23 Nisan 2024 Salı

ramazan sabahları

Ramazan sabahlarında birkaç yıldır şehrin muhtelif camilerine gitmeye çalışıyorum. Geçen yıl hiç fasılasız her sabah değişik bir camideydim; selatin camilerinden mahalle camilerine dek. Bir ikisine, başında ve sonunda olmak kaydıyla iki kez gittim. Tahminen yirmi beş, yirmi altı camiyi bizzat görmüş, cemaatleriyle nefeslenmiş, mekanlarıyla bereketlenmiş oldum. Çeşitli izlenimler edindim. Geçen yılki yaşadıklarımı yazmadım ama bu sene yaşayacaklarımı yazmaya niyetliyim, deyim yerindeyse bu Ramazan yazarak yaşamak ve yaşayarak yazmak niyetindeyim. Ya nasip!


İlk Sabah

Eyüp Sultan Camii için heyecanla yola çıkıyorum. Yetişememe endişesi içimde büyüyor. Eyüp’e vardığımda, henüz ezanlar okunuyor. Eyüp ezanlarının içindeyim. Her yanım ezan. Yavaşlıyor, soluklanıyorum. Çağrılardaki emân ve süruru gönlüme nakşetmeye çalışırken kuşların uyanışlarına ve cıvıltı korosuyla müezzinlere karıştıklarına tanıklık ediyorum. Kızılmescit’den seğirterek meydana geldiğimde, havuzun yanından geçiyor, suyun sesine kulak veriyorum ama aynı zamanda allı pullu kıyafetiyle bir meczup da dikkatimi çekiyor, elinde alelade torbalar. Geçiyorum caminin avlusuna, Eyüp Sultan hazretlerini selamlamak üzere; ve selamın ardından içeriye. Mukabele başlamış, cemaat seyrek henüz. Çöküp oturuyor, dinlemeye koyuluyorum; bir yandan da tezyinatı seyrediyorum. Mihrap alınlığındaki gereksiz tartışma kapanmış anlaşılan; Sultan II. Mahmut güneşi yeniden ortaya çıkmış. Mihrabın biraz berisindeki levha yerinde duruyor: 

“Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i Bârî 

Habîb-i Ekrem'in yârî, Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî”.

Mukabelede sayfalar çevrilirken cemaat de yerlerini almaya başlıyor. Kimisi gelir gelmez sünnet kılıyor. Çok geçmeden kıraat de nihayete eriyor. Fatiha okunduktan sonra, bu kez kılmamış cemaat sünnete duruyor. Epey kalabalık. Meczup da burada. Salavatlar sıralanıyor: ‘Hasbunallah ve nimel vekil’; Allah bize yeter, O ne güzel vekil. Kâmet getirilirken, ön saflara gitmeye çalışıyor, ancak güvenlik görevlilerince engelleniyor. En arka safa alınıyor, iki yanına da birer görevli ama kımıl kımıl, yerinde duramıyor. Sonrası sükûnet. Birlikte kıyam, rükû ve secdeler. İkinci kıyamda meczuptan mikrofonu bastıran bir Allah nidası; sükuneti sarsıyor. Kendisi sarsılmıyor; halini yaşıyor, halimizi bereketlendiriyor, isimlerin en güzelini yüreğinden yüreğimize bırakıyor. Tesbihat ve aşır. Kerim Kitab’ın kelamı ve dualarla yavaş yavaş yeryüzüne dağılıyoruz, yeryüzündeki kıbledaşlarımız gibi, gönlümüzde düşlediğimiz...

Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’ne ihtiramla Fatiha bırakıyor, edeple müsaade alıyorum. Şadırvan etrafında biraz oyalanıyorum. Yıllar öncesinde bu ağaçlara misafir olan hacı leylekleri düşünüyor, güvercinlerin nazenin zikirlerini duymaya çalışıyorum. Meczup, selsebilin önünde, elinde torbalar. Bugünkü nasibime göz değirerek binek taşının bulunduğu kapıdan meydana, oradan da şehre karışıyorum.


İkinci sabah

Ezan sona eriyordu Sultan Ahmet Meydanı’nda. Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi bir yanda, Sultan Ahmet Camii diğer yanda. Ayasofya niyetiyle geldim, Sultan Ahmet’e karşı mahcubum. İhmal ediyor muşum gibi hissediyorum. Ayasofya’sız yıllarda Firuz Ağa ile birlikte bütün yükü o omuzlamıştı. Bugün onun yakınından geçerken, o günlere ait bir dizi hatıra canlandı gözümde. Telafi edeceğim, söz...

Mukabelede okunan ayetler Ayasofya’dan meydana yayılıyor, sükunetle. Geçitlerden dolanarak avlu kapısından geçerken güvenlik görevlisinin, ‘hoş geldiniz’ hitabıyla kendimi topladım. Avluda adımlarımı hızlandırırken yanımdan biri entarili iki genç geçiyor. Diğeri uzak ülkelerdendi sanırım. Benden hızlıydılar. Ayasofya’nın cümle kapısından girince bir vahaya eriştim sanki. Susuz, yanmışım. Ayetlerin kudreti gücümü artırıyor, iç mekânın genişliği göğsümü genişletiyor. Kıbleye doğru ağır adımlarla yürürken sonsuzluğa yürür gibiyim. Sakin, olabildiğince sakin ilerliyorum artık, vuslatın neşesini yaşıyorum. Mihrabın önünde birkaç dağınık saf, o kadar. Kimi takip ediyor, kimi dinliyor. Hafız, mihrap nişiyle halvette, kendinden geçmişçesine kıraatına devam ediyor. Üçüncü saftaki bir aralığa ilişiyorum. Yüreklere Kur’an’ı bırakan hafızın tam karşısında diz kırıyorum. Bir yandan onu dinliyor, bir yandan kendimi, bir yandan da kubbelerde kanat sesleri yankılanan güvercinleri. Ne güzel yurtları var diye gıpta ediyorum, bir yandan da önümde onlardan yakınıma bir yere sadır olmuş bir şeyi mendilimle alıyorum. Birinci saftaki kedi de, mümtaz yerinde temizlenmeye devam ediyor; kimse onu rahatsız etmiyor, o da kimseyi. Bir ara saf aralarında dolanıyor, sonra gözden kayboluyor. Kulağım Kadim Kelam’da, gözlerim mihrabın iki yanındaki sedef kakma mahfazalar ve şamdanlarda. Üzerlerindeki gül ya da şakayık motiflerinin rikkatiyle inceliyorum. Mihrap alınlığındaki "küllema dahale aleyha zekeriyya'l mihrab" yazısının alt kısmındaki, yaldızlı yıldızlarla çevrelenmiş istifi okuyamıyorum. Bir an kafamı iyice yukarı kaldırıyorum. Perdelenmiş ikonayı seçemiyorum. Başımı sağa çevirerek öne eğerken duvardaki levhaları hızla okumaya çalışıyorum. Hafızın mukabelesine tutunmak için artık kendimi onun kıraatine bırakıyorum. Soluksuz okuyor; lezzeti bitmesin diye nihayete erdirmek istemiyor gibi okuyor. Kur’an şifadır, gözün de kulakların da kalbin de nurudur; bırakılası değildir.

Namazın her rekâtı tefekkür ve hüzün sağanağı, kalbe şifa, zihne feyz. Sonrası dualar. Duaların inkişafı aczimizin itirafı. Ehli İslam’ın yüreğini acıtan, yüreği olan her insanın acısı Filistin, mübarek Filistin... dualar ona. Amin diyenler her yerden, her coğrafyadan. İstanbul’a yakışan, Ayasofya’ya yaraşan çeşitlilikte müminlerin yakarışları, aminleri. İyi ki varlar, buradalar. Ayasofya hepimizin ama biz neredeyiz, nerelerdeyiz? Ayasofya’yı yalnız bırakmayan Ayasofya Mahallesi bugün nerede!...


Üçüncü sabah

Hayyaalassalah’ta Yahya Efendi’deyim. Sakin. Taşlık yokuşta yavaş yavaş ilerliyorum, irili ufaklı taşların koyulu açıklı, beyazlı, alacalı renklerini aşarak ilk kapıya erişiyorum. Yokuş sakin. Kedileri severek ilerliyorum, ardından kabirleri selamlıyorum, birini ihmal etmemecesine. Onlarla halleşmeye, hayatı ve ölümü derinliğine düşünmeye, geçmişle şimdi, bura ile ora arasında bağlar kurmaya çalışıyorum. Her nişane hayata dair bir satır yazıyor; okuyorum. Seher yelini hissediyorum aralarında. Secdelere varabilmek için bir kapıdan daha geçiyorum, sağımda sıralanmış suskun sandukaları, ve bir kapıdan daha, aynı şekilde, Fatihalar bırakarak. Mescitteyim, huzurda. Boğaz’ın dört manevi koruyucusundan birinin yanında. Denizcilerin piri, müderris bir alim ve şair Yahya Efendi’yi mümtaz bir ihtiramla selamlıyorum ve okunan ayetleri dinlemek için kıbleye doğru diz kırıyorum. Sırtı kıbleye hafifçe yan dönmüş hoca efendi, önündeki rahlesinden iz sürerek sükunetle okumasını sürdürüyor, müşfik ve teskin edici doğal sesiyle. Sükût, kaim; gönülde muhabbet de. Sırtımdaki yükler eksiliyor, içimdeki sıkıntılar hafifliyor, ferahlıyor, genişliyorum. Sekine hali bu olsa gerek. Kıraat bitmesin istiyorum. Birinci kıyam, ikinci kıyam. Secdelerden sonra selam. Bir aşr-ı şerif olarak okunan mihrabiye1, sükût ile halveti nihayete erdiriyor.

Hoca efendi’nin gönül selamıyla doğruluyor, Yahya Efendi hazretlerine yöneliyorum. Hasbihalini gönlümde çoğaltarak, Fatihalar eşliğinde huzurdan ve kapılardan edeple ayrılıyorum. Tekkenin nefesini içime iyice çekiyor, selvilerin esintisinde kedileri severek, yokuştan aşağı bırakıyorum adımlarımı.  


Dördüncü sabah

Ezanlar okunuyor ama daha var Fatih Camii’ne. Adımlarımı hızlandırıyorum. Sokak aralarından Malta Çarşısı’na doğru ilerliyorum. Dükkanlar kapalı. Hareketli çarşı tuhaf görünüyor. Doğru mu gidiyorum endişesi yaşıyorum bir an ama açık fırını ve caminin kapısını görünce rahatlıyorum. Fatih Camii’nin avlusu hayatla buluşmak gibi bir şeydir. Merkezdir. Olması gerektiği gibi. Şehir mi avluda, avlu mu şehirde ayırt etmek zordur. Böylesi hayatla içiçe camiler pek nadir. Kuşkusuz, camiler bulundukları yerlerin merkezleridir ama böylesi değildir.  Sümbül Efendi ya da Üsküdar İskele Camii böylesidir büyük ölçüde, ama hiçbiri Fatih Camii gibi değildir.... 

Avlu da sokaklar gibi sakin, sadece güvercinler, tek tük martılar, ama kuş sesleri hazırda. Daha fazla oyalanmadan iç avludaki şadırvanının kenarından seğirterek mukabeleye karışıyorum. İçerisi dışarıdan hareketli. Hafız gözü kapalı kıraatte, gözler rahlelerde; kimi dizini rahle yapmış, kimi duvara yaslanmış, kimi bağdaş kurmuş, kimi öbek öbek takipte. Mikrofona rağmen takip mırıltıları hissediyorum. Kubbeler, sütunlar, duvarlar her tınıyı emiyor adeta. Mihraba yakın yerdeyim, sedef kakma vaaz kürsüsünün yanında. Kürsünün sedefleri pırıl pırıl, üzerindeki on yıldızlı geometrik merkezin dalga dalga parıltılı dağılımları. Mihrap nişinde kıraat halindeki yaş almış hafızın yanında iki genç hafız, sırasını bekliyor. Mihrabın iki yanı şamdan, mukarnasın iki yanından aşağıya doğru iki silindirik denge sütunu ya da ben öyle sanıyorum, koyu rengiyle mihrabın mermer berraklığını öne çıkarıyor. Gözüm, mihraba yakın revzen tezyinatı ve üzerindeki rikkatli kıvrımları tararken; sadakallahülazim! Kulağım bu kez genç hafızın kıraatinde, daha coşkulu. Coşkusu yüreğime dokunuyor. Sahn-ı Seman’ın ilmi mekanın ruhuna siniyor, mekan baştan aşağı ilim tahsil ediyor; ilk medreseler, ilk alimler, ilk kâriler, ilk talebeler... Vaaz kürsüsünün altından bir kedi çıkıyor, yanımdan geçiyor, dokunamıyorum. Kediler camilere yakışıyor. Sadakallahülazim. Bu kez ikinci genç hafız sayfaları devralıyor, heyecanıyla ilim ve gönül Miras’ına bir ilmek daha atıyor, gözlerime de bir parça nem bırakıyor.

Mukabelenin ardından uzun rekatlara sarıp sarmalanıyorum; okunan her ayet gönlümde karşılık buluyor. Meleklerini selam ve Rabbi Teala’yı tesbih, emân ve sükûn bulmuş bir teslimiyete işaret ediyor. Müezzin mahfilinden cümle geçmiş anılırken, Habeşli Bilal unutulmuyor. ‘Sen hiç üzülme ya Bilal! Ümmet her ezanı duyduğunda sana fatihalar gönderiyor’...

Sakin adımlarla huzurdan huzurla ayrılırken, şadırvanın yanından dış avluya geçiyor, ağarmış gökyüzüne uzanan minarelere bir kez daha bakıyorum. Kuğurdayan güvercinlerin uğurlamasıyla, uyanan çarşıya karışıyorum.


Beşinci sabah

Ezan, Allahüekber diyor. Allah’ın veli kullarından bilinen Aziz Mahmut Hüdai hazretlerinin kapısına varmak için dik yokuşu tırmanıyorum. ‘Sen sarp yokuş nedir, bilir misin’ ayetini soruyorum kendime, nefes nefese. Nefsimi küçümsüyor, aczimi idrak ediyorum. Üsküdar ezanları el ele, eşlik ediyorlar yokuşu adımlarken. Yokuşta taş taşımıyorum, kendimi taşımaya çalışıyorum sadece. Vardığımda değecek, biliyorum; nefesim tazelenecek.

Çeşmeleri geçerek avlu kapısından giriyorum. Meşrutaların ve hazirenin arasından dik bir merdiven yükseliyor. Merdiven, adeta hakikati idrak basamakları; tamamlanmamış bir yol, aşılması gereken basamaklar. Her bir basamak öncekilerin izleri. İzlerin takibi, vefa borcu; hakikati hak etmek için can borcu... Huzurdayım, Yahya Efendi ile birlikte Boğaz’ın manevi koruyucusu olarak bilinen müderris ve kadı Aziz Mahmut Hüdai hazretlerinin huzurunda; edep ve ihtiramla selamlıyorum onu, ezanlar yükselirken semaya. Kısa bir molanın ardından, avludaki düzlükte nihayetlenen basamakları ağır ağır adımlıyorum. Cami kapısının eşiğindeyim artık. Etraftaki müşfik havayı içime çekiyor, temizlik kuşanmış kalabalıkla içeri giriyorum. Önümde genç müminler, pırıl pırıl, ardımdan da gelmeye devam ediyorlar; umutlanıyorum geleceğe dair, içime tarifsiz bir sevinç doluyor. Onlara bakmaktan, duvarlardaki barok süslere, pencere alınlıklarındaki ya da tavana yakın kısımlardaki yazılara bakamıyorum. Salavatın ardından sünnet. Sonrası, birlik olabilmek için bekleme süresi, aynı zamanda tefekkür imkanı; kendinle başbaşa kalma, kendine bakma imkanı. Ardından müezzinin Fatiha telkiniyle toparlanıyorum. Coşkulu bir ses, coşkulu rekatler, upuzun. İçime işliyor, işlesin istiyorum. Tesbihat, dualar, mihrabiye aynı coşkuyla... Cemaatin ruhu camiye caminin ruhu cemaate siniyor.

İçerde görmediğim kediler avluda. Ağır ağır iniyorum basamakları. Son mola, fatiha için. Sırtımı dönmemeye özen göstererek ayrılıyorum huzurdan, ‘denizlerde boğulmasınlar’ niyazını da gönül kuytuma bırakarak. Sokak aralarındayım. Gün ağarıyor, şehir uyanıyor...


Altıncı sabah

Ezan okunuyor. Tophane Çeşmesi’nin geniş saçakları altındayım. Issız. Dört cephesine işlenmiş meyvelere, meyve ağaçlarına,  vazolara, vazolardaki çiçeklere, vazolar için değişik sehpalara hızlıca göz atıyorum. Kelime-i tevhit okunurken doğu kapısından giriyorum. Kılıç Ali Paşa Camii’nin avlusundayım; şadırvanın biraz berisinde. Bugün tam olarak algılanamasa da, bir külliye camisindeyim. Cervantes camii denildiği olur, Sultan Ahmet’e çini renklerinden mülhem Mavi Cami denildiği gibi. Cervantes’in, esir olduğu yıllarda caminin temeline taş taşıdığı söylenir. Avludan içeriye seğirtirken son cemaat yerini örten sundurmanın sütunlarını sayamıyorum; bir düzine kadar.

İçeride, büyük bir genişlik hissi; çok ferah. Birkaç kişi beklediğine göre namaza durulacak. Mukabele yok gibi. Ortalık bir yere diz kırıp kendimi dinliyorum. Büyük bir sessizlik içinde faniliğimi ve aczimi idrak etmeye çalışıyorum. Bir ara sünnet için kıyama duruyorum. Bitirdiğimde etrafı süzüyorum. Henüz bir hareket göremiyorum. Cemaatin gelmesi bekleniyor, Üzerime tarifsiz bir inziva ağırlığı çöküyor. Gönlüm tefekkürde gözüm temaşada. Minberin yaldızlı külahı dikkatimi çekiyor. Yan duvarındaki etrafı rumilerle bezeli on yıldızlı geometrik halka da; pırıl pırıl. Mihrap da parıltılı; mermer nişin iki yanı iri şamdanlar, etrafı mavili beyazlı kırmızılı çiniler. Pencere üzerleri çini levhalar, yer yer küçük küçük çintemaniler, sedef kakmalarıyla göz alıcı vaaz kürsüsü, yukarılarda cüsseli hat levhaları... Sabır ve emek işlenmiş her yana. Derin bir nefes alıyorum, nasibime düşen güzelliğin seyrinde sessiz bir şehadet ile şahitliğimi dillendiriyorum; tınısı neredeyse duvarlarda katmerlenip geri dönüyor. 

Birkaç kişi daha geliyor. Hocamız mihraba doğru ilerliyor, uzlet ve tefekkür vakti de ibadet vaktine evriliyor. Abartısız, bir elin parmakları kadarız. Camilerimizi yapayalnız bıraktığımız aşikar. Eserlerimizi elimizden geldiğince korumaya çalışıyoruz, ya onlara hayat veren mahalleleri!.. Kâmet ve ardından rekatlar. Her rekatta uzun uzun okunan ayetlerin rikkati derunuma işliyor. Hoca efendi kıraatin hakkını veriyor da veriyor. Fatiha sonunda yüksek sesle aminler de cemaatimiz hakkında fikir veriyor; yakın diyarları fısıldıyor. Meleklerin tanıklığında salat ve tesbihatın ardından okunan mihrabiye, mekan ve zamanı elimden alıyor. Hoca efendi, muazzez kıraatiyle, Yüceler Yücesi’ni yüceltirken, beni de kulluğumun idrakine bırakıyor... 

Bahçede iyice serpilmiş nergislerin neşesiyle Tophane Çeşmesi’ne doğru ilerliyorum.  


Yedinci sabah

Taksim Meydan’ında sabah sakinliği. Taksim Camii tüm görkemiyle karşımda, bir kimliğin çağdaş tezahürü gibi. Minareler eşhedü dediğinde ona nefesimle katılıyor; makamın serinliğinde cami kapısına varıyorum. Avlu girişi, cümle kapısı, giriş kubbesi, kapı üstleri, hatlarla işlenmiş ayetler, iç kapı. Ezan nihayete ererken, caminin harimindeyim. Sessizlik zamanları. Yeryüzü müminleri serpilmiş harime; her yerden, her tenden, her yönden, her renkten, her dilden, her gönülden... Meleklerin tanıklığında buluşma sözü vermişler de toplanmışlar sanki. Mihraba doğru birikiyorlar. Yakın bir yere diz kırıyorum. Yüzüm, gözüm, kalbim, üzerine tevhit kelimesi işlenmiş mihrapta. Tevhid’in hemen altında bir ayet istifi; okuyamıyorum. Hoca efendi rahlesini kuruyor, cemaati selamlıyor ve kendini mukabeleye bırakıyor; nefesini de harime. Sesi sırım gibi işliyor sessizliği. Sakin kraati adeta sükuneti derliyor, toparlıyor, gönül kuytuma bırakıyor. Mihrabın mukarnasına kadar inen İslam harfleri, meşk ediyor nazenin kıraatle; kubbe kasnağındaki ve kuşaktaki harfler halka halka onlara katılıyor. Ayetler birbirine düğümleniyor. Seyredilesi ve okunası bir zarafet. 

Yüceler Yücesi’nin ve Habibinin ismi nakşedilmiş cüsseli yuvarlak levhalara. Levhalar,  Ayasofya’da ve Kılıç Ali’dekileri andırıyor. Miras ile günün tarzı buluşmuş. Yeniliğine rağmen ondanmış caminin sıcaklığı! Yenilik aykırı değil, tersine bütünleşik; tarih ile güncellik elele, mütenasip... İkinci kârinin makamı yüreğime dokunurken, gözlerim de vaaz kürsüsünden minbere kayıyor. Minber apaçık. Ahşap, metal ve mermerin biraradalığı, tarzdaki bütünleşme arayışının tescili. Etrafım açık kahve, yoğun sarı ve su yeşili renkler; hepsi sıbgatullah, bütün renkler O’nun, menşe O’nun, fıtrat O’nun, her şey O’nun, kıbleye yönelmiş müminler gibi. Sadakallahülazim.

Tefekkür vakti ibadete evriliyor; gönüller bedenleriyle saf tutuyor seher vaktinde. Seher vakti, vakitlerin zirvesi derunumda. Vakitlere ve rekâtlere sığan uzun kıraatler, inci tanelerinin nurlarında. Okunan her bir kadim kelime, hikmetin vaz’ında. Aminler yine yüksek seslerde, selamlar birlikte, dualar içtenlikte. Müezzin mahfilinden gelen makamlı salavat ve tesbihat, mihraptan gelen makamlı mihrabiye ile halvette. Huzurdan huzurla ayrılırken, makamların hakkını veren müezzinin yanından geçiyorum, mütebessim selamlaşmayı ihmal etmeden...

Vaktin idrakiyle meydandayım.


Sekizinci sabah

Büyük Selimiye Camii’ne, deyim yerindeyse bir kışla camiine doğru ilerliyorum. Doğu kapısına yaklaşırken, ezan okunmaya başlıyor. Ipıssız. Asasından destek alarak yürüyen bir aksakallı, önümsıra avlu kapısından giriyor. Hemen ardından ben de. O camiye yöneliyor, ben, cümle kapısına nazır avludaki heybetli çınara; makamına hayran olduğum ezanı sonuna dek dinlemeye. Münzevi çınarın tanıklıklarını hayal ediyor, öncekilerin hikayelerini duymaya çalışıyorum. Fısıldayıversin istiyorum... Ezanın nihayetiyle içerde, harimdeyim. Mukabele başlamış bile. Geniş, yüksek, ferah. Üşüyorum biraz ama cemaatinin sıcaklığıyla ısınıyorum. Mukabeleyi canhıraş takip azimlerini, bir rahleden birlikte takip eden iki kişinin gönüldaşlığını, mihraba yakın sıralanışlarını, takip etmeyenlerin dinleme edebini, hoca efendinin kendini vakte ve onlara göre ayarlamasını görünce, gönlüm ısınıveriyor; onlardan biri oluveriyorum.    

Kur’an kıraatini hakkını vererek icra eden kârîleri dinlerken bir yandan da vaaz kürsüsünün üzerindeki yazıyı okumaya çalışıyorum. Bir yere bir yazı yazılacaksa öylesine yazılmaz, biliyorum. Okumayı başarıyorum: ‘innema yahşallahe min ibadihil ulemau’. Mealini de hatırlıyorum. Ayet-i kerime; “ancak ilim sahipleri, alimler Allah’tan gereğince korkar” diyerek vaaz ve irşad makamını techiz ediyor; zihnimi de gönlümü de içine alıyor. Kürsünün mermerden barok ya da ahşap sedef kakma olması önemini yitiriyor. Mihrabın ya da minberin Eyüp Sultan Camii’ndeki mihrap ve minber bezemelerini andırması da. Kürsüde kalıyorum, mukabele nihayete erene dek. Sayfalar çevrilirken sessizliği yaran hışırtıların makbul yankısında, ‘liyakat’i, liyakatteki ölçüyü, liyakat adabını, liyakat ahlakını, ilmin liyakatini, ilim sahiplerini, dünü ve bugünü tefekkür ediyorum. Bir yandan da Miras2 işte böyle olur, medeniyet işte böyle inşa edilir; ilim ile olur, ilmin kıymetiyle olur, ilmin kıymetini bilenlerle olur, demekten kendimi alamıyorum.

Mukabelenin hakkını ziyadesiyle teslim eden hoca efendiler, tilavet secdesinin ardından, rekatları da idraklerimiz için layıkıyla eda ediyorlar. Aminler sakin. Salavat ve tesbihat sakin; acelesiz. Dualar hastalara, yakınlara, mahalleliye derken olması gereken yere geliyor, arz ve arş arasındaki sorumluluğun bilinciyle Filistin’e yöneliyor. Acz ve çaresizlik hisleriyle, Refik-i Alâ’dan medet ve himmet için yürekten aminler sıralanıveriyor. Mihrabiye mana ve yakarış halkalarını tamamlıyor. Kitab’ın kadim kelamıyla yüreklerimizi teçhiz edenleri minnetle selamlıyor ve göğsüm genişlemiş olarak çınarın altına dönüyorum. Semaya bakıyor, dualarımı çoğaltıyor, sımsıcak bir mahalle camisinden hüzünle uzaklaşıyorum, zihnime ilim meselelerini alarak.


Dokuzuncu sabah

Emirgan Hamid-i Evvel Camii’ne eriştiğimde ezan, es-salatu hayrun mine'n nevm’de; namaz uykudan hayırlıdır, diyor hz. Bilal’in Miras’ına tutunarak. Boğaz’a bir an bakıyor ve tarihi çeşmenin karşısından avluya geçiyorum. Caminin kapısı çok süslü, kitabesi yeşil ışıklarla ışıklandırılmış. İçeriye girdiğimde, süslemeler barok tarzını apaçık dillendiriyor. Ahşap ve taşın halvetiyle imar edilmiş caminin minberi, tavan göbeği, hünkar mahfilindeki çiçekli metal kafesler; hepsi yaldızlı. Çeşitli yerlere işlenmiş akantus yapraklı motifler ile Sultan II. Mahmut güneşine, çeşitli tarzlarda istiflenmiş hat levhaları ve çeşitli motiflerle bezenmiş taş işlemeler eşlik ediyor.

Mihraba karşı diz kırıyorum. Sessizlik zamanları. Mihrap nişindeki süslü ve cüsseli kandil motifine bakarken müezzin mahfilinden gelen bir Yasin-i şerif sessizliği kuşatıyor. Gönlüm kıraatin tınılarında gözüm kandilde, zihnim tefekkür ve tezekkürde. Kandilsiz olmaz, diyor içim; halılar, kilimler, namazlıklar kandilsiz olmaz. Nebiler Nebisi, Mescid-i Aksa kandilsiz olmaz, diyor.  Gidilmese bile, kandillerinin ışıması için gayret edilmesini öğütlüyor. El Aksa gibi, yeryüzü ve gökyüzü de kandilsiz olmaz; kandilin nurundan mahrum kalmaz. Kandil (misbah), mişkâtsiz (kandilin yuvası), zücâcesiz (cam) olmaz. Biri diğerinin içinde olmazsa olmaz. Kandil onlarla birlikte nurdur; nurun içinde nur olmazsa olmaz. O yüzden kıblededir; o yüzden kıbleyi gösterir, o yüzden kıbledir. Kıble nurdur; kandilin nurudur...  

Kelam-ı Kadim’in bereketli sesiyle gönüller dolarken, çevre esnafın emektarları ve mahalleliyle harim de doluyor. Fatiha’yı müteakip, kâmet ve yaşı epey ilerlemiş ilahiyatçı bir yazar hocamızın yorgun kıraatiyle salat. Upuzun bir rekat, ikincisi inşirah, her ikisinde de kalbe şifa secdeler; sonunda aczin idrakiyle mekanı kuşatan mihrabiye ve dualar.

Birbirine hayırlı sabahlar dileyerek ayrılan mütebessim cemaatin arasında kapıya doğru yavaş yavaş ilerliyorum. Bir süre şehrin sükunetini dinliyor, Boğaz’ın sularındaki kımıltısızlığa bakıyorum; sonra doğuya ve yine, ve ısrarla olmaz diyorum, ‘kandilsiz olmaz!’.


Onuncu sabah

Vakitlerin şahında Teşvikiye’deyim. Erken gelmişim. Avluda biraz eğleşiyor, zarif nişan taşlarına göz atıyorum. Yağmurun artan şiddetiyle, içeri giriyorum. Ezan da okunmaya başlıyor. Avlanma ve nişan talimi hikayelerini geride bırakıyorum. Ok, yay, hedef, kubur, tüy, telek, temren, kemankeş... Nişan taşlarıyla birlikte zihnimde uçuşan bir dizi talim ve kahramanlık hikayesi de, hattatların nefes ve kaslarını güçlendirmek için okçulukla ilgilenmeleri de geride kalıyor.

Dönemin bürokratları, tüccarları ve aydınları dikkate alınarak yapılmış, yeterince süslü bir yapının içindeyim. Son cemaat yerinden geçerek harime doğru ilerliyorum. Henüz kimseler yok. Bir kedi önümde iki yana yuvarlanarak şirinlikler yapıyor. Hoş bulduk diyor, sevmek istiyorum. Mihraba kaçıyor. En üst basamağa kuruluyor, bana bakıyor; bir süre, ben de ona. Sonra, onu sükunetine bırakıyor, mihraba, minbere, yaldızlı süslemelere, arkada ikinci kattaki hünkar mahfiline, sütunlara, sütun başlarına, kubbeye hızlıca göz atıyorum. Minberin külahı tuhaf geliyor; takılmıyorum. Biraz geriye çekilerek bir kenara ilişiyorum. Cemaatin gelmesini beklerken düşüncelere dalıyorum. Eyüp Sultan ya da Fatih ile Teşvikiye’yi, Hacı Bayram ile Kocatepe’yi, üzerindeki yükü Kocatepe’ye bırakan bir zamanların Maltepe’sini düşünüyorum. Mekanların simgesel dil ve söylemleri, işlevlerinin önüne geçebiliyor. Genellikle cenaze törenleriyle görünür hale gelen böylesi camiler, simgesel göndermeleriyle birlikte hatırlanıyorlar. Simge-mekanlara anlamını işleyen, büyük ölçüde bizleriz, mekanlar değil; bizim tutumlarımız, bizim yargılarımız, önyargılarımız, benimsemelerimiz, ötekileştirmelerimiz, belki kimi zaman gözlerimizdeki perdeler, kimbilir! Son tahlilde, her biri müminlerin cem oldukları, toplandıkları mekanlar... 

Cemaat yavaş yavaş toplanıyor. Caminin müdavimleri oldukları, has cemaati oldukları besbelli. Şahitli vakitte, harime ikişerli üçerli gruplar halinde serpiliyor, kâmete kadar fısıldaşarak hasbihal ediyorlar. Hocamız mihrapta, cemaate bakıyor ve kıbleye dönüyor. Sonrası tekbir, kıyam, rüku, secde, tahiyyat, selam, salavat, tesbihat, dua ve nihayetinde mihrabiye. 

Geldikleri gibi yavaş yavaş dağılıyor cemaat. Arkalarından ben de çıkıyorum. Avluda musalla taşını görünce, siyah gözlükleriyle kenarda bekleyen cenaze yakınları gözlerimin önüne geliyor. Yağmurun bereketi altında yürürken, simgenin gücünü ve kolay dönüştürülemez yapısını düşünüyorum. 


On birinci sabah

Mağfiret günleri başlıyor. Rahmet, evvelinde kaldı. Mübarek ay, beraate doğru... Vaktin idrakiyle Yeni Valide Camii’ne yöneliyorum; namı diğer Valide-i Cedid Camii’ne ya da kısaca Yeni Cami’ye. Henüz ezan okunmadı. Cami bir külliye camisi; Gülnûş Emetullah Valide Sultan Külliyesi’nin. Külliye olunca çeşmesi, sebili, muvakkithanesi, imareti, mektebi, hamamı, meşrutası, haziresi de mevcut. Valide Sultan’ın kuş kafesi gibi açık türbesi de orada. 

Ezan ile  meşrutalı kapının altından dış avluya giriyorum. Issız. Yavaş yavaş merdiveni çıkarken kapı üzerine nakşedilmiş kelime-i şahadeti sesli sesli okuyorum. Gönlüm genişliyor. İç avluya geçtiğimde, ışıklandırılmış şadırvanın kubbesinden caminin kubbesine doğru kafamı kaldırıyorum. Semaya yükselen mütevazi kubbeleri seyrediyorum bir süre. Şadırvana yaklaşıyor, su sesini hissedebilmek için kurnasından bir avuç su alıyorum. 

Cami kapısı tüm zarafetiyle karşımda. Üzerine işlenmiş upuzun kitabesi eşine az rastlanılır güzellikte, ona bakmadan geçemiyorum. Ağır keçe perdeyi kaldırıp altından içeriye giriyorum. Mukâbele başlamış. Ortalık bir yere çöküyorum. Hoca efendinin coşkulu kıraatine kendimi bırakıyorum. Kulağım şifasına erişiyor. Bir ara turkuaz desenlere yaslanmış mihrabın zerafetine, sade mukarnasına, yeşil üzerine yaldızlı işlemelerine bakıyorum. Mihrabın bir yanı minber, diğer yanı bomboş. Sarsılıyorum bir an. Orası doluydu yıllar önce. Hala askılar yerinde duruyor ama askıların üç yüz yıldır tuttuğu ahşap çerçeveli Kabe örtüsü maalesef artık yok. Hayıflanıyorum. Yetmiyor; ileniyorum, buğzediyorum. Tahminen en az beş metre uzunluğundaydı. Çerçevesinden kesilerek çalındı. Çerçevesi de uzun süre ibret-i alem kenarında kalan parçalarıyla bekletildi, sonrasında boş çerçeve de kaldırıldı. Akıbetini bilmiyorum ama askılar hala o mübarek dokuyu, o mübarek kokuyu dillendiriyor. Birbiri peşi sıra kıraat eyleyen kâriler, öfkemi teskin ediyor, mağfiret günlerinin ilk vaktini coşkulu nefesleriyle bereketlendiriyor. Hünkar mahfiline yakın bir kemerin altına asılmış bir levha da acz idrakimi: ‘edrikni ya hazretü'l hızır aleyhisselam’; yetiş ya Hızır. Mukabelenin coşkusuyla devam ediyorum; yetiş ya Rasulallah, yetiş ey Allah’ım... Kâmetle saf tutan müminler, uzun rekatlerin fatihalarına sakin aminlerle eşlik ediyor. Tahiyyat, selam ve tesbihatın ardından yapılan dualar, yürekten aminler ve mihrabiye ile tamamlanıyor. 

Şadırvanın kenarından dış avluya geçiyor; kuş cıvıltılarının verdiği neşeyle, kuş saraylarına bakıyorum. Hünkar kapısından çıkınca hemen sağdaki çeşmenin üzerindeki çiçek ve meyve figürlerine bakıyorum. Alt kısımda sırlanmış selvileri seçebiliyorum. Bir şeye batırılmış bıçak temsilini anlamaya çalışmıyor, camiyle yaşıt olduğunu duyduğum yitik kabe örtüsünü düşlüyorum.  

  

On ikinci sabah

Uyku mahmurluğu belki. Yolları karıştırıyorum. Ezan okunuyor bereket. Çağrının geldiği yöne doğru yöneliyor; sesin izini sürüyorum. Gecikiyorum, Çilehane Camii’ne. Eriştiğimde, mukabele yok, kâmet getiriliyor. Cemaate katılıyorum sık adımlarla. Rükûnların hakkı verilerek iki rekat tamamlanıyor. Tesbihat esnasında etrafımda çok sayıda genç olduğunu farkediyorum; her renkten, her kıyafetten. Seviniyorum. İlim tahsil etmek için ülkelerinden buraya geldiklerini vehmediyorum. Çilehane’yle birlikte bir ilim ve hayır külliyesini de kucaklayan bir camide olduğumun farkındayım. Dua ve mihrabiyenin ardından herkesin dağılmadığını farkediyorum. 

Avluya çıktığımda içerden Kadim Kelam’ın sesi geliyor. Mukabele henüz başlıyor! Ağırdan alıyorum. Hiç olmazsa biraz dinlemek istiyorum. Çilehane’nin etrafında mola veriyor; kırk günlük itikafı sabah serinliğinde anlamaya çalışıyorum. Anadolu’dan balkanlara doğru bilebildiğim çilehaneleri tarıyorum zihnimde; ne kadar çok! Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinden Mahmut Hüdayi hazretlerine, Şaban-ı Veli hazretlerinden Merkez Efendi’ye, oradan Somuncu Baba’ya, Ebul Vefa hazretlerine... dek menkıbelerde güzellikleriyle dile gelen erenleri hayırla yad ediyor; ilim, ahlak ve erdem abideleri olarak, toplumun maneviyat dinamiklerindeki belirleyici etkilerini ziyadesiyle idrak ediyorum. 

Buralarda bir yerlerde çeşmeler vardı, aranıyorum. Hemen biraz yukarıdaymış. Altı musluklu oval bir şadırvan; depo kıvamında. Kuyusuz. Suya hasret olmalı. İfadesiz tepeliğiyle salt seyirlik için artık maalesef. Üzerindeki kitabeyi okumaya çalışırken ayaklarıma kedi yavruları dolanıyor. Ses çıkarmıyorum. Ya Ebu Hureyre! diyorum, kaygılanma, dertlenme sakın, Miras’ına sahip çıkan o kadar çok insan var ki... Talik yazıyı tam olarak okuyamıyorum ama okuyabildiğim kadarıyla çilehanenin Aziz Mahmut Hüdayi için 1291’de yapıldığı ifade ediliyor...

Mukabele devam ediyor. Seherdeki nasibime şükrediyor, Hüdayi Çilehane’si olarak akıllarda yer etmiş ilim külliyesinden ‘vakitler hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola, gönüller handan ola...’ diyerek ayrılıyorum.


On üçüncü sabah

Eminönü’nde ezanlara yetişiyorum. Niyetim Yeni Cami. Solumda Evliya Çelebi’yi hatırlatan Ahi Çelebi Camii, sağımda Osmanlı’nın en zengin sadrazamının ismini taşıyan Rüstem Paşa Camii. Ahi Çelebi biraz mesafeli. Rüstem Paşa’ya göz atabilirim. Merdivenlerinden hızlıca çıkıp pencerelerinden dünyaca ünlü nadide çinilerine hayranlıkla bakıyor, kapısının sağ tarafındaki zarif kabe tasvirine hafifçe dokunuyorum. Çinilerin güzelliği karşısında Yeni Cami niyetimi değiştirebilirim ama cemaat namına kimseyi göremiyorum, bir hareket de yok! Vakit girdiğinde belki birkaç kişi olur. Göze alamıyorum. Rüstem Paşa’nın yaptırdığı sayısız cami ve mescidi düşünerek, bir yandan da zenginliğini hayal etmeye çalışarak Yeni Camii’ye doğru hızlı adımlarla ilerliyorum.

Yeni Cami ya da Valide Sultan Camii, cüssesiyle görkemli. Çok emek verilmiş. Deniz kenarındaymış bir zamanlar. Caminin baniyeleri Valide Sultanlar ve dönem dönem değişen mimarların cansiparane gayretleriyle yaklaşık yetmiş yılda tamamlanmış bir külliye; hünkar kasrıyla, kütüphanesi, çeşmesi, çarşısıyla... Son büyük eser.  Ben ona yaklaştıkça, o da büyüyor. Mısır Çarşısı’nın kapısını kapalı görmek zaman idrakimi ve yön duygumu derinden etkiliyor. Avlu kapısından camiye girince, içerden herhangi bir mukabele sesi duymuyorum. Cemaat yavaş yavaş toplanıyor. Şadırvanın ve avlunun zarafetine kısa bir süre bakarak içeri giriyor, kubbelerle genişliyorum. Selvili karanfilli çiniler, yeşilli grili pembeli çeşit çeşit motifler her yanda. Boşluksuz. Noktasal bakış talep eden karmaşık bir güzellik. Cemaat sessizce vakti beklemede. Mihraba doğru yaklaşırken soldaki sedef kakma vaaz kürsüsü, bedii çiçek motifleri ve çintemanileriyle oldukça farklı görünüyor. Bağdaş kuruyor, çiçek desenli beyaz revzenlerin içlerine istiflenmiş hatları sessizce okumaya çalışıyorum. Sessizlik zamanları kâmet ile ibadet zamanına evriliyor. İki elin parmakları kadar cemaatle iki rekat bihakkın eda edilmeye çalışılıyor. Tesbihat ve aşır ile harime hüzün doluyor. Cemaatin dağılmasının ardından bu büyük yapıda büyük bir yalnızlığı derunumda hissediyor, batı kapısına doğru ilerliyorum. Arka sütunlardan birinde demir kafeste mahpus bir Kabe tasvirini farkediyorum. Çini. Aralıklarından tasarım zerafetini mi görmeye çalışayım, yoksa nasıl bir eman ikliminde ömür sürdüğümüzü mü düşüneyim! Ürperiyorum... 

Gün ağarıyor. İki kabe tasviri görmüş olmanın süruruyla meydandayım. 


On dördüncü sabah

Ayın ondördü. Ay, yusvarlak ve parlak; pırıl pırıl, tabak gibi.  

Ay gördüm,

Nur gördüm,

İmanımı pür gördüm

Ay gördüm Allah 

Amentü billah

Rüstem Paşa Camii’nin selamıyla geliyorum, Sokullu Mehmet Paşa Camii’ne. Küçük Ayasofya az ilerde. Mekanların da ruhu var, bedenleri gibi. Konuşursanız konuşurlar, selamlarsanız selamlarlar. Dün sabah Rüstem Paşa’yı geçmek zorunda kalmıştım, bugün muadili bir mahalle camisindeyim. Rüstem Paşa, malum, esnaf içi. Erken dükkan açanların uğrağı bir cami. Sokullu, haneler arasında. İstanbul’da türünün üç örneğinden biri. Daha mütevazısı de Üsküdar’da; Çinili Cami. Her üçü de külliye camileri.

Avlu kapısının merdivenlerinden çıkarken yavaşça göze dokunan kubbeler, basamakların nihayetindeki kemerin altından muhteşem görünüyor. Avluya geçince, ana kubbenin zarafeti büyük ölçüde görüş alanından çıkıyor, geriye son cemaat mahallinin revaklarıyla şadırvanın saçaklı kubbesi kalıyor. Son cemaat mahalli, mükebbiresiz3; duvarları, mukarnaslı iki niş etrafında dört pencere ve iki kapı. Üzerlerinde, mavili beyazlı çini hatlar; okunası, seyredilesi...

Ezan bitiyor! Avluda epey oyalanmışım. Mukabele sesiyle içeri giriyorum. Önümsıra birkaç genç. Hoca efendi, rahlesi önünde tek başına okuyor. Gençler ibadetlerini tamamlayıp çıkıyorlar. Kıraatin gönlüme aktığı sessizlik ve tefekkür zamanlarındayım.

Ayın öndördü gibi güzel çinilere bakıyorum. Mihraptan kubbe kasnağına kadar tamamen çini. Kasnağa erişen çinili pandantifler bir ağacın dalları gibi sarıyor kubbe altını; kökü kıblede dalları semada sanki. Birkaç kişi daha geliyor, sünnete duruyorlar. Bakışımı, mihrabın nadide çinili külahına, oradan tekrar kıble duvarındaki çinilere çeviriyorum,  içine işlenmiş irili ufaklı hatlara, oradan çiçek motiflerine, karanfillere, sarmaşık gibi yükselen lalelere, gül ve karanfillere, hatayilere, pençlere, hançer yapraklara, yaprakların içinde kıvrılan bulutlara... bakıyorum. Desenlerdeki dönemin meşhur kırmızıları, kıraatin şevkiyle çok daha güzel görünüyor.

Bir an, Kadim Kelam’ın sesi aralanıyor: Tilavet secdesi! Sonradan gelenlerle bir elin parmakları kadar oluyoruz. Secdeye vardıktan sonra, kıble tarafındaki revzenlerin alt kısımlarındaki ayet istiflerinin letafetini farkediyorum. Ayrıntılarını göremiyorum, epey yukarıda kalıyor. Mihraptaki şamdanlara, denge sütunlarına, mukarnasına bakıyorum. Hacerülesved parçalarını4 aranırken kıraat nihayete eriyor. Birlikte kıblede olma vakti. Mukabelenin kulaklarımdaki şifası secdelere sirayet ediyor, kalbim huzur ve sükûn buluyor. Duygularım iyice inceliyor. Mihrabiye dinlerken içim tezekkürde: Kur’an şifadır ve Allah ne güzel vekildir!

Cemaatle musafahanın ardından, dört ayrı noktadaki Hacerülesved parçalarını derunuma yerleştiriyor, cümle kapısından çıkıyorum ve aşağıdaki müşfik dar sokaktan Küçük Ayasofya’ya doğru yürüyorum. Hayırlar feth ola!



(*) Yedi İklim, Nisan 2024, Sayı 409-413.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder