Gümülcine’ye konferans vermek
üzere davetliyim. Eşimle birlikte yola koyuluyoruz. Yurtdışına çıkıyorum demeye
dilim varmıyor. Vardığımızda da ne denli haklı olduğumu anlıyorum. Memleket
toprağına varmış gibiyim. Özlemişim görmeyeli sanki. Her yer tanıdık.
Yabancılık hissetmeyeceğimiz aşikar.
Şehir merkezini anlamaya
çalışırken karşımıza çıkan ilk caminin önünde duruyoruz. Kapıyı açıp, biraz
önce içeri girdiğini farkettiğim yaşlıya soracak oluyorum. Daha ağzımı açmadan,
‘gel gel, dışarısı soğuk, gel, kapıyı ört’ diyor. Soracak oluyorum; ‘nerden
geliyorsunuz, cenazeye mi geldiniz’ diye muhabbetle kesiyor sözümü. Sorabiliyorum
sonunda şehir merkezini. Sıcak ve mütebessim ilgisini sürdürerek bizi gitmek
istediğimiz yere yönlendiriyor. İlk karşılaşmadaki sıcaklık, ileriki
karşılaşmalardaki sıcaklığın habercisi olsun diyoruz. Öyle de oluyor.
Merkezdeki Eski Cami ile ilk karşılaşma
ise ona kavuşma heyecanımızı örtemiyor. Bir solukta kendimizi içinde buluyoruz.
Geniş iki katlı ahşap alanın kıblesini kubbeli bir minber ve mihrap alanı
tamamlıyor. Sütunlarla içerden desteklenen ahşap tavan ile önüne eklemlenen
kubbe bir kemer ile bağlanıyor. Kendimizi bir süre sükunetine bırakıyor, ahşabın
kokusunu içimize çekiyoruz; ara ve ana kubbelerdeki kalem işlerini seyre
dalıyor, hatları okumaya çalışıyoruz. Cümle kapısından girdiğimiz camiinin doğu
kapısından çıkıyoruz. Ahşap kapının gıcırtısı kulağımıza, alelade bırakılmış
takunyalar gözümüze ilişiyor. Sol yanda üç dört abdest musluğu ve sabit
oturaklar ile yukarıda kitabeler. Geçiyoruz. Birkaç adım sonra cami duvarına
eklemlenmiş bir kasap ile bir bayinin arasından seğirtmek zorunda kalıyoruz.
Kaldırımdayız ama bu dükkanların hem kaldırımı taciz etmesini hem de cami
duvarına böylesine bitişmesine bir anlam veremiyoruz. Bu densizliğin başkaca
ibadet mekanlarına yapılıp yapılmadığını da merak ediyoruz.
Bu ilk ziyaretten sonra hiç vakit
kaybetmeden bırakıyoruz kendimizi Gümülcine’ye. Nizami ve dar sokaklarına
dalıyoruz çarşının. Çarşıda mı yoksa çocukluğumuzda mı gezindiğimiz belli
belirsiz. Soluksuz bir öncelik ve sonralık yaşıyoruz. En çok iki katlı dükkanlardan oluşan düzenli ve bakışımlı sokaklar. Taş
işçiliğinin sirayet ettiği sundurmalı dükkan vitrinleri. Eskil parke taşları. Asmalı,
sarmaşıklı geçitler. Yitirdiklerimizi ve dönüşsüz yolculuklarımızı
düşünüyoruz. Bırakıverdiğimiz, belki bırakmak zorunda kaldığımız sokaklarımıza
yeniden döndüğümüzü, çocukluğumuza döndüğümüzü vehmediyoruz. Biraz Balıkesir,
biraz Bursa, biraz Adapazarı, biraz Akhisar belki, belki biraz Edirne, hem
Rumeli hem Anadolu… İşte te şu dükkan kunduracı Ali amcanın, şu dükkan
tuhafiyeci Seyfi abinin, şu dükkan terzi Saadettin’in, te şurası Hüsmen aganın
berberi, şurası çaycı Hasan’ın, şurası… Çaycı elinde askısıyla esnafa yine
dağıtıyor dumanı tüten kahveleri, çayları. Çaycı Hasan mı gerçekten, o mu, emin
olamıyoruz ama hayali muhayyilemize dokunuyor.
Kahve kokusuyla seyrelirken
duygularımız bir kule görüyoruz, bir de minare. İlk rastlaşmalar, ilk
heyecanlar birbirini takip ediyor. Kule, saat kulesi besbelli. Minare de
yeterince görkemli bir caminin. Hiç şüphesiz Osmanlı eserleri deyiveriyoruz.
Saat kulesi son dönemin çabası, cami ise önceki dönemlerin görkemi. Minare ve
saat kulesi kadar tarihi fısıldayan bir çınar, serviler ve hazire ile resim
tamamlanıyor. Saat kulesi varsa buralarda bir yerlerde bir de demiryolu öngörüyoruz.
Soruyoruz varmış. Sıra avludan camiye süzülmeye geliyor. Bu kez Yeni Cami’ye
bırakıyoruz kendimizi. İç mekan hayranlık uyandırıcı. Pencere başlıklarındaki
mavi üzerine beyaz hatlar Süleymaniye’yi hatırlatıyor. İlk duygu ferahlık,
tıpkı Eski Cami’de olduğu gibi. Dışardaki görkem içerde mütevazi bir sanat
iklimine dönüşüyor ve mihrabın iki yanını saran İznik çinileri meşhur
kırmızısıyla gözümüzü hemen yakalıyor. Çini sütunlar camiinin yapılış dönemi
hakkında da hemen fikir veriyor; onaltıncı yüzyıl. İznik çinileri fersah fersah
yayılmış İslam eserlerine, malum. Nadide ve taklit edilemez İznik çinilerinin bir
ayağı Sokullu’dadır, bir başka örneği Rüstem Paşa’da. Buraya da soluk vermiş.
Ama burada hiçbir yerde görmediğimiz bir başka güzellik daha var. Bir tavan
üçlemesi diyebiliriz bu görsel zenginliğe. Müezzin mahfillerinin iki tavanıyla
iç cümle kapısının tavanında. Gözümüzün pek alışık olmadığı muhteşem bir ahşap
işleme ve boyama. Ne Topkapı Gazi Ahmet Paşa’dakilere ne Selimiye’dekilere
benziyor. Tamamen kendine özgü ve tarifsiz bir tezyinat var üzerlerinde. Bunları
söylerken, camiinin iki bölümlü olduğunu da sezdirmiş olmalıyım. Kubbeli ana
gövdeyi batıdan ve kuzeyden kucaklayan ikinci bölüm sonradan yapılmış besbelli ama
ahşap tavan göbekleri ve tavanın duvarlara yakın kısımlarını çevreleyen irili
ufaklı kalem işleri muhteşem görünüyor. Yeni Cami’nin bu harika restorasyonu
İstanbullu usta ve sanatkarlarca yapılmış. Elleri dert görmesin.
Kütüphanesi, haziresi, vakfı,
saat kulesi, türbesi ile Batı Trakya’nın önemli eserleri arasında yerini alıyor
olmalı Yeni Cami. Bu arada, caminin adı sizi yanıltmasın, asıl eski camii
burasıymış. Adı eski olan cami adı yeni olan camiden yaklaşık bir çeyrek yüzyıl
kadar daha eski. Eski Cami’yi merkez cami olarak anmak, Yeni Camiyi de Eski
Cami olarak telaffuz etmek daha doğru sanki.
Caminin avlu kapısından esnafa
karışırken dükkanların yine kapalı olduğunu görüyoruz. Gelirken de böyleydi. Güpegündüz
çok sayıda kapalı dükkan görüyoruz. Meğer öyle olurmuş, gerçekten güpegündüz
kapalı olurlarmış. Şaşırıyoruz. Çünkü, buradaki insanlar siesta ya da kaylule
yaparlarmış. Uzunca bir öğle vakti dinlenirlermiş. Tuhaf. Dükkanlar kaç saat
açık kalıyor acaba, diye kendimize soruyoruz. Kamu kurumlarının mesai saatleri
nasıl düzenleniyor acaba… Akdeniz'den Yemen’e, oradan Endonezya’ya dek iklimi
düşünüyorum da, buraya pek uyduramıyorum kayluleyi, hava bu denli soğukken.
Fazla deşmiyoruz. Gelenek gelenektir deyip geçiyoruz. Tek tük insan gördüğümüz
çarşıda yalnızlığımızın ve düşlerimizin tadını çıkarıyoruz.
Gümülcine’nin serin rüzgarına
bırakıyoruz kendimizi. Ne zaman birine yol sorsak, olağanüstü bir ilgiye mazhar
oluyoruz. Bu sıcak yakınlığın mahcubiyetini yaşarken yolumuz bizi ilk
geldiğimiz yere çıkarıyor. Kesikbaş Camii’ymiş burası. Cuma vakti yaklaşıyor
ama henüz kimseler yoktur düşüncesiyle içeri süzülüyoruz. İnanılır gibi değil,
kadın sesleri geliyor içerden. Ürkek ürkek kapıyı açıyoruz. Sırtlarını caminin
duvarına yaslayarak halka halinde oturmuş kadınları görünce geri çıkacak
oluyoruz. Mütebessim ifadelerle ürkekliğimizi gideriyorlar. İçeri buyur
ediliyoruz. Rahatsız etme endişesiyle temkinli adımlar atarken samimi
sualleriyle iyice rahatlıyoruz. Nerden geldiğimizi öğrendiklerinde yürekleri
tutuşuyor sanki, simaları coşuyor, gönlümüze karılıyorlar. Akraba, eş dost
kadınlar, komşu teyzeler hepsi burada sanki. Gönlümüz gibi elimizi de
dolduruyorlar. Tepsiyle sundukları ikramlarından memnuniyetle alıyoruz. Cuma
öncesi söyleşirlermiş her hafta böyle. Hoş beşten sonra duvardaki çerçevelenmiş
Osmanlıca bir belge dikkatimi çekiyor, yanında latin harfli bir açıklama da var
ama okuyabilecek kadar yaklaşamıyorum ona. Nasip diyerek, içimizi ısıtan camiden
istemeyerek de olsa çıkıyoruz. Yandaki hazire hemen dikkatimizi çekiyor. Birkaç
adım atıp daha iyi görmeye çalışıyoruz. Bildik türden serviler ve mezar taşları
ama bilmedik türden bir şey var orda, duvarlarda. Hazirenin duvarları içine
saklanmış ya da saklanmaya çalışılmış mezar taşları. Daha önce de duvar diplerine
sıralanmış mezar taşlarına tanık olmuştum ama böylesi yarı gömülüşlerini ilk
kez görüyorum. Kafamı kaldırıp çevreye bakıyorum. Yarı gömük mezar taşlarının kuvvetle
muhtemel bir istimlakten arta kalanlar olduğunu düşünüyorum. Kesikbaş Haziresi,
istimlakle bile bir kimliğin örtülemeyeceğinin göstergesi aynı zamanda. Ve eğer
tahminim bir vehimden ibaret değilse, bir kimlik imhasının abidesi o zaman,
diyorum. İmha edilenleri ise düşünmek bile istemiyorum. Onların imha edilmeden
abideleşmelerini tercih ederdim. Ancak böyle olmamış, illa imha olunca
kurtulunacağı sanılmış. Halbuki öyle olmuyor, imha edilenler bir biçimde ihya
oluyor. Şehrin büyük anıt parkının Müslüman mezarlığı olduğuna dair bir
bilginin kulağıma fısıldandığını hatırladım birden. Kulağıma bırakılan bu kar
suyu, Kesikbaş Haziresi’ni anlamaya çalışırken bir idrakin kapılarını da açıverdi
önüme. İmha edilse bile hafıza kayıtları sıradan bir kabristana bile ister
istemez abidevi bir konum hazırlıyordu. Kimlik belki unutturuluyor,
unutturulmaya çalışılıyor ama örtülemiyordu, örtülememişti, sürekli
hatırlanıyordu. Hatırlanmasaydı fısıldar mıydı birileri kulağıma. Kayıplar
nerede olursa olsun yürekleri kanatıyor, ancak zihinsel kayıtlar onları anıtlaştırıyordu.
Hüznümüzü yüreğimize gömüp ters
istikamette ilerleyelim derken hemen yamacımızda bir dernek görüyoruz. Batı
Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği. Kapıyı tıklatıyoruz, ilgi ve
sevgiyle karşılanıyoruz. Laflaşıyor, halleşiyor, dertleşiyoruz. Salonda mütevazi
bir sergi alanı bile yaratmışlar. Batı Trakya’nın geleneksel kıyafetlerinden
birkaç örnek sergileniyor. Bindallı, gümüş simli gelinlikler, yelekli/cepkenli
kadın giysileri. Büyüklerimin fotoğraflarından çokça hatırlıyorum bu desenleri,
işlemeleri, simli sırmaları. Renkleri ve üsluplarıyla birebir aynılar.
Yüreğimizin bir parçasını orada bırakarak ilerlemeye çalışıyoruz. Bir yandan da
daha önce yanından geçtiğimiz bir dernek daha hatırlıyoruz. Binası epey
büyükçeydi. Yanında çınarlı bir çay bahçesi vardı. Hatta serin yaz gecelerinde
kimbilir nasıl da kalabalık olur burası demiştik. Batı Trakya Türk Gençler
Birliği’ydi o derneğin de adı ama milli güvenlik gerekçesiyle Türk kelimesinin
kullanılması ve faaliyetleri yasaklanmış. Öyle böyle değil, neredeyse yarım
asrı aşkın bir ömrü varmış, 1983 yılında kapatıldığında…
Kesikbaş Cami’nin
bereketi Batı Trakya’nın varoluş çabasına eklemlenince sokakları aralamanın
hüznü iyice ağırlaştı. Bir iki yere daha uğruyoruz. Birisinin yerinde yeller
esiyor. Selvili Camii’nin yaşlı selvileri banklarda karşılıklı oturanları
serinletiyor artık. Sadece minaresi var alemsiz, bir de kafesle korunmaya
çalışılan bir kabir. Geriye başka bir şey kalmamış Selvili’den. Küçük bir
mahalle camii bir mahalle parkı olmuş. Demek sadece mezarlıklar değil, camiler
de park olabiliyormuş. Hafıza kayıtlarımız onları da abideleştirecektir.
Selvilerle minarenin hüznüne karışarak oradan hızlıca Tabakhane Camii’ne seğirtiyoruz.
Vaktimiz daralıyor. Abdest musluklarının hemen yanında, girişte, her zaman
sergilendiğini söyledikleri büyük tespihi göremiyoruz. Sadece sergilendiği vitrini
görebiliyoruz. Bakıma alınmış olabileceğini söylüyorlar. Caminin iç kısmına
geçiyoruz. Yeniden yapıldığı her halinden belli olan caminin ahşap tavanı çok
sayıda tavan göbeği barındırıyor; herbiri ana tavan göbeğinin etrafına
sıralanmış. Ahşap kokusuyla birlikte, olmayacağını bile bile deri kokusunu
duyumsamaya çalışıyoruz ama nafile. Tabakhane olduğuna göre deri işi ile ilgilenen
bir meslek grubunun buralarda olabileceğini, ve o ağır kokunun camiye
sinebileceğini hayal ediyoruz tuhaf bir biçimde.
Ve vakit Cuma.
Merkezdeki Eski Cami tıklım tıklım.
Başka yerler de var
gezmemiz, dokunmamız, koklamamız gereken; hasretiz mahallelerine, köylerine,
her biri birbirinden ilginç yerleşim yerlerine. Vakit kalmadı şimdilik.
Soluklanıyoruz. Düşünüyoruz: ne denli yakınmışız meğer, o denli de uzak. Asırlarca
uzak kalmışız bu denli yakınken. Kavuştuk ya yorgunluk ne gam.
Salona geldiğimizde
haketmediğimiz bir ilgi ile karşılaşıyoruz. Gümülcine’nin güzel insanları bizi
bekliyor. Tanışıyoruz, tanış oluyoruz; güler yüzleriyle, hal dilleriyle
konuşuyoruz az zamanda çokça. Gümülcine hakkında o kadar söyleyecekleri var ki
bir dinleyebilsek. Biz bırakılmışız burda diyor biri, ciğerim deliniyor. Azınlık
olmanın ne demek olduğunu duyumsuyorum bir an onunla. Sebat ve mukavemeti
görüyorum bakışlarında. Dini ya da milli azınlık kavramlarını düşünüyorum. Ha
dini ha milli; azınlık ya, gerisi teferruat gibi görünüyor. Belki hiç
hissetmediğim duygularla tanışıyorum. Allah’ım dilimi çöz, güzelliklere vesile
kıl söyleyeceklerimi… Konuşmam sona erdiğinde muhabbet, hürmet ve kıymet iklimi
ilk andaki gibi devam ediyor. Mahcup oluyoruz yine. Tanışlarımızdan ayrılık
vakti de geliyor.
Gümülcine’nin yiğit ve vefalı
yüreklerini, müşfik gönüllerini Allah’a ısmarlarken, azınlık olmak ne demek
sorunsalı zihnimi kemirmeye devam ediyor. Kendimle boğuşuyorum: Azınlık demek
adım atarken sürekli kontrol altında olmak demek, azınlık demek kendi dahli
olmadan haklarının başkaları tarafından belirlenmesi demek, azınlık demek
belirlenmiş haklarını kullanmak için bile mücadele etmeyi göze almak demek.
Azınlık demek çoğunluğun üstbakışlarına maruz kalmak demek, tahakkümünü makul
ve makbul görmek demek. Azınlık demek çoğunluğun himmetiyle tehditkar öfkesi
arasında yaşamak demek… Kimler hangi sebeple yeryüzünü ayrıcalıklı ya da
ötekileştirici bir ayrımlamaya tabi tutabilir. Kimler bu ayrımlama hakkını elinde
tutar. Kimler bir başkasına hukuk biçmeyi hak ve had beller. İnsan olmak başlı
başına temel bir hak ise hangi insan kendi evinde azınlık olmak ister. İnsanın
insana adalet ve hakkaniyet borcu varsa, tahakküm alacağı olamaz…
Zihinsel mülahazalarla,
gönülleşmeler ve halleşmelerle nasıl da geçiverdi zaman. Kavuşma neşesi yerini
ayrılık hüznüne bırakırken Gümülcine’ye son bir kez bakıyor ve ayrılığım uzun
sürmesin diye sesleniyorum ona canhıraş. Yeryüzünde güzellikler varsa onların
arasında sen de varsın Gümülcine, diyorum.
Dar zamanı ve gönlümü
genişleten Gümülcine; bir bırakılmış şehir ama yitmemiş bir mahzun hikaye,
yitmeyecek bir muazzez nefes. Daim var ve kaim ol Gümülcine…
(*) Yedi iklim, sayı 340, mayıs 2018
Çok güzel bir yazı olmuş zevkle okudum elinizden çok yüreğinize sağlık hocam
YanıtlaSil