vesilesi oluverir. Her ne sebeple olursa olsun, seyahat arzın bir noktasından diğer noktasına yöneliştir ve taliplisini, niyet ve arayışına göre şekillendirir; onun bilgi ve görgüsünü arttırır, ona beklentileri nispetince karşılıklar üretir. 

Bir beldeye, bir yerleşim alanına, bir şehre seyir niyeti, ziyaretçisine doğal olarak bir seyir aklı ve edebi inşa eder. İrili ufaklı her meskun mahal kendi aklı ve edebi üzere ömür sürer ve mevcut söylemiyle kabul eder ziyaretçisini. Tüm yerleşim yerleri gibi şehirler de öyle. Şehrin kurucu aklı ve edebi, ziyaretçisine beklentileri nispetince mevcut söylemini aşikar eder. Şehrin akıl ve edep söyleminden kırıntılar, talibin talebi nispetince zihin ve gönüllere bırakılır. Alınmayanlar oradadır; şehir mekanının sessiz tanıklığında. Şehrin hikayesi, tarihi, eserleri, maddi ve manevi söylemi oradadır. Mimari örgütlenişi şehrin akıl ve edebinin okunası satırları, sokak araları satır araları gibidir. Merkez dokusu ve taşrası mesaj yüklüdür. Şehir, yaşanmışlıkları hatırlatarak kendisini anlatmaya her daim hazırdır. Hikayesine kulak verilirse canlanır. Dinleyeni olursa kadim birikimini usanmadan dillendirir. Şehir oradadır, hikayesi ve eserleriyle capcanlıdır; canı dokunulmayı bekler, dokunulmakla can bulur. Biz de burada kimi şehirlerin çağrısına ve açık sözlerine kulak verelim, kimi zaman onları çapraz düşleyerek can kulağıyla dinleyelim, ama her mekanın değerini bilerek ve mekanlararası bağlar kurarak ürettikleri apaçık birikimlerinden bir nebze nasiplenelim. Yüreklerine dokunalım. Yüreklerimize sokulsunlar.

Seyahate çıkış ya da seyahati derinleştirme kararı için merak, öğrenme, soluklanma ve değişiklik arayışı yeterlidir. Bazen de meçhul bir yer, sürpriz bir kişi, özlenen bir yöre, işitilen bir ses olabilir. Benim için öyle oldu. Bir seyahat esnasında, uğradığım mekan ve oradan duyduğum ses ve orada gördüğüm güzellikler, yeni güzergahların kapısını aralayacaktı. Gönül ve ilim mekanlarına dek erişen sese dikkat kesildim: yakarışın sesine, ilmin eşiğinde…

*

Afyon Ulu Camii çevresinde hali hazırda yaşayan kadim şehir izlerini gördükten ve orada, Sivrihisar Ulu Camii ile Beyşehir Eşrefoğlu Camii’ni düşledikten sonra Burdur üzerinden Elmalı’ya geçiyorum. Bir şehirden diğerine öncekinin selamıyla giriyorum. Uğranılmış bir mekan bir başka şehirdeki mekana selamını esirgemez. Afyon şehrinin, Camisinin, Karahisar yokuşunda sırlanmış efendilerin selam emanetlerini pir ve erenlere bırakmak üzere Elmalı yokuşunu çıkarken bir hoparlör sesi duyuyor ve duruyorum. Elmalı’yı saran sese kulak veriyorum. İlk kez böyle bir şeye tanıklık ediyorum. Şaşkınım; hamdüsenaya, salat ve selama eşlik ediyorum. Böyle yerler, böyle şehirler var mıymış! Şehir dua ediyordu, hiç tereddütsüz katıldım.

Bize bizden daha yakın olan rabbimiz!

İşlerimizi kolaylaştır, rızkımızı bollaştır, haramdan uzaklaştır, helaline yaklaştır, bizi hoşnutluğuna ulaştır. Her türlü zorluktan, varlık içinde darlıktan, kibir ile mağrurluktan, aldatmak ve aldatılmaktan, sonunda bizi pişmanlıktan koru ya Rabbi…

Doğruluk ve iyilik ilkelerinden ayrılmamak niyazından manzum duaya ahalinin aminlerini duyar gibiyim…

Elmalı’nın yüzyıllardır manevi iklimine dokunan Elmalılı pir ve erenlerin kapısından, bu sokaklarda büyümüş, buralardan ilme, devlet ve siyaset adamlığına yürümüş mütefekkir, alim ve sanatçı Elmalılı Muhammed Hamdi Bey’in kapısına gidiyor, şehrin kalbindeki sokakları soluyorum. Her yer Safranbolu diyecek oluyorum bir an, ama her yer dua ve ilim, her yer dua ve sanat demeyi tercih ediyorum. Şehirlerin ilim ve sanat genlerinin nesillerinde bir biçimde sürdüğünü fehmediyor, mekanların sakinlerini yetiştirdiğini derinliğine idrak ediyorum. Seyahatimi derinleştirme kararım Elmalı’da, bir dua, ilim ve sanat şehrinde keskinleşiyor. Sahih yolu miras bilenleri mekanlarıyla birlikte bir an zihnimden ve gönlümden geçiriyorum. Celaleddin-i Rûmî’yi ve Konya’yı, Hoca Nasreddin’i ve Akşehir’i, Molla İdris’i ve Bitlis’i, Ebüssuud Efendi’yi ve İskilip’i, İbrahim Hakkı’yı ve Erzurum’u, Tillo’yu, hatta Sezai Karakoç’u ve Ergani’yi… Muhayyilem kader coğrafyamın dört bir yanına gidip geliyor, kadim geleneği taşıyan beldelerde dolaşıyor. Derinleştirmeliyim seyahati; duanın önüme açtığı ilim kapılarında bir parça derinleşebilmek niyetiyle, ilim ve sanat şehirlerine doğru seğirtmeliyim.

İlim ve sanat beldeleri, boyutu ne olursa olsun bir gönül şehri inşa eden ve ‘kökü sağlam dalları göğe uzanmış güzel bir ağaç’ gibi ‘güzel söz’ telaffuz eden kadim mekanlardır.

*

Elmalı’dan ayrıldıktan epey sonra bir an önemli bir eserin yanından geçtiğimi farkediyorum. Geriye dönüş için mütereddidim. Kilometreleri tersine çeviriyorum. İyi ki dönmüşüm: Muhammet Hamdi Bey ile ilişkisi olmadığını sandığım Yazır köyündeyim. Yazır, Oğuz boylarını, Anadolu Türkmenlerini ihsas ediyor; Ahlat’ı, Divriği’yi, Merzifon’u, Amasya’yı, Yozgat’ı, Burdur’u, Çorum’u, Bitlis’i… köyün, dışardan kendini pek belli etmeyen camisine giriyorum. Bambaşka bir alem. Büyük bir sürpriz. Yine şaşkınım. Hacı Ömer Ağa Camii ile buluşturana şükrediyorum. Her yanım tasvir, kımıldanamıyorum. Diğerine dönünce yine öylece kalıyorum. Bitki ve ağaç tasvirleriyle suretlendirilmiş duvarlar, tezhip ve kalem işleriyle tezyin edilmiş sahınlar, tavan göbekleri, tarifsiz incelik ve zarafette değişik motiflerin birbirini tamamlayan uyumlu birlikteliği. Hacı Ömer Ağa, Selçuklu kokusu serpilmiş geç dönem süsleme ve ahşap mimarisiyle büyüleyici. Her karesinin seyri doyumsuz, okunması sınırsız. Sınırsız zamanlardan sınırsız zamanlara sesleniyor. Çakılıyorum sınırlarıma. Hangisine odaklanayım, derinliğine okuyayım, anlayayım, fikredeyim, biçimlerin dilini ve söylemini bihakkın açımlayayım. Açımlanması ve anlatılması müşkül çiçekli motif ve tasvir ayrıntılarına kendimi bırakıyorum. Büyük bir seyir keyfi yaşıyorum. Ahşap tavanın orta, yan ve arka sahınlarına, farklı renk bezemeli her sahnın çiçek ve hat bezemeli tavan göbeklerine, tavan göbeğinin tam ortasındaki iri maşallah hattına, musavver duvarlardaki bitki, çiçek ve cami tasvirlerine, ahşap sütunlara, güçlü sütun başlarına, sütun başlarına yakın duran müzeyyen zencireklere, minberin tamamlayıcı renk ve desenlerine, mütevazı vaaz kürsüsünün minberle bakışımlı uyumuna, mihraba ve mihrabın bir’leyen mukarnasına, nur saçan kandillerine iyice bakıyor, yüzümü kıbleye sabitleyerek olabildiğince ihtiramla çekiliyorum, hiç çıkmamacasına…

Çıkışta, gelenlerin hep fotoğraf çekip gittiğini söylüyor bir köy sakini; cami, salt seyirlik değildir, diyor. Caminin hakkının salt ziyaret ile teslim edilemeyeceğini vurguluyor ve ibadete mazhar olması onun hakkı gereğidir, diye ekliyor. Hak veriyorum. Susuyorum. Avludaki çınarın gölgesinde soluklanıyorum. Asıl ziynetin bu cümlelerde saklı olduğunu düşünüyorum. Elimdeki ekrandan bilgileri teyit etmeye çalışırken, Hacı Ömer Ağa’nın, türünün üç örneğinden biri olduğunu öğreniyorum. Birini daha önce görmüştüm: ayrıntılarını hatırlamakta güçlük çektiğim Kalkandelen Alaca Camii. Üçüncüsü, yapımı, Hacı Ömer Ağa ile hemen hemen aynı yıllara rastlayan Emir Hacı Hıdır Bey Camii’ymiş. Hacı Ömer Ağa’ya emeği geçenleri yadediyor ve Hıdır Bey için Soma istikametle yola koyuluyorum.

*

Birkaç saatlik yolculuktan sonra Hıdır Bey’in avlusunda buluyorum kendimi. Revaklı cümle kapısından geçip iç kapıya erişince sevincim hüzne karışıyor. Nasipsizim. Kapalı. Açtırmak için girişimde bulunuyorum. Nafile. Son cemaat mahalli bile yetiyor Hıdır Bey Camii’nin ihtişamını anlamaya. Pencerelerinin camlarına olabildiğince yaklaşıyor, ellerimin gölgesinden istifadeyle içerisini görmeye çabalıyorum. Ahşap sütunları görüyor, sütun başlarına yakın yerlerde birkaç çiçek motifi farkediyorum. Pencerenin kısıtlı imkanından bile sezilebiliyor Hıdır Bey’in rikkat ve letafeti. Görebildiğim son cemaat mahallini incelemeyle yetiniyorum. Barok tarz apaçık hissediliyor. Dışarısı böyleyse içerisi kimbilir nasıldır, diye iç geçiriyorum. Pencere tacı olarak yerleştirilmiş muhteşem Mekke ve Medine tasvirleriyle bütünleşmeye çalışıyorum. Kapının iki yanında kaide üzerinde çiçekli vazo tasvirleri. Taçlı pencereler, tasvirli ve taçlı nişler, nişlerin iki yanları taçlı ama içi tasvirsiz çerçevelerle çevrili. Üstte muhteşem bir ahşap mükebbire. Göz hizasının üzerinde gönlü saran motifler ve yükselen müzeyyen figürler. Kitabeler nişlerin taçlarında. Her taç başka renk, başka şekil. Ama boş çerçevelerin pano ve duyurulardan, piriz ve kablolardan, saat ve vakit cetvellerinden, ziyaretçi hünerlerinden nasibini aldığını görünce hüznüm bu kez büyük üzüntüye dönüşüyor. Ceddime mahcubum. Bir başka zaman yine uğramak üzere tarifsiz duygularla uzaklaşıyorum.

Bu üç cami ayarında olmasa da onları tamamlayan iki cami daha dikkatimi çekiyor. Çavuşbaşı ve Çapanoğlu. Biraz ırak, ama değer. Oraya yay çizerek varayım. Elmalı’da aklıma düşen Hoca Nasrettin’in şehrini de göreyim; Miras’ın, Medeniyet Mirası’nın izlerini süreyim, ilim şehirlerinden, şehrin ilminden ve sanat şahikalarından nasipleneyim.

*

Kendini kolaylıkla ifade eden çokça şehirlerimiz var, üstelik adı şehir ile anılanlar da var. Akşehir bunlardan biri. Pak bir şehir. Hoca Nasrettin’in şehri. Şehrin adabı muaşeretini belirleyen sokaklar, evler, konaklar ve işyerleri hocanın nezih bir kültür ikliminde olgunlaştığını, sıradan olmayacak denli bir görgü ile büyümüş olabileceğini, hicvini besleyecek medeni bir şehrin evladı olduğunu fısıldar. Şehir sakinini terbiye eder, nesillerini sükunetle yetiştirir. Miras aldığı medeniyet iklimini sürdüren şehirler, kendisini inşa edenleri ihya eder. Hocayı nasıl yetiştirdiyse, hoca da bizi, düşünme ve yaşama biçimimizi bugün de terbiye etmeye devam ediyor.

Hoca’nın pak şehrinde, dükkanları ikişer katlı Arasta Çarşısı’nın mütevazı sokaklarında bir helvacı dikkatimi çekiyor. Selam ile giriyorum. Selamımı alıyor, mütebessim çehresiyle hal hatır ediyor, hürmetle ikramda bulunuyor. Her gün muhabbetini katarak kardığı helvasından buyur ediyor. Çıkarken ikramı ödemek istediğimde, tüm ısrarıma rağmen kabul etmiyor. Ancak, ikram dışında kalabilecek birkaç parça için mütevazi bir ödeme yapabiliyorum. Bir esnafın helal kazancı ikramdan sonra gözetmesi, gözünün gelenlerin cebinde değil de, gönlünde olduğunu ihsas ediyor. Gönüller kazanmak geleneği öncelikli, maddi kazanç ardıl. Bir helvacı esnafında ikram edilen helvanın tadı damağımda, karşılıksız verme iradesi ve muhabbet iklimi gönlümde tutarak şehrin sokaklarına seğirtiyorum.

Hafif yokuş bir yoldan Seyyid Mahmud Hayrani Türbesine doğru ilerliyorum. Ulu Cami’nin, avlu girişine inşa edilmiş tuğla minaresini, kabartma motifler taşıyan sütun ayaklarını, çini mihrabının sonsuzluğu soyutlayan geometrik desenlerini, geometriyi bağrında yakalayan ve sanki Kufe’den kalkmış Kurtuba’ya, oradan Maveraünnehir’e varmış kûfî kuşaklı mihrap hatlarını, gerdanlık titizliğinde dizilmiş tuğlalı kemerlerini, yine tuğla ile örülü pandantiflerini, mavili beyazlı siyahlı mukarnas girintilerini arkamda bırakıyor, sokakları adımlamaya devam ediyorum. Eski kilisenin önünden geçiyorum. Sokaklar şehrin müşfik soyunu, birlikte yaşam ruhunu dillendiriyor. Elmalı’daki gibi mahremiyete saygılı ve birbirinin hakkını gözeten, omuz omuza vermiş dayanışık ve müeddep evlerin arasındayım. Evler, cumbalar, anıtlar, sokaklar, çarşılar, çeşit çeşit yapılar hep aynı kadim mirasın, kadim şehir adabının, şehir ilminin, şehir sanatının tezahürleri.

Türbenin silindirik kaideli konik külahı görülmedik tarzda. Oluklarından adeta mavilikler salarak göğe erişiyor. Çinileriyle parıldayan külah, işlemeli kaidesiyle halvette. Kubbeyi tutan asıl kaide bu iki bölmenin altında; kare taş duvar. Taş ve tuğla, tuğla ve ahşap, ahşap ve taş hep uyum demek, ezel-ebet demek, biri olmazsa diğeri olmaz demek, bunu daha iyi anlıyorum. Huzurlu ve sakin sokakları geçince az aşağıda, şehrin ilim timsali Taş Medrese. Taç kapısındaki oyma işlemeler, geometrik simgeler ve iki yanı mührü Süleyman ile görkemli mukarnas, ilim mekanına kapı olmanın hakkını veriyor, ilimle sanatı buluşturuyor; sanatsız ilimin söz konusu olamayacağını söylüyor. Müştemilatındaki mescidin kubbesini ören tuğlalar, gözü bir çırpıda sonsuzluk sarmalına alıyor, göbekteki nihai maviliklere kavuşturuyor.

Biraz adımlayarak çarşıya, oradan İmaret Camii’ne varıyorum. Hoca’ya iyice yaklaştım. Caminin son cemaat mahallinde Evliya Çelebi’ye nispet edilen sütun bileziğindeki yazıyı dikkatle ve ibretle inceliyorum. Cami içi, Osmanlı dönemi tasvir ve soyutlama izlerini mündemiç bir timsal. Caminin kendine özgü kalem işleri ve çiçek tasvirlerinin muhteşem güzellikteki ayrıntılarında gezinirken zihnim bilezik yazılarında kalıyor. Şehzadebaşı ilk aklıma gelen, Fatih ve Süleymaniye Camilerinde de vardı. Hiç unutulmasın istenen önemli tarih ve olayları hiç kaybolmayacak bir yere kısaca nakşetme iradesini vehmediyorum, Kur’an’ın son sayfasına düşülen notlar gibi…

Kabristan’a geçmek için avluya çıktığımda şadırvanda kıble taşına benzer yükseltide bir baş çeşme görüyorum, üzerinde duramıyorum, aklım Hoca’da. Hoca şehrin kabristanında. Hemen yanda. Geçiyorum. Kabristanda mütevazı kabri olan Aliya’yı düşünüyorum bir an. Rahmet okuyorum ona, Hoca’ya doğru suskunların arasında ilerlerken. Varınca, selamlaşmanın ardından, kabri başında Hoca’nın Sivrihisar’da medrese eğitimini, Mahmut Hayrani’nin terbiyesini, mutasavvıf ve bilge kişiliğini, mülki görevlerini idrak etmeye çalışıyorum. Haddim olmayarak hasbihal ediyorum edeple. Zihnine dokunmaya, ilmine sokulmaya çalışıyorum ve hüküm cümlelerine tutunuyorum: bir mekana doğmak mekanın kaderini sindirmek, nur açan dili ve söylemini deruhte ve idrak etmekten geçer. Kadim mekanlar Kadim Miras’tan tevarüs eder. Mekanın birikimini sindiren Miras’ın hakkını verir. Hoca gibi, Elmalı gibi, isimlerini anmakla bitiremeyeceğim niceleri gibi Miras’a eklemlenir, nesillere kadim tutamaklar bırakır. Ya bugün bizler ne bırakacağız, Miras’a ne denli tutunabildik,… Zihnimi zorluyor, düşünecek bol zamanım olsun istiyorum, ama yol uzun, revan olunmak ister. Huzurda hasbihalin doyumsuz lezzetini gönül kuytuma bırakarak hayır dua ile müsaade istirham ediyorum.

Şehirler, kavuşulunca selam verilecek yerlerdir. Antropomorfik tasavvurun ötesinde, ayrılırken de öyle. Selamla ve yine vuslat dileğiyle vedalaşmayı hak eden capcanlı mekanlardır şehirler; duyar ve mukabele ederler. Selam ediyorum ihtiramla…

(*) Yedi İklim, Sayı 402.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder