5 Haziran 2018 Salı

üsküp, açık yara

Üsküp, Açık Yara

Seslendi Üsküp, çağırdı bizi. Başka açıklaması yok. Yol arkadaşımla birlikte itaat ettik çağrıya. Oradayız akşam saatlerinde. Hava iyice kararmış ama içimiz Üsküp’le aydınlanıyor. Çok müşfik bir karşılama hissediyoruz. Bilinmedikliğin heyecanı da kaplıyor bir yandan içimizi. İlk gelişimiz. Bir iki gün kalacağız kuytusunda Üsküp’ün. Başka yerlere giderken daha önce hiç yapmadığımız şekilde buraya hazırlıklı geliyoruz. Adreslerini bilmesek de gideceğimiz yerleri isim isim biliyoruz. Üsküp’ü iyi bilen bir dosttan gezilecek yerlerin listesini almıştım yola çıkmadan. Onun önerilerine uyacağız. Ama önce kalacağımız otele yerleşelim.

Yarım saatlik yolculuktan sonra taksi bizi Çarşı’nın Kemerli kapısına bıraktı. Şu yoldan doğru ilerleyin orada bir cami çıkacak karşınıza, oteliniz orada, demek istedi hal diliyle… Teşekkür ettik, şoförü uğurladık. Kapalı dükkanların arasından sükuneti içimize çeke çeke ilerliyoruz. Döşeme taşların fısıltısını dinliyor, vitrinlerin bakışlarını seziyoruz. Çok uzak değilmiş. Çarşı merkezindeki camiyi görüyoruz. Görüyoruz ama çatısından da çok uzaklardaki bir dağa konumlandırılmış ışıklı bir haç görüyoruz. Avrupa’nın kadim şehirlerinde pek rastlamadığımız böylesi bir görüntüye daha önce Mostar’da da rastlamıştık. Başka yerlerde de var kuşkusuz. Bulunduğu yere kimlik veren, belki imza atan ya da öyle olduğu vehmedilen böylesi simgeler aynı zamanda bir özgüvensizliğin simgesi olarak da okunabilir. İktidar ve mülkiyet imgesi yerini özgüvensizlik imgesine bırakabilir… Kalacağımız yeri görüyoruz. Caminin hemen karşısında. Hele bir yerleşelim. Sabah, listemize odaklanacağız, bulanık hikayelerle meşgul olmayacağız.
Sabahı beklemeden ve soğuğa aldırmadan kendimizi çarşının sokaklarına bırakıyoruz. Meğer ilk selamlaştığımız cami Murat Paşa Camii’ymiş, Cuma camimiz olarak belirlemiştik onu yola çıkmadan. Tevafukun böylesi manidar doğrusu; ikametimiz boyunca onu çokça göreceğiz demek. Önündeki musluğa eğilerek bir iki yudum su içiyorum ve yola sakince revan oluyoruz. Birkaç lokanta ve kahve dışında her yer kapalı. Tek katlı taş binaların neredeyse hemen hepsi dükkan. Çarşı işte, bildiğimiz çarşı, çok tanıdık çok bildik çarşı, tarife gerek bırakmayan bir çarşı. Bir çarşıyı nasıl hayal ediyorsanız öyle; tatlıcılar, berberler, terziler, kuruyemişçiler, lokantalar, kunduracılar, tuhafiyeciler, bakırcılar, hediyelikçiler… Biraz Kemeraltı’ndan Kızlar Ağası Medresesi’ne giden yoldasınız, biraz Ulu Camii’nin çevresini adımlıyorsunuz. Koza Han az ilerde sanki. Belki sağa dönünce Başçarşı’ya ya da Zağanos Paşa Camii’ne çıkıvereceksiniz. Bir yaşam biçiminin sokaklarındayız, bir kimliğin, bir kültür birikiminin sokaklarında; bir medeniyetin ortak mirasında.
Çarşıdan çıkarken ilerden Taşköprü bize göz kırpıyor; çarşıyla bağı koparılmış gibi. Hoş, solumuzda kubbelerinden hamam olduğu besbelli bir tarihi yapı da biraz üvey kalmış çarşıya, belki bir camisi olmadığından yetim de kalmıştır ama aklımız Taşköprü’de. Taşköprü’ye varmak için heykelleri aşmak gerek. Sağdaki kilise istikameti etkilemiyor ama heykeller fazlasıyla işgal etmiş köprüye kavuşma meydanını. Olsun varsın, yine de kavuşuyoruz köprümüze. Endamına uygun hürmeti göstererek adımlıyoruz üzerinde. Hafifletelim yükünü istiyoruz, göz süzerken her zerresine hasretle. Birkaç adım sonra solumuzda bir kıblegah. Önünde neşeli bir fotoğraf mı çektirelim yoksa onun çektiği hüzün fotoğrafını mı düşleyelim. İkincisini tercih ediyoruz ve Taşköprü’de kıbleye durmak, bir namazgah-köprünün mihrabiyesinde kıbleye durmak diye bir ifade dilime pelesenk oluveriyor. Hadi okunsun ezanlar diyorum coşkuyla, dursun saflar ip gibi upuzun, yayılsın köprüden yeryüzüne halka halka. Köprünün iki ucu sınırsızlığın ve sonsuzluğun başlangıcı olsun. Eklemlensin saflar sınırsızca. Birleştirsin her yanı. Nehri sarsın iki yandan. Su ile birlikte gürül gürül aksın altınoluğa bu muhteşem manzara. Yeryüzüne haykırsın Taşköprü, hakikat ve adaletle kaim eman diyarlarını…
Taş köprü taş kalpli müdahalelere rağmen sımsıcak bir kimlik. Her iki yakadan yapılan kimliksizleştirme girişimlerine rağmen mağrur. Geçişlere imkan veren ve iki yakayı birleştiren işlevselliğiyle mütevazı. Tüm ötekileştirmeleri öteleyen bir buluşturucu olmaklığıyla güçlü. Yüzyıllara meydan okumasıyla dayanıklı. Her iki yaka için bir son ve başlangıç, bir başlangıç ve son. O olmazsa iki yakası bir araya gelmez Üsküp’ün, Vardar da akmaz. Vardar onu görmezse akmayacak sanki. Vardar hep ona akıyor sanki, onun için akıyor sanki.
Taşköprü’nün ve iki yakasının mimari bir istilaya maruz kaldığı besbelli. Kaplama gibi duran yeni barok binalar Roma’dan, Paris’ten, Londra’dan, Brüksel’den ya da bir yerlerden ithal sanki. Yabancı ve yapmacık. Taklit mimarinin kentsel iktidarı Taşköprü’nün görkemini örtemiyor. Yanına yapılan sanatkarane köprüler de gölgeleyemiyor ihtişamını. O tüm görkemiyle ana geçiş güzergahı olmayı sürdürüyor, bir zamanların eman diyarı imzasını gururla taşıyor ve kimlik böyle yazılır diyor.
Üsküp’te her yol Taşköprü’ye çıkıyor. Köprüyü geçince artık öteki yaka; berikini ötekileştirmiş öteki yakanın meydanı. Berikinin çok ötesinde, berikinden çok farklı. Herşey birden değişiyor orda. Meydanın ortasında çok haşmetli bir heykel, kabartmalarla örülü silindirik bir kaide üzerinde. Bir gösteriye tanık oluyoruz. Flamalı insanlar. Ne olup bittiğini anlamıyoruz. Anladığımız, buranın toplumsal gösterilerin de yapıldığı bir merkez olduğu. Heykelin de Büyük İskender’in heykeli olduğu. Birkaç sokak köpeği görmek de güzel doğrusu meydanda. Biraz küçümenler ve fazla mülayimler. Bir de ilerde solda bir şehir kapısı, kimi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bir zafer takı. Makedonya Kapısı’ymış... Taşköprü’den eski tren istasyonuna doğru dümdüz devam ediyoruz. Rahibe Teresa’nın evi bu güzergahta. Karşısında ses sınırını yitirmiş bir eğlence mekanı. Şaşırıyoruz. Dahasıysa bildiğiniz kent işte; yeterince konforlu ve gelişkin yüksek binalar, düzenli caddeler, trafik…  Vardar’ın öbür yakasında modern kent soğukluğu. Bir de heykeller; adım başı heykel, her yer heykel. Usandıracak denli bolca heykel. Makedonya’nın yeni/den bir tarihyazımı olsa gerek bunca heykel. Başkaca bir anlamı olduğunu düşünemiyorum. Güzeller belki ama uyumsuz ve eğreti duruyorlar. Yenilerde kondukları ve her yere konulmalarına özen gösterildiği besbelli. Onları görmeden adım atamıyorsunuz. Heykeltıraşların en çok gözetildiği ülke Makedonya olmalı yargısına götürecek denli bol ve devasa heykele rastlanıyor. Makedonya tarihini heykellerle yazıyor.
Taşköprü’den çarşıya dönerken gezip dolaşan arkadaş gruplarından kulağıma, tek tük Türkçe söyleyişler ilişiyor; te burda, te o kaa, te bu kaa gibi tanıdık esintiler beni zamanın duraklarında gezdiriyor…
*
Sabah Murat Paşa Camii’nden ezan sesi geliyor. Gün ağarırken pencereden onu görmenin heyecanıyla perdeleri aralıyorum. Hemen yanından yürüyenler, gelip geçenler görüyorum. Genç kızlar görüyorum. Başları örtülü. Bir okulun öğrencileri gibi. İçimden herkese hayırlı sabahlar demek geçiyor. Çarşıya nüfuz ediyoruz. İlk durak Kapan Han. İki katlı. Girişinde de içerisinde de lokantalar, kafeler var. Üst katsa bir okula benziyor. Erinmiyoruz, ahşap merdiveni çıkıyoruz. Üst katı dolaşırken koridordan görünen sınıflardan oranın bir okul olduğunu, adının İsa Bey Medresesi olduğunu ve sabah gördüğümüz başörtülü kızların medresenin öğrencileri olduğunu anlıyoruz. Teneffüs zili çalıyor. Öğrenciler ahşap tavanlı koridorda çoğalıveriyor. Aralarında kalıyoruz. Kalabalığın içinden sıyrılmaya çalışırken bir öğretmen mütebessim simasıyla bize hoşgeldiniz demeyi ihmal etmiyor. Bizim alıştığımız türden resmi bir düzenek yok. Size nereye gidiyorsun diyen yok, bir an okuldasınız bir an değilsiniz. Öyle ana giriş kapısı, güvenlik filan da yok. Bu durumu daha sonra telgrafhane binasında meskun bir üniversiteye gittiğimizde de teyit ediyoruz. Kapan Han’dan çıkarken kapının üzerinde, dış cephede medrese logosunun bir nargileci ve bir de lokanta tabelasıyla yan yana olduğunu görüyorum.
Kıvrımlı sokakların arasında henüz restorasyondan çıkmış Arasta Camii’ne uğruyor ve yüksekteki Mustafa Paşa Camii’ne çıkıyoruz. Avlusundan eski şehre kuşbakışı bakmanın, minareleri topluca görebilmenin tadını çıkarıyorum. Şadırvanda umuma açık düzenli havlu ve terlikler tertemiz görünüyor. Ortak kullanımda olmalarına rağmen nasıl oluyor temiz kalabiliyor, diye soruyorum. Kim isterse alıp yıkıyor, getirip yerine koyuyor, diyorlar. Demek kısa sürelerde herkes onları yıkamayı kendine görev sayıyor. Caminin kubbe altındaki aslan göğsü motifleri renkli ve yeşil bezeli. Farklı dönemleri söylüyor olmalılar. Desenler barok tarzı biraz. İç mekan, avlu gibi yine ferah ve aydınlık. Metruk hazire ise neredeyse bahar; çiçeğe duran dallar ve serçe sesleriyle çimenlerin arasında tek tük mezar taşları. Ayakta kalmış tek kabrin etrafını Hafız’dan bahar beyitleri sarıyor. Beyitleri de rumi işlemeler. Minare kapısı avluda, besmele kitabeli. Bir de türbedeki örümcek ağlarını görmeseydik, nispeten serin ayrılacaktık Mustafa Paşa Camii’nin baharından.
Caminin batı tarafından çıkınca karşıda kale. Sol yanda eski telgrafhane binası ile sokaktan kaderine terkedilmiş gibi görünen Osmanlı hükümet konağı. Kale’ye çıkıp Vardar’a ve öteki yakaya hızla göz süzdükten sonra hükümet konağının hikayelerini düşlüyorum. Bir zamanlar nice önemli kararların alındığı, nice hizmetlerin tasarlandığı, nice sorunlara çözüm getirildiği tarihi mekanı hüzünle gerimizde bırakıp Kurşunlu Han’ı görmeye gidiyoruz. Seyir yolları zaman zaman sonraya bıraktığımız müzelerle karşılaştırıyor bizi. Vakit kalırsa, diyoruz. Hasretimize koşuyoruz; bir handan öbürüne bir camiden öbürüne…
Kurşunlu han, gerçekten han fikrinin ne demek olduğunu öğretebilecek ender örneklerden biri. Bükreş’ten Diyarbakır’a oradan belki bilmediğimiz kimbilir hangi diyarlarda benzerlerine rastladığımız iki katlı, geniş avlulu bildik hanlardan. Bir sıradışılık var ama keşfedemiyorum. Kapıları kapalı. Kaderine terkedilmiş, öylece duruyor. Yapayalnız ama sabırla direniyor. Kanatlı iki kapının sağ alt kısmına insanların tevazu ile girebilmeleri için yapılmış enikli kapının kuytularından bakıyorum geniş avlunun ferahlığına. Yeterince büyük görünüyor. Girişte sokak hayvanlarının unutulmadığı küçük beslenme nişlerini de farkedebiliyorum.   
Kurşunlu Han’dan Suli Han’a giderken hep gördüğümüz kubbeli yapıya yaklaşıyoruz. Derinden nüfuz etmeye çalışıyorum. Sanat galerisi haline getirilmiş bir hamam olduğunu anlıyorum. Ama ne hamam. Geriye çekiliyor kubbeleri inceliyorum. Hayranlığımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Aklıma birden Haseki Hamamı geliyor. Nerede aynı anda farklı mekanlarda hem kadının hem erkeğin yıkandığı bir hamam görsem oranın ne denli büyük bir yerleşim yeri olduğunu düşünürüm. Sultan Ahmet Meydanı’ndaki muhtemel kalabalığın ihtiyacına dönük olmalıydı Haseki Hamamı. Çifte hamam da, Haseki gibi dönemin kalabalığını duyumsatıyor. Aynı anda ayrı kapılardan ayrı mekanlara açılan erkek ve kadın girişleri var. Giyinmelik, soyunmalık, yıkanmalık ve halvet kısımları kubbelerden kolaylıkla okunuyor. Şu büyük kubbelerin altı göbek taşı; cehennem. Şu daha küçükleri soyunmalıklar; orada içilen şerbetlerin lezzetini alır gibiyim. Daha küçük olan kubbeler bir aile ya da bir tanış/arkadaş grubunun sığabileceği üç dört kurnalı halvetler. Kurnalar, kurna taşları, taslar, envai çeşit sabunlar, peştemallar, havlular, takunyalar, sohbetler, şakalaşmalar… İçine girmediğimiz iyi oldu. Düşlerimi yaşayamaz, medeniyet biraz da böyle bir şey diyemezdim.
Okunan selalar, ezanlar bir parça hüznümü hafifletiyor. Vakit Cuma. Az ilerde yine Murat Paşa Camii; vuslatım oluyor. Çocuklar gibi seviniyorum onu görünce. Vakti kuşanıyorum, uzaklar yakınlaşıveriyor yine. Mahallemdeyim ve mahallemin camisi üç ayları müjdeliyor. Tavanın ahşabı sarıyor her yanımı, içeriyi ve dışarıyı, gök kubbenin arza ağması gibi. Biliyorum Üsküp kıyama durmuş, omuz omuza secdelerle Yaradan’a akıyor. Murat Paşa Camii meydanı da secdeye eşlik ediyor. 
Vakit çıkınca acıktığımızı hissediyoruz. Üsküp denince akla tafçe grafçe geliyormuş. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Çarşıda her yer iç içe. Bir lokantaya oturuveriyoruz. Bildiğimiz kuru fasulye, ama kiremitte, biraz da yağlı; yanına az soğan ve iki adet közlenmiş soğuk biber getiriyorlar. İstersek köfte de varmış, biraz Tekirdağ, biraz İnegöl, biraz Sarayevo…
Çarşıya tekrar revan olduğumuzda bereli biri selam verip geçiyor. Selamı alıyorum. Böyle bir şeyle zaman zaman karşılaşıyoruz, biraz kasabalara özgü biçimde. Birbirlerini tanıyan ya da tanımayanların da zaman zaman selamlaştığına tanıklık ediyorum. Yabancılık çekmiyorum, bildiğimiz şeyler. Çarşı esnafı ve gelip geçenler arasında erkekler kadın nüfusuna baskın. Ama kadınlar da rahat görünüyor. En azından bize öyle geliyor. Bir yerin güvenlikli olduğunu anlamanın yegane ölçüsüdür bir bakıma, kadınların serbestçe ve güven içinde dolaşmaları.
Murat Paşa Camii’nden Bit Pazarı’na doğru giden ana sokağın adını farkediyorum: Evliya Çelebi. Sokağı adımlarken Suli Han’a varıyoruz. Yine iki katlı ama daha küçük bir han. Duvar diplerinde heykeller var. Han, artık bir sanat mekanı. Odalarıysa çeşitli sanat alanlarını himaye ediyor, atölyeler halinde. Avluda yavru bir köpek ayaklarımıza dolanıyor. Kendimizi tutamıyor; seviyoruz yaramazlığını, oynuyoruz onunla çimenlik alanda bir süre.
Çıkınca susamlı helvalar ve küçücük kavrulmuş fıstıklar görüyoruz bir dükkanın vitrininde. Çarşıda geleneği bırakmamaya çalışan bir esnaf olduğunu anlıyoruz. Günebakan satıyor bol miktarda ve külahlarıyla bizi de eskiye götürüyor. Ahşap dükkandaki berberi geçtikten sonra bir de tatlıcıya rastlıyoruz. Küçük bir dükkan. İçerde beyaz önlüklü pak bir kadın. Bildiğimiz baklavalar. Tadımlık istemeye çalışıyoruz ama derdimizi anlatmakta biraz güçlük çekiyoruz. Kadın, Erdoğan dili geri getirecek, o zaman eskisi gibi konuşacak daha kolay anlaşacağız, diyor. Önce anlamıyorum ama sonra içime oturuyor. İrfanıyla onulmaz bir yarayı derinleştiriyor. O cümleyi genişletiyorum zihnimde. Biz dilsiziz diyor sanki diyorum. Siz dilsizsiniz diyor. Halbuki biz dil biliyorduk, aynı dili biliyor, aynı dili konuşuyor, aynı şekilde yazıyorduk diyor. Bizi birbirimizden ayırdılar diyor sanki, dilimizi ayırdılar diyor, daha çok şey diyor ama bu mülahaza buradan çok uzaklara gidiyor; Rumeli’nden Anadolu’ya, oradan Bakü’ye, Bişkek’e, Almatı’ya, Semerkand’a, Doğu Türkistan’a dek uzanıyor…
Evliya Çelebi sokağını bitirince ya da bitimindeki anakronik sokak kapısından çıkınca, Bit pazarı ve devamında kadınlar pazarı. Baraka tezgahların kurulduğu ve iki kişinin yanlayarak geçtiği renkli sokaklar envai çeşit malın sergilendiği mekanlar. Pejmürde, bakımsız, salaş hali eskil bir lezzet katıyor daracık sokaklara. Meyve sebzeden,  teknolojik aletlere, halıdan kilime, geleneksel giysilerden beşiklere kadar her şey var. Nihayetinde İshak Bey Camii, ama nasipsiziz; restorasyonda. Camiinin avlusundaki ahşap çit ve tavanlı şadırvanına göz süzüp, Yahya Bey Camii’ne doğru ilerliyoruz. Uzaktan yüksek minaresi ile tuhaf piramidal çatısı dikkat çekiyor. Haziresinde tek tük mezar taşları. Doğusu ve batısındaki ahşap sundurmalarla birlikte geometrik desenli sedef kakma kapısı eskil bir güzelliği mündemiççe. Son cemaat mahalli pencere alınlıkları ve mihrabıyla Osmanlı taş işçiliğinin örneklerinden ama belirgin çatlaklar oluşmuş. Camiye dışardan mülhak minare besmele kitabeli, Mustafa Paşa’da olduğu gibi. Şadırvanıysa avlusu gibi büyükçe. Oluklu kiremitle örtülü ahşap tavan ve çitler bir çardak ferahlığında. Şadırvan da avlu da ferah buluşma mekanı. Amcalar lafın dibini bulmaya çalışıyor, bize de tebessüm ediyorlar uzaktan.
Yahya beyden çıkınca karşıdan minaresini gördüğümüz camiye doğru iz sürüyoruz. Hatuncuk Camii, adı gibi küçücük bir mahalle cami. Düzayak camilerden; bir varmış bir yokmuş misali hemen sizi içeri alıveren türden. Taş ile ahşabın zarif buluşmasını görmek mümkün yine; sade, abartısız, sakin ve debdebesiz. Hatuncuk Camii’nden mahalle aralarına sızacak olduk. Vazgeçtik. Az ilerde bir sürpriz bizi bekliyordu: Rufai Dergahı. Hiç hesapta yoktu. Böylesi bir yere ezan vakti tevafuk etmekten memnunduk. Yelekli bir dervişan bizi selamlıyor, hoşgeldiniz diyor ama namaza yetişmek için acele ediyor, bizi avlu ve kabirlerle başbaşa bırakıyordu. Dergahın haziresinden başka kapalı bölmelerde de çok sayıda kabir ile karşılaşıyoruz. Yeni restorasyondan çıkmış gibi görünen yürek açıcı bir mekan. Ahşap tavanlı ve kiremitli yapının dinlendirici avlusunda oyalanıyorum bir süre. Kuyusuna bakıyorum, mezar taşlarını okumaya çalışıyorum. Fatihalarla serinliyorum. Duvarların üzerinden arka mahallede iki katlı, yan cephesi tuğlalı bir bina gözüme ilişiyor. Ayakta kalmayı başarmış ama el atılmazsa yakın zamanda viraneleşecek gibi. Sonradan öğrendiğime göre bu ev Hacı Sülolar’ınmış, namı diğer Türk Süleyman’ın yani Üsküp’e asırlarca önce gelen ilk Türk ailesinin.
Dergahtan çıkınca soldaki sokakta adını ve sıfatını koyamadığımız bir cami gördük. Yaklaştık yeterince ama minaresiyle kubbesindeki gri metal ve yeşil cam cephesini görünce fazla ilerlemedik. Yeni bir kiç yapı olduğunu düşündük ve girdiğimiz sokaktan gerisin geriye çıktık. Güzergahımız Alaca İshak Bey Camii ve saat kulesi. Yine nasipsiziz. İkisi de restorasyonda. Türkiye’nin yoğun emekleri var restorasyonlarda. Seviniyoruz. Hemen yakındaki Üsküp fatihi Paşa Yiğit Bey’in oğlu Gazi İsa Bey’in altı sütunlu açık türbesini de ziyaret ettikten sonra, İsa Bey Camii’ne geçiyoruz. Camii’nin avlusuna girerken asırlık çınar karşılıyor gelenleri. Biz de önce ona selam ediyoruz ve ordan seyrediyoruz ahşap kubbeli şadırvanı ve yeşile durmuş avluyu. İstanbul’daki Mahmut Paşa gibi müteakip iki kubbeden mürekkep Camiye dahil olduğumuzda doyumsuz genişliği soluyoruz. Kemerler ve kubbeler zarif kalemişleriyle bezeli. İki yandaki odacıklar, önce çilehaneyi çağrıştırıyor ama sanırım daha çok garibanlara, yolda kalmışlara barınak olsun diye yapılan tabhaneler, yani misafirhane odacıkları. Camide, duvarları çınlatacak kadar yüksek sesle sohbet eden amcalar var. Akustiğin tadını çıkarıyorlar sanki. Arada bize nazikçe hoşgeldiniz demeyi ihmal etmiyorlar. Ama sonrasında aralarında yüksek sesle laflamaya devam ediyorlar. İnsan sesine hasret kalmışım sanki cami mekanında, hoparlörden gelmeyen insan sesine. Keyifle dinliyorum, aracısız seslerin tınılarını. Onları rahatsız etmeden minbere yaklaşıyorum. Ahşap hasır örgü boydan boya kaplıyor korkulukları, ahşap cümle kapısında da kısmen gördüğüm gibi. Böylesi bir bezeme tarzını ilk kez görüyorum. İsa Bey Camii’nden özellikle burayı nakşediyorum hafızama. Avludaki çınarın yakınlarında göğü delecekmiş hissi veren restorasyondaki saat kulesi muhteşem görünüyor.
Bit Pazarı’nın teneke çatılarını temaşa ederek Çarşı’ya dönüyoruz ve son olarak, belki de ilk gitmemiz gereken yere gideceğiz. Evliya Çelebi Sokağı’nın Bit Pazarı girişinde metfun Üsküp fatihi Paşa Yiğit Bey ile Meddah Baba’nın makamlarına. Üstgeçitten geçerken gördüğüm metal malzemeyle kaplı çatıları, yoksulluğun ve çaresizliğin resmi olarak kaydediyorum zihnime. Ve Yiğit Bey’in kabrindeyiz fatihalarla. Türbe, oğlununki gibi araları duvarsız altı sütun üzerine kubbeli. Yanında camekanla korunmuş Meddah Baba türbesi. Başka kabirler de var ama daha çok Paşa Yiğit Bey Camii Medresesi’nin izleri ile Meddah Baba tekkesinin kokusu. Bir külliye olarak yeniden ihya edilmiş mekan; bir mescit, bir kütüphane ve su medeniyetinin simgesi olarak bir çeşme. Bahçede karşılaştığımız bir yaşlı, daha çok bilgilenmemiz için zarif anlatımıyla bir zamanlar Üsküp’te yüz yirmi caminin olduğunu, çeşitli sebeplerle şimdi kırk elli kadarının kaldığını. Cumaları, bunlardan birinde Boşnakça, birinde Türkçe, diğerlerinde Arnavutça vaaz verildiğini söylüyor. Teşekkür ediyor ve makamdan ayrılıyoruz. Ve yine kendimizi Çarşı’da soluklanmaya bırakıyoruz.
*
Gugukçuk sesiyle evimdeymişçesine uyanıyor, sema aydınlanırken mütevazı çarşının dingin sükunetini soluyorum. Kazanı yaktıktan sonra sandalyeleri yerleştirmeye başlayan kahvecilere, dükkanlarının önüne sergenlerini yavaş yavaş açan, onları renkli ürünlerle bezeyen esnafa, yerleri süpürmeyi sürdüren temizlik görevlisine, camiinin önündeki dikey akan musluklardan su içenlere, gelip geçenlere selam ediyorum. Beni duyduklarından ve selamımı aldıklarından eminim.
Gün güneşli, zaman zaman yağmur bereketi. Çarşı’nın sükunetine karılıyoruz. O sokak senin bu sokak benim dolanırken, her birinin ayrıntılarında yitmek istiyoruz. Arasta Camii’nin önündeki meydanda, yüksekteki Mustafa Paşa Camii’ne nazır yeşil alana konulmuş üç beş masa. Bir masaya oturuyoruz. Ortalıktayız, kah güneşin altında kah serin yelin okşamasında, kah üşüyerek kah terleyerek yakındaki kahveden hürmet ve muhabbetle gelen çayları yudumluyoruz. Çaylar, seylan, koyu ve buruk. Biraz Diyarbekir Ulu Camii çevresindeki çaylar. Bardaklar orta boy. Yanında limon ikramı. Şekerler de dökme şekerliklerde. Kahvedeyse genciyle yaşlısıyla oynanan satranç ve domino, tüttürülen bolca sigara.
Az ilerdeki şadırvanda abdest alan bir adama gözüm ilişiyor. Mütebessim. Kurulanıyor havluyla, yerine asıyor. Kalkıyor ve bize doğru yürüyor. Elinde bir tarım aleti. Yaklaşıyor. Türkiye’den mi geldiniz diyor. Evet deyince, devam ediyor fasılasız: Allah Türkiye’yi çok güçlü etsin. Sizler gelince gönlümüz orman oluyor. Türkiye güçlenirse her yer daha güzel olur, diyor. Türkiye umut herkese, diye ekliyor. Onların yaptığı gibi yapmaz diye bitiriyor ve yürüyüp uzaklaşıyor. Giderken daha çok gelin buraya, diye uzaktan seslenmeyi de ihmal etmiyor. Onlar derken kimi kastettiğini anlamıyorum ama dolu gözlerimle yüreğimi o kuşların cıvıldadığı ormanına alıveriyor.
Üsküp evim, Şam gibi, Bağdat gibi, Buhara gibi… Ayrıca, kendimi evimde hissetmek için bahane mi yok; aynı hüzünler, aynı üzüntüler, aynı sevinçler, aynı coğrafya, aynı duyarlıklar, aynı… 15 Temmuz şehitlerine üzüleni mi ararsın, ya Türkiye’ye bir şey olsaydı burada halimiz nice olurdu diyenini mi. Afrin’i aldık deyip neredeyse boynuma sarılacak olanı mı, Çanakkale’de dedemi şehit verdim, şimdi ben şehit olmaya hazırım diyeni mi, Suriye’de savaşmak için çağrılmayı bekleyeni mi, iki cümlede bir Türkiye diyeni mi… Hiç yabancı olmadım ki, evim demeyeyim de ne diyeyim. Nasıl evim demiyeyim, Murat Paşa ile Mustafa Paşa camilerinin çarşıya ağan ezan sesleriyle İskeledeki Camilerinin Üsküdar’a seslenişini ilişkilendirmişken yüreğimde... Arasta Camii’nin önünde bunları düşünürken ezan okunuyor ve kahveler birden boşalıyor. Hızlıca oyunlar ve sohbetler kesiliyor. Namaza eksiksizce koşuluyor. Genciyle yaşlısıyla vakte doğru adım atılıyor. Tanık oluyoruz, kala kalıyoruz. Şükrümüzü artıran bu manzara karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Biz de kalkıyoruz yerimizden.
Esnafla konuşuyor, kahvelerde çay içiyor ve daralan vaktin hüznünü yaşamaya başlıyoruz. Karşılaştığımız bir Üsküplünün cümleleri bir motto gibi belleğime yerleşiyor: Üsküp Balkanların Mescidi Aksa’sıdır, diyor ve devam ediyor: Bu kez başaramayacaklar, istediklerini yapsınlar bizi istemeyenler, bize düşman olanlar; içerden de dışardan da düşman olanlar istediklerini yapsınlar, bu kez başaramayacaklar… Kimse hayal bile edemezdi onbeş yirmi sene önce, Türkiye’den buraya kafile kafile gelecekler, buradakiler Türkiye’ye gittiğinde güler yüz görecekler... 15 Temmuz’da çok korktuk Türkiye’ye bir şey olacak diye. Türkiye bizim için umut…  Türkiye’nin kurumları gelecek ve öbür yakaya yerleşecek. Bu ne denli önemli bilemezsiniz. Artık Makedonya tarafında da bayrağımız dalgalanıyor; önemini siz bilemezsiniz, siz anlayamazsınız diyor gözleri dolu dolu…
Sokaklarda eğleşirken bir yere gitmeye çalışıyoruz. Bulamayınca, yaşlı bir amcaya soruyoruz. Tarif edeceğine bizi alıp gideceğimiz yere götürmeyi yeğliyor. Adımlarken Üsküp’ten ve güzel insanlarından konuşuyoruz. Laf arasında merak ediyor ve soruyorum: Arnavut musunuz Türk müsünüz? Letafetini bozmuyor ama çok ayrımcı buluyor sorumu. Soruyu beğenmediğini beden dilinden anlıyorum. Türküm demekte sakıncı görmem, çünkü benim için Türk demek İslam demektir, diye cevaplıyor ses tonunu kabartarak. Hepimiz Müslümanız, diyerek bitiriyor biraz sitemli… Gideceğimiz yere varıyoruz ama o kadar candan davranıyor ki, gitmek istediğimiz başka yer varsa oraya da götürebileceğini söylüyor, yorulup yorulmayacağını hesaba katmadan. Bizi götürmeyi insanlıktan, kardeşlikten, müslümanlıktan sayıyor. Minnet ve şükran duygularımızı ifade ettikten sonra amcayı çarşının sokaklarında bırakıyoruz.
Bir dükkana giriyoruz daha sonra bir iki hatıra parça almak için. Dükkandaki delikanlı soruyor: ne taraf güzel Üsküp’te? (Demek iki yaka ya da iki öteki iyice belirgin ve zihinlerde zımni sınırlar kaim.) Çarşı tabi, diyorum. Orada binalar sahte, burası asıl diyor. Bu yüzden çarşıda yabancılık çekmediğimizi söylüyorum. Tabi diyor, siz müsliman biz müsliman… Türkçesi o kadar iyi değil ama gönlündeki rikkat ve nefaseti çok güzel söylüyor, sonra susuyor, işine devam ediyor.
*
Ayrılık vakti yaklaşırken son kez Taşköprü’ye gidiyor, helalleşiyoruz. Gürül gürül akan Vardar’ın gür sesini ve serinliğini son kez içimize çekiyoruz. Gür sesin ve serinliğin eksilmesin Vardar, diyoruz; tanık olduysan eğer bir dönem adalete, suhulete, sükunete, tanıklığını daim haykır yeryüzüne, diyoruz…
Üsküp yolların hasreti Üsküp, yılların hasreti Üsküp, sılamız Üsküp. Kavuştuk, halleştik, helalleştik, şad olduk, bereketlendik. Yine çağır, yine gelelim, yine vuslatımızla coşalım ama hasret mukadder. Vakitlerin ezanlarla coştuğu sımsıcak kuytundan ayrılıyoruz, yüreğimizi Çarşı’nın müşfik sokaklarında bırakarak. Güneşin hiç eksilmesin Üsküp. Her daim gün göresin. Seni Allah’a ısmarlıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder