Üsküp, Açık Yara
Seslendi Üsküp, çağırdı bizi. Başka açıklaması yok. Yol
arkadaşımla birlikte itaat ettik çağrıya. Oradayız akşam saatlerinde. Hava
iyice kararmış ama içimiz Üsküp’le aydınlanıyor. Çok müşfik bir karşılama hissediyoruz.
Bilinmedikliğin heyecanı da kaplıyor bir yandan içimizi. İlk gelişimiz. Bir iki
gün kalacağız kuytusunda Üsküp’ün. Başka yerlere giderken daha önce hiç yapmadığımız
şekilde buraya hazırlıklı geliyoruz. Adreslerini bilmesek de gideceğimiz
yerleri isim isim biliyoruz. Üsküp’ü iyi bilen bir dosttan gezilecek yerlerin
listesini almıştım yola çıkmadan. Onun önerilerine uyacağız. Ama önce
kalacağımız otele yerleşelim.
Yarım saatlik yolculuktan sonra taksi bizi Çarşı’nın Kemerli
kapısına bıraktı. Şu yoldan doğru ilerleyin orada bir cami çıkacak karşınıza,
oteliniz orada, demek istedi hal diliyle… Teşekkür ettik, şoförü uğurladık. Kapalı
dükkanların arasından sükuneti içimize çeke çeke ilerliyoruz. Döşeme taşların
fısıltısını dinliyor, vitrinlerin bakışlarını seziyoruz. Çok uzak değilmiş. Çarşı
merkezindeki camiyi görüyoruz. Görüyoruz ama çatısından da çok uzaklardaki bir
dağa konumlandırılmış ışıklı bir haç görüyoruz. Avrupa’nın kadim şehirlerinde
pek rastlamadığımız böylesi bir görüntüye daha önce Mostar’da da rastlamıştık. Başka
yerlerde de var kuşkusuz. Bulunduğu yere kimlik veren, belki imza atan ya da
öyle olduğu vehmedilen böylesi simgeler aynı zamanda bir özgüvensizliğin
simgesi olarak da okunabilir. İktidar ve mülkiyet imgesi yerini özgüvensizlik imgesine
bırakabilir… Kalacağımız yeri görüyoruz. Caminin hemen karşısında. Hele bir
yerleşelim. Sabah, listemize odaklanacağız, bulanık hikayelerle meşgul
olmayacağız.
Sabahı beklemeden ve soğuğa aldırmadan kendimizi çarşının
sokaklarına bırakıyoruz. Meğer ilk selamlaştığımız cami Murat Paşa Camii’ymiş,
Cuma camimiz olarak belirlemiştik onu yola çıkmadan. Tevafukun böylesi manidar
doğrusu; ikametimiz boyunca onu çokça göreceğiz demek. Önündeki musluğa eğilerek
bir iki yudum su içiyorum ve yola sakince revan oluyoruz. Birkaç lokanta ve
kahve dışında her yer kapalı. Tek katlı taş binaların neredeyse hemen hepsi
dükkan. Çarşı işte, bildiğimiz çarşı, çok tanıdık çok bildik çarşı, tarife
gerek bırakmayan bir çarşı. Bir çarşıyı nasıl hayal ediyorsanız öyle;
tatlıcılar, berberler, terziler, kuruyemişçiler, lokantalar, kunduracılar,
tuhafiyeciler, bakırcılar, hediyelikçiler… Biraz Kemeraltı’ndan Kızlar Ağası
Medresesi’ne giden yoldasınız, biraz Ulu Camii’nin çevresini adımlıyorsunuz.
Koza Han az ilerde sanki. Belki sağa dönünce Başçarşı’ya ya da Zağanos Paşa
Camii’ne çıkıvereceksiniz. Bir yaşam biçiminin sokaklarındayız, bir kimliğin,
bir kültür birikiminin sokaklarında; bir medeniyetin ortak mirasında.
Çarşıdan çıkarken ilerden Taşköprü bize göz kırpıyor; çarşıyla
bağı koparılmış gibi. Hoş, solumuzda kubbelerinden hamam olduğu besbelli bir
tarihi yapı da biraz üvey kalmış çarşıya, belki bir camisi olmadığından yetim
de kalmıştır ama aklımız Taşköprü’de. Taşköprü’ye varmak için heykelleri aşmak
gerek. Sağdaki kilise istikameti etkilemiyor ama heykeller fazlasıyla işgal
etmiş köprüye kavuşma meydanını. Olsun varsın, yine de kavuşuyoruz köprümüze.
Endamına uygun hürmeti göstererek adımlıyoruz üzerinde. Hafifletelim yükünü
istiyoruz, göz süzerken her zerresine hasretle. Birkaç adım sonra solumuzda bir
kıblegah. Önünde neşeli bir fotoğraf mı çektirelim yoksa onun çektiği hüzün fotoğrafını
mı düşleyelim. İkincisini tercih ediyoruz ve Taşköprü’de kıbleye durmak, bir
namazgah-köprünün mihrabiyesinde kıbleye durmak diye bir ifade dilime pelesenk
oluveriyor. Hadi okunsun ezanlar diyorum coşkuyla, dursun saflar ip gibi upuzun,
yayılsın köprüden yeryüzüne halka halka. Köprünün iki ucu sınırsızlığın ve
sonsuzluğun başlangıcı olsun. Eklemlensin saflar sınırsızca. Birleştirsin her
yanı. Nehri sarsın iki yandan. Su ile birlikte gürül gürül aksın altınoluğa bu
muhteşem manzara. Yeryüzüne haykırsın Taşköprü, hakikat ve adaletle kaim eman diyarlarını…
Taş köprü taş kalpli müdahalelere rağmen sımsıcak bir kimlik.
Her iki yakadan yapılan kimliksizleştirme girişimlerine rağmen mağrur. Geçişlere
imkan veren ve iki yakayı birleştiren işlevselliğiyle mütevazı. Tüm
ötekileştirmeleri öteleyen bir buluşturucu olmaklığıyla güçlü. Yüzyıllara
meydan okumasıyla dayanıklı. Her iki yaka için bir son ve başlangıç, bir
başlangıç ve son. O olmazsa iki yakası bir araya gelmez Üsküp’ün, Vardar da
akmaz. Vardar onu görmezse akmayacak sanki. Vardar hep ona akıyor sanki, onun
için akıyor sanki.
Taşköprü’nün ve iki yakasının mimari bir istilaya maruz
kaldığı besbelli. Kaplama gibi duran yeni barok binalar Roma’dan, Paris’ten,
Londra’dan, Brüksel’den ya da bir yerlerden ithal sanki. Yabancı ve yapmacık.
Taklit mimarinin kentsel iktidarı Taşköprü’nün görkemini örtemiyor. Yanına
yapılan sanatkarane köprüler de gölgeleyemiyor ihtişamını. O tüm görkemiyle ana
geçiş güzergahı olmayı sürdürüyor, bir zamanların eman diyarı imzasını gururla
taşıyor ve kimlik böyle yazılır diyor.
Üsküp’te her yol Taşköprü’ye çıkıyor. Köprüyü geçince artık
öteki yaka; berikini ötekileştirmiş öteki yakanın meydanı. Berikinin çok
ötesinde, berikinden çok farklı. Herşey birden değişiyor orda. Meydanın
ortasında çok haşmetli bir heykel, kabartmalarla örülü silindirik bir kaide
üzerinde. Bir gösteriye tanık oluyoruz. Flamalı insanlar. Ne olup bittiğini
anlamıyoruz. Anladığımız, buranın toplumsal gösterilerin de yapıldığı bir merkez
olduğu. Heykelin de Büyük İskender’in heykeli olduğu. Birkaç sokak köpeği
görmek de güzel doğrusu meydanda. Biraz küçümenler ve fazla mülayimler. Bir de
ilerde solda bir şehir kapısı, kimi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bir zafer
takı. Makedonya Kapısı’ymış... Taşköprü’den eski tren istasyonuna doğru dümdüz
devam ediyoruz. Rahibe Teresa’nın evi bu güzergahta. Karşısında ses sınırını
yitirmiş bir eğlence mekanı. Şaşırıyoruz. Dahasıysa bildiğiniz kent işte;
yeterince konforlu ve gelişkin yüksek binalar, düzenli caddeler, trafik… Vardar’ın öbür yakasında modern kent
soğukluğu. Bir de heykeller; adım başı heykel, her yer heykel. Usandıracak
denli bolca heykel. Makedonya’nın yeni/den bir tarihyazımı olsa gerek bunca
heykel. Başkaca bir anlamı olduğunu düşünemiyorum. Güzeller belki ama uyumsuz
ve eğreti duruyorlar. Yenilerde kondukları ve her yere konulmalarına özen
gösterildiği besbelli. Onları görmeden adım atamıyorsunuz. Heykeltıraşların en
çok gözetildiği ülke Makedonya olmalı yargısına götürecek denli bol ve devasa
heykele rastlanıyor. Makedonya tarihini heykellerle yazıyor.
Taşköprü’den çarşıya dönerken gezip dolaşan arkadaş
gruplarından kulağıma, tek tük Türkçe söyleyişler ilişiyor; te burda, te o kaa,
te bu kaa gibi tanıdık esintiler beni zamanın duraklarında gezdiriyor…
*
Sabah Murat Paşa Camii’nden ezan sesi geliyor. Gün ağarırken
pencereden onu görmenin heyecanıyla perdeleri aralıyorum. Hemen yanından
yürüyenler, gelip geçenler görüyorum. Genç kızlar görüyorum. Başları örtülü.
Bir okulun öğrencileri gibi. İçimden herkese hayırlı sabahlar demek geçiyor. Çarşıya
nüfuz ediyoruz. İlk durak Kapan Han. İki katlı. Girişinde de içerisinde de
lokantalar, kafeler var. Üst katsa bir okula benziyor. Erinmiyoruz, ahşap
merdiveni çıkıyoruz. Üst katı dolaşırken koridordan görünen sınıflardan oranın
bir okul olduğunu, adının İsa Bey Medresesi olduğunu ve sabah gördüğümüz
başörtülü kızların medresenin öğrencileri olduğunu anlıyoruz. Teneffüs zili
çalıyor. Öğrenciler ahşap tavanlı koridorda çoğalıveriyor. Aralarında
kalıyoruz. Kalabalığın içinden sıyrılmaya çalışırken bir öğretmen mütebessim
simasıyla bize hoşgeldiniz demeyi ihmal etmiyor. Bizim alıştığımız türden resmi
bir düzenek yok. Size nereye gidiyorsun diyen yok, bir an okuldasınız bir an
değilsiniz. Öyle ana giriş kapısı, güvenlik filan da yok. Bu durumu daha sonra
telgrafhane binasında meskun bir üniversiteye gittiğimizde de teyit ediyoruz. Kapan
Han’dan çıkarken kapının üzerinde, dış cephede medrese logosunun bir nargileci
ve bir de lokanta tabelasıyla yan yana olduğunu görüyorum.
Kıvrımlı sokakların arasında henüz restorasyondan çıkmış Arasta
Camii’ne uğruyor ve yüksekteki Mustafa Paşa Camii’ne çıkıyoruz. Avlusundan eski
şehre kuşbakışı bakmanın, minareleri topluca görebilmenin tadını çıkarıyorum. Şadırvanda
umuma açık düzenli havlu ve terlikler tertemiz görünüyor. Ortak kullanımda
olmalarına rağmen nasıl oluyor temiz kalabiliyor, diye soruyorum. Kim isterse
alıp yıkıyor, getirip yerine koyuyor, diyorlar. Demek kısa sürelerde herkes
onları yıkamayı kendine görev sayıyor. Caminin kubbe altındaki aslan göğsü
motifleri renkli ve yeşil bezeli. Farklı dönemleri söylüyor olmalılar. Desenler
barok tarzı biraz. İç mekan, avlu gibi yine ferah ve aydınlık. Metruk hazire
ise neredeyse bahar; çiçeğe duran dallar ve serçe sesleriyle çimenlerin
arasında tek tük mezar taşları. Ayakta kalmış tek kabrin etrafını Hafız’dan
bahar beyitleri sarıyor. Beyitleri de rumi işlemeler. Minare kapısı avluda,
besmele kitabeli. Bir de türbedeki örümcek ağlarını görmeseydik, nispeten serin
ayrılacaktık Mustafa Paşa Camii’nin baharından.
Caminin batı tarafından çıkınca karşıda kale. Sol yanda eski
telgrafhane binası ile sokaktan kaderine terkedilmiş gibi görünen Osmanlı
hükümet konağı. Kale’ye çıkıp Vardar’a ve öteki yakaya hızla göz süzdükten
sonra hükümet konağının hikayelerini düşlüyorum. Bir zamanlar nice önemli
kararların alındığı, nice hizmetlerin tasarlandığı, nice sorunlara çözüm
getirildiği tarihi mekanı hüzünle gerimizde bırakıp Kurşunlu Han’ı görmeye
gidiyoruz. Seyir yolları zaman zaman sonraya bıraktığımız müzelerle
karşılaştırıyor bizi. Vakit kalırsa, diyoruz. Hasretimize koşuyoruz; bir handan
öbürüne bir camiden öbürüne…
Kurşunlu han, gerçekten han fikrinin ne demek olduğunu
öğretebilecek ender örneklerden biri. Bükreş’ten Diyarbakır’a oradan belki
bilmediğimiz kimbilir hangi diyarlarda benzerlerine rastladığımız iki katlı,
geniş avlulu bildik hanlardan. Bir sıradışılık var ama keşfedemiyorum. Kapıları
kapalı. Kaderine terkedilmiş, öylece duruyor. Yapayalnız ama sabırla direniyor.
Kanatlı iki kapının sağ alt kısmına insanların tevazu ile girebilmeleri için
yapılmış enikli kapının kuytularından bakıyorum geniş avlunun ferahlığına.
Yeterince büyük görünüyor. Girişte sokak hayvanlarının unutulmadığı küçük beslenme
nişlerini de farkedebiliyorum.
Kurşunlu Han’dan Suli Han’a giderken hep gördüğümüz kubbeli
yapıya yaklaşıyoruz. Derinden nüfuz etmeye çalışıyorum. Sanat galerisi haline
getirilmiş bir hamam olduğunu anlıyorum. Ama ne hamam. Geriye çekiliyor
kubbeleri inceliyorum. Hayranlığımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Aklıma
birden Haseki Hamamı geliyor. Nerede aynı anda farklı mekanlarda hem kadının
hem erkeğin yıkandığı bir hamam görsem oranın ne denli büyük bir yerleşim yeri
olduğunu düşünürüm. Sultan Ahmet Meydanı’ndaki muhtemel kalabalığın ihtiyacına
dönük olmalıydı Haseki Hamamı. Çifte hamam da, Haseki gibi dönemin kalabalığını
duyumsatıyor. Aynı anda ayrı kapılardan ayrı mekanlara açılan erkek ve kadın
girişleri var. Giyinmelik, soyunmalık, yıkanmalık ve halvet kısımları
kubbelerden kolaylıkla okunuyor. Şu büyük kubbelerin altı göbek taşı; cehennem.
Şu daha küçükleri soyunmalıklar; orada içilen şerbetlerin lezzetini alır
gibiyim. Daha küçük olan kubbeler bir aile ya da bir tanış/arkadaş grubunun
sığabileceği üç dört kurnalı halvetler. Kurnalar, kurna taşları, taslar, envai
çeşit sabunlar, peştemallar, havlular, takunyalar, sohbetler, şakalaşmalar…
İçine girmediğimiz iyi oldu. Düşlerimi yaşayamaz, medeniyet biraz da böyle bir
şey diyemezdim.
Okunan selalar, ezanlar bir parça hüznümü hafifletiyor. Vakit
Cuma. Az ilerde yine Murat Paşa Camii; vuslatım oluyor. Çocuklar gibi
seviniyorum onu görünce. Vakti kuşanıyorum, uzaklar yakınlaşıveriyor yine. Mahallemdeyim
ve mahallemin camisi üç ayları müjdeliyor. Tavanın ahşabı sarıyor her yanımı,
içeriyi ve dışarıyı, gök kubbenin arza ağması gibi. Biliyorum Üsküp kıyama
durmuş, omuz omuza secdelerle Yaradan’a akıyor. Murat Paşa Camii meydanı da
secdeye eşlik ediyor.
Vakit
çıkınca acıktığımızı hissediyoruz. Üsküp denince akla tafçe grafçe geliyormuş.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Çarşıda her yer iç içe. Bir lokantaya
oturuveriyoruz. Bildiğimiz kuru fasulye, ama kiremitte, biraz da yağlı; yanına
az soğan ve iki adet közlenmiş soğuk biber getiriyorlar. İstersek köfte de
varmış, biraz Tekirdağ, biraz İnegöl, biraz Sarayevo…
Çarşıya tekrar revan olduğumuzda bereli biri selam verip
geçiyor. Selamı alıyorum. Böyle bir şeyle zaman zaman karşılaşıyoruz, biraz
kasabalara özgü biçimde. Birbirlerini tanıyan ya da tanımayanların da zaman
zaman selamlaştığına tanıklık ediyorum. Yabancılık çekmiyorum, bildiğimiz
şeyler. Çarşı esnafı ve gelip geçenler arasında erkekler kadın nüfusuna baskın.
Ama kadınlar da rahat görünüyor. En azından bize öyle geliyor. Bir yerin
güvenlikli olduğunu anlamanın yegane ölçüsüdür bir bakıma, kadınların serbestçe
ve güven içinde dolaşmaları.
Murat Paşa Camii’nden Bit Pazarı’na doğru giden ana sokağın
adını farkediyorum: Evliya Çelebi. Sokağı adımlarken Suli Han’a varıyoruz. Yine
iki katlı ama daha küçük bir han. Duvar diplerinde heykeller var. Han, artık
bir sanat mekanı. Odalarıysa çeşitli sanat alanlarını himaye ediyor, atölyeler
halinde. Avluda yavru bir köpek ayaklarımıza dolanıyor. Kendimizi tutamıyor;
seviyoruz yaramazlığını, oynuyoruz onunla çimenlik alanda bir süre.
Çıkınca susamlı helvalar ve küçücük kavrulmuş fıstıklar
görüyoruz bir dükkanın vitrininde. Çarşıda geleneği bırakmamaya çalışan bir
esnaf olduğunu anlıyoruz. Günebakan satıyor bol miktarda ve külahlarıyla bizi
de eskiye götürüyor. Ahşap dükkandaki berberi geçtikten sonra bir de tatlıcıya
rastlıyoruz. Küçük bir dükkan. İçerde beyaz önlüklü pak bir kadın. Bildiğimiz
baklavalar. Tadımlık istemeye çalışıyoruz ama derdimizi anlatmakta biraz güçlük
çekiyoruz. Kadın, Erdoğan dili geri getirecek, o zaman eskisi gibi konuşacak
daha kolay anlaşacağız, diyor. Önce anlamıyorum ama sonra içime oturuyor. İrfanıyla
onulmaz bir yarayı derinleştiriyor. O cümleyi genişletiyorum zihnimde. Biz
dilsiziz diyor sanki diyorum. Siz dilsizsiniz diyor. Halbuki biz dil
biliyorduk, aynı dili biliyor, aynı dili konuşuyor, aynı şekilde yazıyorduk
diyor. Bizi birbirimizden ayırdılar diyor sanki, dilimizi ayırdılar diyor, daha
çok şey diyor ama bu mülahaza buradan çok uzaklara gidiyor; Rumeli’nden Anadolu’ya,
oradan Bakü’ye, Bişkek’e, Almatı’ya, Semerkand’a, Doğu Türkistan’a dek uzanıyor…
Evliya Çelebi sokağını bitirince ya da bitimindeki anakronik
sokak kapısından çıkınca, Bit pazarı ve devamında kadınlar pazarı. Baraka
tezgahların kurulduğu ve iki kişinin yanlayarak geçtiği renkli sokaklar envai
çeşit malın sergilendiği mekanlar. Pejmürde, bakımsız, salaş hali eskil bir
lezzet katıyor daracık sokaklara. Meyve sebzeden, teknolojik aletlere, halıdan kilime, geleneksel
giysilerden beşiklere kadar her şey var. Nihayetinde İshak Bey Camii, ama nasipsiziz;
restorasyonda. Camiinin avlusundaki ahşap çit ve tavanlı şadırvanına göz süzüp,
Yahya Bey Camii’ne doğru ilerliyoruz. Uzaktan yüksek minaresi ile tuhaf
piramidal çatısı dikkat çekiyor. Haziresinde tek tük mezar taşları. Doğusu ve
batısındaki ahşap sundurmalarla birlikte geometrik desenli sedef kakma kapısı
eskil bir güzelliği mündemiççe. Son cemaat mahalli pencere alınlıkları ve
mihrabıyla Osmanlı taş işçiliğinin örneklerinden ama belirgin çatlaklar
oluşmuş. Camiye dışardan mülhak minare besmele kitabeli, Mustafa Paşa’da olduğu
gibi. Şadırvanıysa avlusu gibi büyükçe. Oluklu kiremitle örtülü ahşap tavan ve
çitler bir çardak ferahlığında. Şadırvan da avlu da ferah buluşma mekanı.
Amcalar lafın dibini bulmaya çalışıyor, bize de tebessüm ediyorlar uzaktan.
Yahya beyden çıkınca karşıdan minaresini gördüğümüz camiye
doğru iz sürüyoruz. Hatuncuk Camii, adı gibi küçücük bir mahalle cami. Düzayak
camilerden; bir varmış bir yokmuş misali hemen sizi içeri alıveren türden. Taş
ile ahşabın zarif buluşmasını görmek mümkün yine; sade, abartısız, sakin ve
debdebesiz. Hatuncuk Camii’nden mahalle aralarına sızacak olduk. Vazgeçtik. Az
ilerde bir sürpriz bizi bekliyordu: Rufai Dergahı. Hiç hesapta yoktu. Böylesi
bir yere ezan vakti tevafuk etmekten memnunduk. Yelekli bir dervişan bizi
selamlıyor, hoşgeldiniz diyor ama namaza yetişmek için acele ediyor, bizi avlu
ve kabirlerle başbaşa bırakıyordu. Dergahın haziresinden başka kapalı
bölmelerde de çok sayıda kabir ile karşılaşıyoruz. Yeni restorasyondan çıkmış
gibi görünen yürek açıcı bir mekan. Ahşap tavanlı ve kiremitli yapının
dinlendirici avlusunda oyalanıyorum bir süre. Kuyusuna bakıyorum, mezar
taşlarını okumaya çalışıyorum. Fatihalarla serinliyorum. Duvarların üzerinden
arka mahallede iki katlı, yan cephesi tuğlalı bir bina gözüme ilişiyor. Ayakta
kalmayı başarmış ama el atılmazsa yakın zamanda viraneleşecek gibi. Sonradan öğrendiğime
göre bu ev Hacı Sülolar’ınmış, namı diğer Türk Süleyman’ın yani Üsküp’e
asırlarca önce gelen ilk Türk ailesinin.
Dergahtan çıkınca soldaki sokakta adını ve sıfatını
koyamadığımız bir cami gördük. Yaklaştık yeterince ama minaresiyle kubbesindeki
gri metal ve yeşil cam cephesini görünce fazla ilerlemedik. Yeni bir kiç yapı
olduğunu düşündük ve girdiğimiz sokaktan gerisin geriye çıktık. Güzergahımız Alaca
İshak Bey Camii ve saat kulesi. Yine nasipsiziz. İkisi de restorasyonda. Türkiye’nin
yoğun emekleri var restorasyonlarda. Seviniyoruz. Hemen yakındaki Üsküp fatihi Paşa
Yiğit Bey’in oğlu Gazi İsa Bey’in altı sütunlu açık türbesini de ziyaret
ettikten sonra, İsa Bey Camii’ne geçiyoruz. Camii’nin avlusuna girerken asırlık
çınar karşılıyor gelenleri. Biz de önce ona selam ediyoruz ve ordan
seyrediyoruz ahşap kubbeli şadırvanı ve yeşile durmuş avluyu. İstanbul’daki
Mahmut Paşa gibi müteakip iki kubbeden mürekkep Camiye dahil olduğumuzda doyumsuz
genişliği soluyoruz. Kemerler ve kubbeler zarif kalemişleriyle bezeli. İki
yandaki odacıklar, önce çilehaneyi çağrıştırıyor ama sanırım daha çok
garibanlara, yolda kalmışlara barınak olsun diye yapılan tabhaneler, yani
misafirhane odacıkları. Camide, duvarları çınlatacak kadar yüksek sesle sohbet
eden amcalar var. Akustiğin tadını çıkarıyorlar sanki. Arada bize nazikçe
hoşgeldiniz demeyi ihmal etmiyorlar. Ama sonrasında aralarında yüksek sesle laflamaya
devam ediyorlar. İnsan sesine hasret kalmışım sanki cami mekanında, hoparlörden
gelmeyen insan sesine. Keyifle dinliyorum, aracısız seslerin tınılarını. Onları
rahatsız etmeden minbere yaklaşıyorum. Ahşap hasır örgü boydan boya kaplıyor korkulukları,
ahşap cümle kapısında da kısmen gördüğüm gibi. Böylesi bir bezeme tarzını ilk
kez görüyorum. İsa Bey Camii’nden özellikle burayı nakşediyorum hafızama.
Avludaki çınarın yakınlarında göğü delecekmiş hissi veren restorasyondaki saat
kulesi muhteşem görünüyor.
Bit Pazarı’nın teneke çatılarını temaşa ederek Çarşı’ya
dönüyoruz ve son olarak, belki de ilk gitmemiz gereken yere gideceğiz. Evliya
Çelebi Sokağı’nın Bit Pazarı girişinde metfun Üsküp fatihi Paşa Yiğit Bey ile
Meddah Baba’nın makamlarına. Üstgeçitten geçerken gördüğüm metal malzemeyle kaplı
çatıları, yoksulluğun ve çaresizliğin resmi olarak kaydediyorum zihnime. Ve
Yiğit Bey’in kabrindeyiz fatihalarla. Türbe, oğlununki gibi araları duvarsız
altı sütun üzerine kubbeli. Yanında camekanla korunmuş Meddah Baba türbesi.
Başka kabirler de var ama daha çok Paşa Yiğit Bey Camii Medresesi’nin izleri
ile Meddah Baba tekkesinin kokusu. Bir külliye olarak yeniden ihya edilmiş
mekan; bir mescit, bir kütüphane ve su medeniyetinin simgesi olarak bir çeşme. Bahçede
karşılaştığımız bir yaşlı, daha çok bilgilenmemiz için zarif anlatımıyla bir
zamanlar Üsküp’te yüz yirmi caminin olduğunu, çeşitli sebeplerle şimdi kırk
elli kadarının kaldığını. Cumaları, bunlardan birinde Boşnakça, birinde Türkçe,
diğerlerinde Arnavutça vaaz verildiğini söylüyor. Teşekkür ediyor ve makamdan
ayrılıyoruz. Ve yine kendimizi Çarşı’da soluklanmaya bırakıyoruz.
*
Gugukçuk sesiyle evimdeymişçesine uyanıyor, sema
aydınlanırken mütevazı çarşının dingin sükunetini soluyorum. Kazanı yaktıktan
sonra sandalyeleri yerleştirmeye başlayan kahvecilere, dükkanlarının önüne
sergenlerini yavaş yavaş açan, onları renkli ürünlerle bezeyen esnafa, yerleri
süpürmeyi sürdüren temizlik görevlisine, camiinin önündeki dikey akan
musluklardan su içenlere, gelip geçenlere selam ediyorum. Beni duyduklarından
ve selamımı aldıklarından eminim.
Gün güneşli, zaman zaman yağmur bereketi. Çarşı’nın sükunetine
karılıyoruz. O sokak senin bu sokak benim dolanırken, her birinin
ayrıntılarında yitmek istiyoruz. Arasta Camii’nin önündeki meydanda, yüksekteki
Mustafa Paşa Camii’ne nazır yeşil alana konulmuş üç beş masa. Bir masaya
oturuyoruz. Ortalıktayız, kah güneşin altında kah serin yelin okşamasında, kah
üşüyerek kah terleyerek yakındaki kahveden hürmet ve muhabbetle gelen çayları
yudumluyoruz. Çaylar, seylan, koyu ve buruk. Biraz Diyarbekir Ulu Camii
çevresindeki çaylar. Bardaklar orta boy. Yanında limon ikramı. Şekerler de
dökme şekerliklerde. Kahvedeyse genciyle yaşlısıyla oynanan satranç ve domino,
tüttürülen bolca sigara.
Az ilerdeki şadırvanda abdest alan bir adama gözüm ilişiyor.
Mütebessim. Kurulanıyor havluyla, yerine asıyor. Kalkıyor ve bize doğru
yürüyor. Elinde bir tarım aleti. Yaklaşıyor. Türkiye’den mi geldiniz diyor.
Evet deyince, devam ediyor fasılasız: Allah Türkiye’yi çok güçlü etsin. Sizler
gelince gönlümüz orman oluyor. Türkiye güçlenirse her yer daha güzel olur,
diyor. Türkiye umut herkese, diye ekliyor. Onların yaptığı gibi yapmaz diye
bitiriyor ve yürüyüp uzaklaşıyor. Giderken daha çok gelin buraya, diye uzaktan seslenmeyi
de ihmal etmiyor. Onlar derken kimi kastettiğini anlamıyorum ama dolu
gözlerimle yüreğimi o kuşların cıvıldadığı ormanına alıveriyor.
Üsküp evim, Şam gibi, Bağdat gibi, Buhara gibi… Ayrıca, kendimi
evimde hissetmek için bahane mi yok; aynı hüzünler, aynı üzüntüler, aynı
sevinçler, aynı coğrafya, aynı duyarlıklar, aynı… 15 Temmuz şehitlerine üzüleni
mi ararsın, ya Türkiye’ye bir şey olsaydı burada halimiz nice olurdu diyenini
mi. Afrin’i aldık deyip neredeyse boynuma sarılacak olanı mı, Çanakkale’de
dedemi şehit verdim, şimdi ben şehit olmaya hazırım diyeni mi, Suriye’de savaşmak
için çağrılmayı bekleyeni mi, iki cümlede bir Türkiye diyeni mi… Hiç yabancı
olmadım ki, evim demeyeyim de ne diyeyim. Nasıl evim demiyeyim, Murat Paşa ile Mustafa
Paşa camilerinin çarşıya ağan ezan sesleriyle İskeledeki Camilerinin Üsküdar’a
seslenişini ilişkilendirmişken yüreğimde... Arasta Camii’nin önünde bunları düşünürken
ezan okunuyor ve kahveler birden boşalıyor. Hızlıca oyunlar ve sohbetler
kesiliyor. Namaza eksiksizce koşuluyor. Genciyle yaşlısıyla vakte doğru adım atılıyor.
Tanık oluyoruz, kala kalıyoruz. Şükrümüzü artıran bu manzara karşısında
şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Biz de kalkıyoruz yerimizden.
Esnafla konuşuyor, kahvelerde çay içiyor ve daralan vaktin
hüznünü yaşamaya başlıyoruz. Karşılaştığımız bir Üsküplünün cümleleri bir motto
gibi belleğime yerleşiyor: Üsküp Balkanların Mescidi Aksa’sıdır, diyor ve devam
ediyor: Bu kez başaramayacaklar, istediklerini yapsınlar bizi istemeyenler,
bize düşman olanlar; içerden de dışardan da düşman olanlar istediklerini
yapsınlar, bu kez başaramayacaklar… Kimse hayal bile edemezdi onbeş yirmi sene
önce, Türkiye’den buraya kafile kafile gelecekler, buradakiler Türkiye’ye
gittiğinde güler yüz görecekler... 15 Temmuz’da çok korktuk Türkiye’ye bir şey
olacak diye. Türkiye bizim için umut… Türkiye’nin
kurumları gelecek ve öbür yakaya yerleşecek. Bu ne denli önemli bilemezsiniz.
Artık Makedonya tarafında da bayrağımız dalgalanıyor; önemini siz bilemezsiniz,
siz anlayamazsınız diyor gözleri dolu dolu…
Sokaklarda eğleşirken bir yere gitmeye çalışıyoruz.
Bulamayınca, yaşlı bir amcaya soruyoruz. Tarif edeceğine bizi alıp gideceğimiz
yere götürmeyi yeğliyor. Adımlarken Üsküp’ten ve güzel insanlarından
konuşuyoruz. Laf arasında merak ediyor ve soruyorum: Arnavut musunuz Türk müsünüz?
Letafetini bozmuyor ama çok ayrımcı buluyor sorumu. Soruyu beğenmediğini beden
dilinden anlıyorum. Türküm demekte sakıncı görmem, çünkü benim için Türk demek İslam
demektir, diye cevaplıyor ses tonunu kabartarak. Hepimiz Müslümanız, diyerek bitiriyor
biraz sitemli… Gideceğimiz yere varıyoruz ama o kadar candan davranıyor ki,
gitmek istediğimiz başka yer varsa oraya da götürebileceğini söylüyor, yorulup
yorulmayacağını hesaba katmadan. Bizi götürmeyi insanlıktan, kardeşlikten,
müslümanlıktan sayıyor. Minnet ve şükran duygularımızı ifade ettikten sonra
amcayı çarşının sokaklarında bırakıyoruz.
Bir dükkana giriyoruz daha sonra bir iki hatıra parça almak
için. Dükkandaki delikanlı soruyor: ne taraf güzel Üsküp’te? (Demek iki yaka ya
da iki öteki iyice belirgin ve zihinlerde zımni sınırlar kaim.) Çarşı tabi,
diyorum. Orada binalar sahte, burası asıl diyor. Bu yüzden çarşıda yabancılık çekmediğimizi
söylüyorum. Tabi diyor, siz müsliman biz müsliman… Türkçesi o kadar iyi değil
ama gönlündeki rikkat ve nefaseti çok güzel söylüyor, sonra susuyor, işine
devam ediyor.
*
Ayrılık vakti yaklaşırken son kez Taşköprü’ye gidiyor, helalleşiyoruz.
Gürül gürül akan Vardar’ın gür sesini ve serinliğini son kez içimize çekiyoruz.
Gür sesin ve serinliğin eksilmesin Vardar, diyoruz; tanık olduysan eğer bir
dönem adalete, suhulete, sükunete, tanıklığını daim haykır yeryüzüne, diyoruz…
Üsküp yolların hasreti Üsküp, yılların hasreti Üsküp, sılamız
Üsküp. Kavuştuk, halleştik, helalleştik, şad olduk, bereketlendik. Yine çağır,
yine gelelim, yine vuslatımızla coşalım ama hasret mukadder. Vakitlerin
ezanlarla coştuğu sımsıcak kuytundan ayrılıyoruz, yüreğimizi Çarşı’nın müşfik
sokaklarında bırakarak. Güneşin hiç eksilmesin Üsküp. Her daim gün göresin.
Seni Allah’a ısmarlıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder