7 Mayıs 2018 Pazartesi

gümülcine

Gümülcine, Bırakılmış Bir Şehir

Gümülcine’ye konferans vermek üzere davetliyim. Eşimle birlikte yola koyuluyoruz. Yurtdışına çıkıyorum demeye dilim varmıyor. Vardığımızda da ne denli haklı olduğumu anlıyorum. Memleket toprağına varmış gibiyim. Özlemişim görmeyeli sanki. Her yer tanıdık. Yabancılık hissetmeyeceğimiz aşikar.
Şehir merkezini anlamaya çalışırken karşımıza çıkan ilk caminin önünde duruyoruz. Kapıyı açıp, biraz önce içeri girdiğini farkettiğim yaşlıya soracak oluyorum. Daha ağzımı açmadan, ‘gel gel, dışarısı soğuk, gel, kapıyı ört’ diyor. Soracak oluyorum; ‘nerden geliyorsunuz, cenazeye mi geldiniz’ diye muhabbetle kesiyor sözümü. Sorabiliyorum sonunda şehir merkezini. Sıcak ve mütebessim ilgisini sürdürerek bizi gitmek istediğimiz yere yönlendiriyor. İlk karşılaşmadaki sıcaklık, ileriki karşılaşmalardaki sıcaklığın habercisi olsun diyoruz. Öyle de oluyor.
Merkezdeki Eski Cami ile ilk karşılaşma ise ona kavuşma heyecanımızı örtemiyor. Bir solukta kendimizi içinde buluyoruz. Geniş iki katlı ahşap alanın kıblesini kubbeli bir minber ve mihrap alanı tamamlıyor. Sütunlarla içerden desteklenen ahşap tavan ile önüne eklemlenen kubbe bir kemer ile bağlanıyor. Kendimizi bir süre sükunetine bırakıyor, ahşabın kokusunu içimize çekiyoruz; ara ve ana kubbelerdeki kalem işlerini seyre dalıyor, hatları okumaya çalışıyoruz. Cümle kapısından girdiğimiz camiinin doğu kapısından çıkıyoruz. Ahşap kapının gıcırtısı kulağımıza, alelade bırakılmış takunyalar gözümüze ilişiyor. Sol yanda üç dört abdest musluğu ve sabit oturaklar ile yukarıda kitabeler. Geçiyoruz. Birkaç adım sonra cami duvarına eklemlenmiş bir kasap ile bir bayinin arasından seğirtmek zorunda kalıyoruz. Kaldırımdayız ama bu dükkanların hem kaldırımı taciz etmesini hem de cami duvarına böylesine bitişmesine bir anlam veremiyoruz. Bu densizliğin başkaca ibadet mekanlarına yapılıp yapılmadığını da merak ediyoruz.
Bu ilk ziyaretten sonra hiç vakit kaybetmeden bırakıyoruz kendimizi Gümülcine’ye. Nizami ve dar sokaklarına dalıyoruz çarşının. Çarşıda mı yoksa çocukluğumuzda mı gezindiğimiz belli belirsiz. Soluksuz bir öncelik ve sonralık yaşıyoruz. En çok iki katlı dükkanlardan oluşan düzenli ve bakışımlı sokaklar. Taş işçiliğinin sirayet ettiği sundurmalı dükkan vitrinleri. Eskil parke taşları. Asmalı, sarmaşıklı geçitler. Yitirdiklerimizi ve dönüşsüz yolculuklarımızı düşünüyoruz. Bırakıverdiğimiz, belki bırakmak zorunda kaldığımız sokaklarımıza yeniden döndüğümüzü, çocukluğumuza döndüğümüzü vehmediyoruz. Biraz Balıkesir, biraz Bursa, biraz Adapazarı, biraz Akhisar belki, belki biraz Edirne, hem Rumeli hem Anadolu… İşte te şu dükkan kunduracı Ali amcanın, şu dükkan tuhafiyeci Seyfi abinin, şu dükkan terzi Saadettin’in, te şurası Hüsmen aganın berberi, şurası çaycı Hasan’ın, şurası… Çaycı elinde askısıyla esnafa yine dağıtıyor dumanı tüten kahveleri, çayları. Çaycı Hasan mı gerçekten, o mu, emin olamıyoruz ama hayali muhayyilemize dokunuyor.
Kahve kokusuyla seyrelirken duygularımız bir kule görüyoruz, bir de minare. İlk rastlaşmalar, ilk heyecanlar birbirini takip ediyor. Kule, saat kulesi besbelli. Minare de yeterince görkemli bir caminin. Hiç şüphesiz Osmanlı eserleri deyiveriyoruz. Saat kulesi son dönemin çabası, cami ise önceki dönemlerin görkemi. Minare ve saat kulesi kadar tarihi fısıldayan bir çınar, serviler ve hazire ile resim tamamlanıyor. Saat kulesi varsa buralarda bir yerlerde bir de demiryolu öngörüyoruz. Soruyoruz varmış. Sıra avludan camiye süzülmeye geliyor. Bu kez Yeni Cami’ye bırakıyoruz kendimizi. İç mekan hayranlık uyandırıcı. Pencere başlıklarındaki mavi üzerine beyaz hatlar Süleymaniye’yi hatırlatıyor. İlk duygu ferahlık, tıpkı Eski Cami’de olduğu gibi. Dışardaki görkem içerde mütevazi bir sanat iklimine dönüşüyor ve mihrabın iki yanını saran İznik çinileri meşhur kırmızısıyla gözümüzü hemen yakalıyor. Çini sütunlar camiinin yapılış dönemi hakkında da hemen fikir veriyor; onaltıncı yüzyıl. İznik çinileri fersah fersah yayılmış İslam eserlerine, malum. Nadide ve taklit edilemez İznik çinilerinin bir ayağı Sokullu’dadır, bir başka örneği Rüstem Paşa’da. Buraya da soluk vermiş. Ama burada hiçbir yerde görmediğimiz bir başka güzellik daha var. Bir tavan üçlemesi diyebiliriz bu görsel zenginliğe. Müezzin mahfillerinin iki tavanıyla iç cümle kapısının tavanında. Gözümüzün pek alışık olmadığı muhteşem bir ahşap işleme ve boyama. Ne Topkapı Gazi Ahmet Paşa’dakilere ne Selimiye’dekilere benziyor. Tamamen kendine özgü ve tarifsiz bir tezyinat var üzerlerinde. Bunları söylerken, camiinin iki bölümlü olduğunu da sezdirmiş olmalıyım. Kubbeli ana gövdeyi batıdan ve kuzeyden kucaklayan ikinci bölüm sonradan yapılmış besbelli ama ahşap tavan göbekleri ve tavanın duvarlara yakın kısımlarını çevreleyen irili ufaklı kalem işleri muhteşem görünüyor. Yeni Cami’nin bu harika restorasyonu İstanbullu usta ve sanatkarlarca yapılmış. Elleri dert görmesin.
Kütüphanesi, haziresi, vakfı, saat kulesi, türbesi ile Batı Trakya’nın önemli eserleri arasında yerini alıyor olmalı Yeni Cami. Bu arada, caminin adı sizi yanıltmasın, asıl eski camii burasıymış. Adı eski olan cami adı yeni olan camiden yaklaşık bir çeyrek yüzyıl kadar daha eski. Eski Cami’yi merkez cami olarak anmak, Yeni Camiyi de Eski Cami olarak telaffuz etmek daha doğru sanki.
Caminin avlu kapısından esnafa karışırken dükkanların yine kapalı olduğunu görüyoruz. Gelirken de böyleydi. Güpegündüz çok sayıda kapalı dükkan görüyoruz. Meğer öyle olurmuş, gerçekten güpegündüz kapalı olurlarmış. Şaşırıyoruz. Çünkü, buradaki insanlar siesta ya da kaylule yaparlarmış. Uzunca bir öğle vakti dinlenirlermiş. Tuhaf. Dükkanlar kaç saat açık kalıyor acaba, diye kendimize soruyoruz. Kamu kurumlarının mesai saatleri nasıl düzenleniyor acaba… Akdeniz'den Yemen’e, oradan Endonezya’ya dek iklimi düşünüyorum da, buraya pek uyduramıyorum kayluleyi, hava bu denli soğukken. Fazla deşmiyoruz. Gelenek gelenektir deyip geçiyoruz. Tek tük insan gördüğümüz çarşıda yalnızlığımızın ve düşlerimizin tadını çıkarıyoruz.  
Gümülcine’nin serin rüzgarına bırakıyoruz kendimizi. Ne zaman birine yol sorsak, olağanüstü bir ilgiye mazhar oluyoruz. Bu sıcak yakınlığın mahcubiyetini yaşarken yolumuz bizi ilk geldiğimiz yere çıkarıyor. Kesikbaş Camii’ymiş burası. Cuma vakti yaklaşıyor ama henüz kimseler yoktur düşüncesiyle içeri süzülüyoruz. İnanılır gibi değil, kadın sesleri geliyor içerden. Ürkek ürkek kapıyı açıyoruz. Sırtlarını caminin duvarına yaslayarak halka halinde oturmuş kadınları görünce geri çıkacak oluyoruz. Mütebessim ifadelerle ürkekliğimizi gideriyorlar. İçeri buyur ediliyoruz. Rahatsız etme endişesiyle temkinli adımlar atarken samimi sualleriyle iyice rahatlıyoruz. Nerden geldiğimizi öğrendiklerinde yürekleri tutuşuyor sanki, simaları coşuyor, gönlümüze karılıyorlar. Akraba, eş dost kadınlar, komşu teyzeler hepsi burada sanki. Gönlümüz gibi elimizi de dolduruyorlar. Tepsiyle sundukları ikramlarından memnuniyetle alıyoruz. Cuma öncesi söyleşirlermiş her hafta böyle. Hoş beşten sonra duvardaki çerçevelenmiş Osmanlıca bir belge dikkatimi çekiyor, yanında latin harfli bir açıklama da var ama okuyabilecek kadar yaklaşamıyorum ona. Nasip diyerek, içimizi ısıtan camiden istemeyerek de olsa çıkıyoruz. Yandaki hazire hemen dikkatimizi çekiyor. Birkaç adım atıp daha iyi görmeye çalışıyoruz. Bildik türden serviler ve mezar taşları ama bilmedik türden bir şey var orda, duvarlarda. Hazirenin duvarları içine saklanmış ya da saklanmaya çalışılmış mezar taşları. Daha önce de duvar diplerine sıralanmış mezar taşlarına tanık olmuştum ama böylesi yarı gömülüşlerini ilk kez görüyorum. Kafamı kaldırıp çevreye bakıyorum. Yarı gömük mezar taşlarının kuvvetle muhtemel bir istimlakten arta kalanlar olduğunu düşünüyorum. Kesikbaş Haziresi, istimlakle bile bir kimliğin örtülemeyeceğinin göstergesi aynı zamanda. Ve eğer tahminim bir vehimden ibaret değilse, bir kimlik imhasının abidesi o zaman, diyorum. İmha edilenleri ise düşünmek bile istemiyorum. Onların imha edilmeden abideleşmelerini tercih ederdim. Ancak böyle olmamış, illa imha olunca kurtulunacağı sanılmış. Halbuki öyle olmuyor, imha edilenler bir biçimde ihya oluyor. Şehrin büyük anıt parkının Müslüman mezarlığı olduğuna dair bir bilginin kulağıma fısıldandığını hatırladım birden. Kulağıma bırakılan bu kar suyu, Kesikbaş Haziresi’ni anlamaya çalışırken bir idrakin kapılarını da açıverdi önüme. İmha edilse bile hafıza kayıtları sıradan bir kabristana bile ister istemez abidevi bir konum hazırlıyordu. Kimlik belki unutturuluyor, unutturulmaya çalışılıyor ama örtülemiyordu, örtülememişti, sürekli hatırlanıyordu. Hatırlanmasaydı fısıldar mıydı birileri kulağıma. Kayıplar nerede olursa olsun yürekleri kanatıyor, ancak zihinsel kayıtlar onları anıtlaştırıyordu.
Hüznümüzü yüreğimize gömüp ters istikamette ilerleyelim derken hemen yamacımızda bir dernek görüyoruz. Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği. Kapıyı tıklatıyoruz, ilgi ve sevgiyle karşılanıyoruz. Laflaşıyor, halleşiyor, dertleşiyoruz. Salonda mütevazi bir sergi alanı bile yaratmışlar. Batı Trakya’nın geleneksel kıyafetlerinden birkaç örnek sergileniyor. Bindallı, gümüş simli gelinlikler, yelekli/cepkenli kadın giysileri. Büyüklerimin fotoğraflarından çokça hatırlıyorum bu desenleri, işlemeleri, simli sırmaları. Renkleri ve üsluplarıyla birebir aynılar. Yüreğimizin bir parçasını orada bırakarak ilerlemeye çalışıyoruz. Bir yandan da daha önce yanından geçtiğimiz bir dernek daha hatırlıyoruz. Binası epey büyükçeydi. Yanında çınarlı bir çay bahçesi vardı. Hatta serin yaz gecelerinde kimbilir nasıl da kalabalık olur burası demiştik. Batı Trakya Türk Gençler Birliği’ydi o derneğin de adı ama milli güvenlik gerekçesiyle Türk kelimesinin kullanılması ve faaliyetleri yasaklanmış. Öyle böyle değil, neredeyse yarım asrı aşkın bir ömrü varmış, 1983 yılında kapatıldığında…
Kesikbaş Cami’nin bereketi Batı Trakya’nın varoluş çabasına eklemlenince sokakları aralamanın hüznü iyice ağırlaştı. Bir iki yere daha uğruyoruz. Birisinin yerinde yeller esiyor. Selvili Camii’nin yaşlı selvileri banklarda karşılıklı oturanları serinletiyor artık. Sadece minaresi var alemsiz, bir de kafesle korunmaya çalışılan bir kabir. Geriye başka bir şey kalmamış Selvili’den. Küçük bir mahalle camii bir mahalle parkı olmuş. Demek sadece mezarlıklar değil, camiler de park olabiliyormuş. Hafıza kayıtlarımız onları da abideleştirecektir. Selvilerle minarenin hüznüne karışarak oradan hızlıca Tabakhane Camii’ne seğirtiyoruz. Vaktimiz daralıyor. Abdest musluklarının hemen yanında, girişte, her zaman sergilendiğini söyledikleri büyük tespihi göremiyoruz. Sadece sergilendiği vitrini görebiliyoruz. Bakıma alınmış olabileceğini söylüyorlar. Caminin iç kısmına geçiyoruz. Yeniden yapıldığı her halinden belli olan caminin ahşap tavanı çok sayıda tavan göbeği barındırıyor; herbiri ana tavan göbeğinin etrafına sıralanmış. Ahşap kokusuyla birlikte, olmayacağını bile bile deri kokusunu duyumsamaya çalışıyoruz ama nafile. Tabakhane olduğuna göre deri işi ile ilgilenen bir meslek grubunun buralarda olabileceğini, ve o ağır kokunun camiye sinebileceğini hayal ediyoruz tuhaf bir biçimde.
Ve vakit Cuma. Merkezdeki Eski Cami tıklım tıklım.
Başka yerler de var gezmemiz, dokunmamız, koklamamız gereken; hasretiz mahallelerine, köylerine, her biri birbirinden ilginç yerleşim yerlerine. Vakit kalmadı şimdilik. Soluklanıyoruz. Düşünüyoruz: ne denli yakınmışız meğer, o denli de uzak. Asırlarca uzak kalmışız bu denli yakınken. Kavuştuk ya yorgunluk ne gam.
Salona geldiğimizde haketmediğimiz bir ilgi ile karşılaşıyoruz. Gümülcine’nin güzel insanları bizi bekliyor. Tanışıyoruz, tanış oluyoruz; güler yüzleriyle, hal dilleriyle konuşuyoruz az zamanda çokça. Gümülcine hakkında o kadar söyleyecekleri var ki bir dinleyebilsek. Biz bırakılmışız burda diyor biri, ciğerim deliniyor. Azınlık olmanın ne demek olduğunu duyumsuyorum bir an onunla. Sebat ve mukavemeti görüyorum bakışlarında. Dini ya da milli azınlık kavramlarını düşünüyorum. Ha dini ha milli; azınlık ya, gerisi teferruat gibi görünüyor. Belki hiç hissetmediğim duygularla tanışıyorum. Allah’ım dilimi çöz, güzelliklere vesile kıl söyleyeceklerimi… Konuşmam sona erdiğinde muhabbet, hürmet ve kıymet iklimi ilk andaki gibi devam ediyor. Mahcup oluyoruz yine. Tanışlarımızdan ayrılık vakti de geliyor.  
Gümülcine’nin yiğit ve vefalı yüreklerini, müşfik gönüllerini Allah’a ısmarlarken, azınlık olmak ne demek sorunsalı zihnimi kemirmeye devam ediyor. Kendimle boğuşuyorum: Azınlık demek adım atarken sürekli kontrol altında olmak demek, azınlık demek kendi dahli olmadan haklarının başkaları tarafından belirlenmesi demek, azınlık demek belirlenmiş haklarını kullanmak için bile mücadele etmeyi göze almak demek. Azınlık demek çoğunluğun üstbakışlarına maruz kalmak demek, tahakkümünü makul ve makbul görmek demek. Azınlık demek çoğunluğun himmetiyle tehditkar öfkesi arasında yaşamak demek… Kimler hangi sebeple yeryüzünü ayrıcalıklı ya da ötekileştirici bir ayrımlamaya tabi tutabilir. Kimler bu ayrımlama hakkını elinde tutar. Kimler bir başkasına hukuk biçmeyi hak ve had beller. İnsan olmak başlı başına temel bir hak ise hangi insan kendi evinde azınlık olmak ister. İnsanın insana adalet ve hakkaniyet borcu varsa, tahakküm alacağı olamaz…
Zihinsel mülahazalarla, gönülleşmeler ve halleşmelerle nasıl da geçiverdi zaman. Kavuşma neşesi yerini ayrılık hüznüne bırakırken Gümülcine’ye son bir kez bakıyor ve ayrılığım uzun sürmesin diye sesleniyorum ona canhıraş. Yeryüzünde güzellikler varsa onların arasında sen de varsın Gümülcine, diyorum.
Dar zamanı ve gönlümü genişleten Gümülcine; bir bırakılmış şehir ama yitmemiş bir mahzun hikaye, yitmeyecek bir muazzez nefes. Daim var ve kaim ol Gümülcine…

(*) Yedi iklim, sayı 340, mayıs 2018

1 yorum:

  1. Çok güzel bir yazı olmuş zevkle okudum elinizden çok yüreğinize sağlık hocam

    YanıtlaSil