2 Şubat 2012 Perşembe

bana ait olan

FILY DABO SISSOKO
Türkçesi: Mete ÇAMDERELİ
(Kara Afrika Şiirleri, Paris, Debresse, 1963)

Malili yazar ve siyaset adamı F. D. Sissoko, Nijer ırmağının hayat verdiği Bamako'da doğmuş (1900), milletvekilliği, bakanlık gibi görevlerde bulunmuş. Çok yer gezmiş.  Modibo Keita tarafından ihanetle suçlanmış, tutuklanmış ve ağır hapis cezasına çarptırılmış. Bamako'da hapisteyken ölmüş  (1964)
"Benim için şiir hayatın bütünüdür" diyen şairin, şiir kitapları (La Savane rouge [fr.çev.], 1962) ve bir de romanı (la passion de Djimé [fr.çev.], 1957) bulunmaktadır.

 

BANA AIT OLAN

         Bana ait olan, sırtıma giydiğim giysi değil. Başkalarının da var, aynısından.
Gecelerime siper olan kulübe de değil. Başkalarının da var aynısından.
         Güzel bir yemek de değil. Başkaları daha iyi yapar, her çeşidini.
         Talih de değil. Gelip gider, sabun köpüğü gibi.
         Sefalet de değil. Başkalarını bunaltır, benden çok daha fazla.
         Bana ait olan, hastalıktır. Hiç kimse ağrı duymaz benim yerime.
         Bana ait olan, vicdan azabı. Kimse çekmez onu benim yerime. İçimi parçalar, tepkilerimi canlandırır; ve, umutsuzluğa sürükler beni.
         Bana ait olan, imanımdır benimle kabre gelen; et kurtlarına ve akkarıncalara teslim edilmiş, her yanı sımsıkı sarılmış, beni doğuran ve geri döndüğüm toprakca.

 

KÖRLÜK

        
         Gülümserken sana dünya, okşarken seni hatta, yer ve gökyüzündeki renklerle doyururken acıktığında, yoksun bıraktı seni Allah gün ışığından, birdenbire.

         Sana hiç tercih hakkı bırakmadı Allah. Cüzzamı yeğlemeyecek miydin sen aksi halde? Beneklerin, irinlerin, korkunç yaralarınla katlanılması güç huysuz bir adam olmayacak mıydın?

         Sana hiç tercih hakkı bırakmadı Allah. Ölümü yeğlemeyecek miydin sen aksi halde? Günün sevincini duyumsayan, gecenin karanlığıyla bedbaht halini hiç göremeyecekti dünya, böylece.

         Rahatsızlığı sabırla karşıla, bahtsız kardeşim, bir tek sen değilsin Allah'ın azap çeken kulu. Belki imreniyor başkaları senin yazgına. Körlük bir yaşam biçimi. Bir başkası(nınki) gibi.


SADAKAT


         Sadık olduğu söylenir köpeğin. Sahibini tanır yirmi yıl sonra bile. Sadık olduğu söylenir leyleğin. Döner gelir yuvasına her zaman. Sadık olduğu söylenir dumanın. Yükselir gökyüzüne doğru her zaman. Sadık olduğu söylenir suyun. Bir eğim arar her zaman.

         Sadakat bu işte, ama dahası da var.

         Kalp kalbe, onda eriyecek derecede açıldığında, ve böyle kurulur aşk bağları iki kardeş-ruh arasında, bazen zayıf düşer fırtınalarda, kopmaya yüz tutsa da kimi kez; Kasırganın ortasında berkitmek bu bağları, bütün lekelerden arındırmak onları, çıkan bütün engellere rağmen. Budur işte sadakat: az bulunur kara leylek.

 

GÜLEN ÇOCUK


         Çocuk kabahat yapmış. Yakalıyoruz elinden. Birşeylerden kuşkulanıyor.
          Hurma ağacından koparıyoruz bir dal. Kaldırıyoruz kolumuzu. Çocuk başını kaldırıyor ve gülümsüyor.
          Onu güldürmek hoş. Dalı bırakıyoruz elimizden. Çocuğu kaldırıyoruz ve öpüyoruz onu.



NİYE AĞLANMASIN Kİ?


         Ölüm, yaşamdan önce geldi yeryüzüne. Her yaşam ölümden önce döner geri. Herşeyin üstesinden gelir ölüm, ama alt edemez onu hiçbir şey.

         Aynıdır herkese bu koşullar; beklendiktir yaşlı bir adamın ölümü, beklendiktir yaşlı bir kadının ölümü. Ama yürek sızlatır gençliğe adım atan bir çocuğun ölümü.
        
         Kalbi yaşama sevinciyle çarpan çocuk, sezer ilk kez acı gerçekleri. Bağlıyken sıkı sıkıya evine, geleceği biçimlenirken alnındaki meçhul çizgilerde, kahır okşar yalnızca onu. Duyduğu pişmanlıklar ve Tanrı iradesine teslimiyeti çıkar gün yüzüne cılız bir ışık gibi. İtiraf edin, yürek sızlatmaz mı bu çocuğun ölümü.

         Ölümle pençeleşen böyle bir genci gördüğünüzde, yaşamın sultasını çocuğun kuru dudaklarından koparan gücün bu saldırısına tanık olduğunuzda, artık çocuk güçsüz düşmüşse ve zamanı yoksa dua etmeye. İtiraf edin, itiraf edin ve itiraf edin. Tanrıya , Esirgeyen ve Bağışlayan Tanrıya karşı günah işlemek değildir gözyaşı dökmek.

  

NİONSON'UN ÖLÜMÜ


         Nionson gitti, bırakarak "diyoro"sunu annesinin kollarına.
         Dönüyordu başlık provasından, tek başına, sağlıklı mı sağlıklı, gülümseyerek hayata.
         Bir dereden geçerken, büyük bir incir ağacının yanında, şiddetli bir darbe aldı ensesine.
         Düştü dizlerinin üstüne, elleri yerde. Doğruldu yeniden, ovuşturdu ellerini, sıvazladı ensesini sonra.
         Akşamdı. Güneş alçalmıştı ufukta. Gece olmuştu sonra.
         Kaskatıydı boynu, sertti bakışları. Sırtı, ateş rengindeydi tastamam.
         Ailesi toplanmıştı telaş içinde. Zalimdi gece herkese; gençlere, yaşlılara.

* * *
         Nionson düğününün arefesindeydi. Örülüyordu düğün başlığı gizliden.
         Ve, bir gün daha kollayacaklardı onu uçurmak için, kızıl çaylağın yavrusuna yaptığı gibi.
         Ve işte uzanmış boylu boyunca, korkunç bir rahatsızlık içinde, gözleri dönmüş, parmakları kapıveriyor boşluğu.

** *
         Sabah, Nionson veda etti dünyaya, bırakarak annesinin kollarına "diyoro"sunu ıtır kokusu, peştemal ve mücevherle dolu tıkabasa.
         Ve annesi göremiyor artık bu "diyoro"yu, kızının üzerine titrediği ve yıkılmış, yitmiş umutlarını canlandıran.

***
         Nionson dostumdu. Dosttuk biz, iki çocuk nasıl dost olursa öyle; safiyane, kendinden, riyasız.
         Örnek alarak onu, heves ederek, hüküm giydim üç yara izine yüzümde, onun yaptığı gibi, usturaya meydan okumak için.
         Köyde, görüşürdük birbirimizle usanmadan. Çalılıklarda, oğlaklarımızın ardında, yürürdük iki kişi, oraya buraya gidip gelirken.
         Arkadaşlarımız, Salan, Tumani, Bira ve diğerleri de aynını yaparlardı, ikişerli, diğer kız arkadaşlarımız Siraba, Dalla ve Bintu ile.
         Yarın yamacında, "tenyeler"i devşirmesine yardım ederdim, şu lâl renkli meyveleri, ne güzeldir üzerleri kemer kemer, ya taçları.
         Bu masum oyunlar mutluluğumuzdu; süslenmişlerdi küçük ikramlarla: nilüfer çiçekleri, kürdanlar, yüzükler ve fildişi uçları.
         Gün geldi. Kardeşim aldı beni atının terkisine. Yola çıkış anıydı bu okula. Ayrılıktı.
         Yıllar yılı ayrılık. Döndüğümde, mezarını gösterdiler bana, akıbetinden bahsettiler, benim size naklettiğim gibi.

(Kara Afrika fiiirleri, Paris, Debresse, 1963, s.135-137)



ÇİT DEVRİLİR


         Gündüz, güneş ateş gibi, gece, toprak fırın. Uyunmaz artık kulübelerde.
         Yine de güzel bir gün, rüzgarı solumaya başlar doğu. Her şey durur. Kımıldamaz bir yaprak bile. Tukanlar, çolpa uçuşlarında, bileyecekler gagalarını.
         Bu öğleden sonra, kımıltısız havada, sarılacak ufuk ince gri bir çatkıyla. Yavaş yavaş kararan ve gözlerimizin önünde koyulaşan.
         Nihayet, bunaltıcı kımıltısızlığında, koyu "lela" rengini alır ufuk. Bir korku kaplar o sırada bütün yürekleri.
         Az sonra kül rengi bulutların bağı çözülür; kayarlar gökkubbenin tepesinde; güneşi örtmeye.
         Gece olur güpegündüz yeryüzünde.
         Köpekler saklanırlar, kuyruklarını kıstırarak. Rüzgar çıkar, sallar yaprakları; bütün gökyüzü hareketlenir sonra da. Rüzgar homurdanır ve gider dörtnala, boş asmakabaklarıyla eğlenerek, damlardaki samanları söküp atarak.
         Yağmur gelir ardından ve yağar boralarla. Kavrulmuş toprak soğuyuverir hemen. Sağır edici gürültü yüzünden duyamaz birbirlerini kulübedekiler.
         Epeyce uzun sürer bu hal. Sonra kesilir gürültü birden. Öter horoz. Ve biter.
         Manzara berbat. Saçılmış her yana kökünden sökülmüş ağaçlar. Damlar sürüklenmiş uzaklara. Hemen her yerde çitler yerde.
         Yıkanan güneş kızıllaşır. Kurbağalar, uyandırılmış ansızın, selamlar hep birlikte, yeni mevsimin gelişini.
         Çit devrildi denir  işte.
         Dokuzuncu kamer ayının dokuzuncu günü böyle olur genellikle.

(Kara Afrika fiiirleri, Paris, Debresse, 1963, s.138,139)



AŞK ŞARKISI

Çiçekler henüz açmış, şevk ile esrimişler; bütün zariflikleri nafile.
         Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Şafak söker gülümseyince, parıldar yıldızlarca.
         Sevgilim Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Onun şevki neşemdir benim; sükutu ıstırabım.
         Sevgilim Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Sever buhurun buğusunu; taze sütün kokusunu.
         Sevgilim Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Geceleri, panayırların dağdağasından uzakta, sever bana sırlarını açmayı.
         Sevgilim Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Verdiği için bir katre hayat sırmalı yüreğimin derinliklerine.



İNCİR AĞACI ALTINDA YAKARIŞ

Girintili çıkıntılı, karanlık ve derin arazinin dip taraflarında, yayılır kıvrım kıvrım yolunu yitiren sular hafif bir yeşillik perdesinin örttüğü.
         Çok yakındır köy, küçük bir tepe üzerinde, serpilir kulübeler sivri çatılarıyla tek tük hurma ağaçlarının hüküm sürdüğü.
         Bantan, öksüz bir kız, terkedilmiş, yürüyordu o sabah suyun kıvrımları boyunca, gözleri çökmüş, karnı aç mı aç.
         Bir kıvrımı dönerken, bir incir ağacı gördü dalları incirle dolu pembe gagalı kuşcağızların cıvıldayarak gagaladıkları.
         Yer örtülü, ölmüş ülgerli yapraklarla; hıncahınçtı böcek ve kelebeklerle mütereddit adımlarının uçurduğu. Hava yumuşak, nafiz bir koku yayıyordu maral için uğursuz, avcı vurmak için onu acımasızca bekliyordu hamağında.
         Bantan başını kaldırdı ve birleşmiş elleri, istekli gözleriyle şu ağıtı terennüm etti:
         Ey incir ağacı! Eğ bir dalını Allah aşkına şu yardımsever öksüze. Eğ bir dalını şu terkedilmiş öksüze.
         Büyükçe bir dal, merhamete gelerek, eğildi derhal yere doğru. Kuşlar bıraktılar gagalamayı; ve, bir kez olsun, Bantan giderdi açlığını.
         Köyde anlattı başından geçenleri, rahmet okuyarak incir ağacına yardımsever bir öksüze dalını uzatan.


(Hece ve Yedi İklim'in muhtelif sayılarında yayımlanmıştır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder