FILY
DABO SISSOKO
Türkçesi:
Mete ÇAMDERELİ
(Kara
Afrika Şiirleri, Paris, Debresse, 1963)
Malili
yazar ve siyaset adamı F. D. Sissoko, Nijer ırmağının hayat verdiği Bamako'da
doğmuş (1900), milletvekilliği, bakanlık gibi görevlerde bulunmuş. Çok yer
gezmiş. Modibo Keita tarafından ihanetle
suçlanmış, tutuklanmış ve ağır hapis cezasına çarptırılmış. Bamako'da
hapisteyken ölmüş (1964)
"Benim için şiir hayatın
bütünüdür" diyen şairin, şiir kitapları (La Savane rouge [fr.çev.], 1962)
ve bir de romanı (la passion de Djimé [fr.çev.], 1957) bulunmaktadır.
BANA
AIT OLAN
Bana ait olan, sırtıma giydiğim giysi
değil. Başkalarının da var, aynısından.
Gecelerime siper olan kulübe de
değil. Başkalarının da var aynısından.
Güzel bir yemek de değil. Başkaları
daha iyi yapar, her çeşidini.
Talih de değil. Gelip gider, sabun
köpüğü gibi.
Sefalet de değil. Başkalarını bunaltır,
benden çok daha fazla.
Bana ait olan, hastalıktır. Hiç kimse
ağrı duymaz benim yerime.
Bana ait olan, vicdan azabı. Kimse
çekmez onu benim yerime. İçimi parçalar, tepkilerimi canlandırır; ve,
umutsuzluğa sürükler beni.
Bana ait olan, imanımdır benimle kabre
gelen; et kurtlarına ve akkarıncalara teslim edilmiş, her yanı sımsıkı
sarılmış, beni doğuran ve geri döndüğüm toprakca.
KÖRLÜK
Gülümserken sana dünya, okşarken seni
hatta, yer ve gökyüzündeki renklerle doyururken acıktığında, yoksun bıraktı
seni Allah gün ışığından, birdenbire.
Sana hiç tercih hakkı bırakmadı Allah.
Cüzzamı yeğlemeyecek miydin sen aksi halde? Beneklerin, irinlerin, korkunç
yaralarınla katlanılması güç huysuz bir adam olmayacak mıydın?
Sana hiç tercih hakkı bırakmadı Allah.
Ölümü yeğlemeyecek miydin sen aksi halde? Günün sevincini duyumsayan, gecenin
karanlığıyla bedbaht halini hiç göremeyecekti dünya, böylece.
Rahatsızlığı sabırla karşıla, bahtsız
kardeşim, bir tek sen değilsin Allah'ın azap çeken kulu. Belki imreniyor
başkaları senin yazgına. Körlük bir yaşam biçimi. Bir başkası(nınki) gibi.
SADAKAT
Sadık olduğu söylenir köpeğin. Sahibini
tanır yirmi yıl sonra bile. Sadık olduğu söylenir leyleğin. Döner gelir
yuvasına her zaman. Sadık olduğu söylenir dumanın. Yükselir gökyüzüne doğru her
zaman. Sadık olduğu söylenir suyun. Bir eğim arar her zaman.
Sadakat bu işte, ama dahası da var.
Kalp kalbe, onda eriyecek derecede
açıldığında, ve böyle kurulur aşk bağları iki kardeş-ruh arasında, bazen zayıf
düşer fırtınalarda, kopmaya yüz tutsa da kimi kez; Kasırganın ortasında
berkitmek bu bağları, bütün lekelerden arındırmak onları, çıkan bütün engellere
rağmen. Budur işte sadakat: az bulunur kara leylek.
GÜLEN
ÇOCUK
Çocuk kabahat yapmış. Yakalıyoruz
elinden. Birşeylerden kuşkulanıyor.
NİYE
AĞLANMASIN Kİ?
Ölüm, yaşamdan önce geldi yeryüzüne.
Her yaşam ölümden önce döner geri. Herşeyin üstesinden gelir ölüm, ama alt
edemez onu hiçbir şey.
Aynıdır herkese bu koşullar;
beklendiktir yaşlı bir adamın ölümü, beklendiktir yaşlı bir kadının ölümü. Ama
yürek sızlatır gençliğe adım atan bir çocuğun ölümü.
Kalbi yaşama sevinciyle çarpan çocuk,
sezer ilk kez acı gerçekleri. Bağlıyken sıkı sıkıya evine, geleceği
biçimlenirken alnındaki meçhul çizgilerde, kahır okşar yalnızca onu. Duyduğu
pişmanlıklar ve Tanrı iradesine teslimiyeti çıkar gün yüzüne cılız bir ışık
gibi. İtiraf edin, yürek sızlatmaz mı bu çocuğun ölümü.
Ölümle pençeleşen böyle bir genci
gördüğünüzde, yaşamın sultasını çocuğun kuru dudaklarından koparan gücün bu
saldırısına tanık olduğunuzda, artık çocuk güçsüz düşmüşse ve zamanı yoksa dua
etmeye. İtiraf edin, itiraf edin ve itiraf edin. Tanrıya , Esirgeyen ve
Bağışlayan Tanrıya karşı günah işlemek değildir gözyaşı dökmek.
NİONSON'UN ÖLÜMÜ
Nionson
gitti, bırakarak "diyoro"sunu
annesinin kollarına.
Dönüyordu
başlık provasından, tek başına, sağlıklı mı sağlıklı, gülümseyerek hayata.
Bir
dereden geçerken, büyük bir incir ağacının yanında, şiddetli bir darbe aldı
ensesine.
Düştü
dizlerinin üstüne, elleri yerde. Doğruldu yeniden, ovuşturdu ellerini,
sıvazladı ensesini sonra.
Akşamdı.
Güneş alçalmıştı ufukta. Gece olmuştu sonra.
Kaskatıydı
boynu, sertti bakışları. Sırtı, ateş rengindeydi tastamam.
Ailesi
toplanmıştı telaş içinde. Zalimdi gece herkese; gençlere, yaşlılara.
*
* *
Nionson
düğününün arefesindeydi. Örülüyordu düğün başlığı gizliden.
Ve,
bir gün daha kollayacaklardı onu uçurmak için, kızıl çaylağın yavrusuna yaptığı
gibi.
Ve
işte uzanmış boylu boyunca, korkunç bir rahatsızlık içinde, gözleri dönmüş,
parmakları kapıveriyor boşluğu.
**
*
Sabah,
Nionson veda etti dünyaya, bırakarak annesinin kollarına "diyoro"sunu ıtır kokusu, peştemal
ve mücevherle dolu tıkabasa.
Ve
annesi göremiyor artık bu "diyoro"yu,
kızının üzerine titrediği ve yıkılmış, yitmiş umutlarını canlandıran.
***
Nionson
dostumdu. Dosttuk biz, iki çocuk nasıl dost olursa öyle; safiyane, kendinden,
riyasız.
Örnek
alarak onu, heves ederek, hüküm giydim üç yara izine yüzümde, onun yaptığı
gibi, usturaya meydan okumak için.
Köyde,
görüşürdük birbirimizle usanmadan. Çalılıklarda, oğlaklarımızın ardında,
yürürdük iki kişi, oraya buraya gidip gelirken.
Arkadaşlarımız,
Salan, Tumani, Bira ve diğerleri de aynını yaparlardı, ikişerli, diğer kız
arkadaşlarımız Siraba, Dalla ve Bintu ile.
Yarın
yamacında, "tenyeler"i
devşirmesine yardım ederdim, şu lâl renkli meyveleri, ne güzeldir üzerleri
kemer kemer, ya taçları.
Bu
masum oyunlar mutluluğumuzdu; süslenmişlerdi küçük ikramlarla: nilüfer
çiçekleri, kürdanlar, yüzükler ve fildişi uçları.
Gün
geldi. Kardeşim aldı beni atının terkisine. Yola çıkış anıydı bu okula.
Ayrılıktı.
Yıllar
yılı ayrılık. Döndüğümde, mezarını gösterdiler bana, akıbetinden bahsettiler,
benim size naklettiğim gibi.
(Kara
Afrika fiiirleri, Paris, Debresse, 1963, s.135-137)
ÇİT DEVRİLİR
Gündüz,
güneş ateş gibi, gece, toprak fırın. Uyunmaz artık kulübelerde.
Yine
de güzel bir gün, rüzgarı solumaya başlar doğu. Her şey durur. Kımıldamaz bir
yaprak bile. Tukanlar, çolpa uçuşlarında, bileyecekler gagalarını.
Bu
öğleden sonra, kımıltısız havada, sarılacak ufuk ince gri bir çatkıyla. Yavaş
yavaş kararan ve gözlerimizin önünde koyulaşan.
Nihayet,
bunaltıcı kımıltısızlığında, koyu "lela" rengini alır ufuk. Bir korku
kaplar o sırada bütün yürekleri.
Az
sonra kül rengi bulutların bağı çözülür; kayarlar gökkubbenin tepesinde; güneşi
örtmeye.
Gece
olur güpegündüz yeryüzünde.
Köpekler
saklanırlar, kuyruklarını kıstırarak. Rüzgar çıkar, sallar yaprakları; bütün
gökyüzü hareketlenir sonra da. Rüzgar homurdanır ve gider dörtnala, boş
asmakabaklarıyla eğlenerek, damlardaki samanları söküp atarak.
Yağmur
gelir ardından ve yağar boralarla. Kavrulmuş toprak soğuyuverir hemen. Sağır
edici gürültü yüzünden duyamaz birbirlerini kulübedekiler.
Epeyce
uzun sürer bu hal. Sonra kesilir gürültü birden. Öter horoz. Ve biter.
Manzara
berbat. Saçılmış her yana kökünden sökülmüş ağaçlar. Damlar sürüklenmiş
uzaklara. Hemen her yerde çitler yerde.
Yıkanan
güneş kızıllaşır. Kurbağalar, uyandırılmış ansızın, selamlar hep birlikte, yeni
mevsimin gelişini.
Çit
devrildi denir işte.
Dokuzuncu
kamer ayının dokuzuncu günü böyle olur genellikle.
(Kara
Afrika fiiirleri, Paris, Debresse, 1963, s.138,139)
AŞK ŞARKISI
Çiçekler henüz açmış,
şevk ile esrimişler; bütün zariflikleri nafile.
Sara-Dieli
zariftir benzemez hiç kimseye. Şafak söker gülümseyince, parıldar yıldızlarca.
Sevgilim
Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Onun şevki neşemdir benim; sükutu
ıstırabım.
Sevgilim
Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Sever buhurun buğusunu; taze sütün
kokusunu.
Sevgilim
Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Geceleri, panayırların dağdağasından
uzakta, sever bana sırlarını açmayı.
Sevgilim Sara-Dieli zariftir benzemez hiç kimseye. Verdiği
için bir katre hayat sırmalı yüreğimin derinliklerine.
İNCİR AĞACI ALTINDA YAKARIŞ
Girintili çıkıntılı,
karanlık ve derin arazinin dip taraflarında, yayılır kıvrım kıvrım yolunu
yitiren sular hafif bir yeşillik perdesinin örttüğü.
Çok
yakındır köy, küçük bir tepe üzerinde, serpilir kulübeler sivri çatılarıyla tek
tük hurma ağaçlarının hüküm sürdüğü.
Bantan,
öksüz bir kız, terkedilmiş, yürüyordu o sabah suyun kıvrımları boyunca, gözleri
çökmüş, karnı aç mı aç.
Bir
kıvrımı dönerken, bir incir ağacı gördü dalları incirle dolu pembe gagalı
kuşcağızların cıvıldayarak gagaladıkları.
Yer
örtülü, ölmüş ülgerli yapraklarla; hıncahınçtı böcek ve kelebeklerle mütereddit
adımlarının uçurduğu. Hava yumuşak, nafiz bir koku yayıyordu maral için
uğursuz, avcı vurmak için onu acımasızca bekliyordu hamağında.
Bantan
başını kaldırdı ve birleşmiş elleri, istekli gözleriyle şu ağıtı terennüm etti:
Ey
incir ağacı! Eğ bir dalını Allah aşkına şu yardımsever öksüze. Eğ bir dalını şu
terkedilmiş öksüze.
Büyükçe
bir dal, merhamete gelerek, eğildi derhal yere doğru. Kuşlar bıraktılar
gagalamayı; ve, bir kez olsun, Bantan giderdi açlığını.
Köyde
anlattı başından geçenleri, rahmet okuyarak incir ağacına yardımsever bir
öksüze dalını uzatan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder