1 Eylül 2018 Cumartesi

dinsel söylem yok olmuyor

TRTakademi: Televanjelizm kavram olarak Türkiye’nin geç kaldığı bir konu mu yoksa  içine düştüğü bir tuzak mı?

Mete Çamdereli: Televanjelizm propagandist bir içerik taşıyor, sadece anlatmak ya da tebliğ etmek değil yani, misyonerlik faaliyetlerini de akla getiriyor. Dinin anlatılması noktasında bu kavramdan çok elektronik vaizlikle başlayan bir süreç var. Daha kapsayıcı, daha nesnel/yansız bir kullanım.  Neil Postman’ın “Televizyon Öldüren Eğlence”sinde elektronik kilise, elektronik vaizlik olarak kullanılıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Yani tele’den uzaklaşan bir süreç yaşanıyordu. Sonra elektronik vaizlikten medyatik vaizliğe geldik. Evet ben de medya vaizliği ya da medyatik vaizlik diyorum ama şu anda kavram artık dijital boyutuyla düşünülmeli. Televanjelizmin Türkiye’de yaygın biçimde kullanıma girmemesi ise belki salt Hristiyanlığı düşündürdüğünden ya da televizyon dünyası ile sınırlı bir kavram olmasından kaynaklanıyordur. Bugün dijital teknoloji dijital iletişim boyutuyla karşımıza çıkınca, vaizlik ya da uzmanlık da dijitalleşti zaten, televanjelizm, televaizlik ya da medyatik vaizlik terimleri derdi izhar etmez oldu. Dinsellik bağlamında söz söyleyen ve dinleyen kim olursa olsun artık ister istemez dijital vaizlik ve muhatapları olarak değerlendirilecektir. Medyatik vaizler kendilerini istemeseler de dijital platformda görecek, tüm muhatapları gibi kendileri de dijitalleşmenin muhasarasını derinden hissedeceklerdir.
Yeryüzünde dinselliğin kuşattığı ne varsa, artık dijital platformlarda minimize olarak karşımıza çıkıyor ama kapısından girildiğinde karşınıza devasa bir dinsel alan çıkıyor. Medyatik vaizlik mecraya göre değişiyor, şekilleniyor. Vaaz sistemi değişiyorsa, medyanın yapmış olduğu bir program -medya kendisi yapmıyor tabi, onu yönetenler, yönlendirenler yapıyor, medyayı bu bağlamda bir özne olarak almıyoruz, baştan söylemekte yarar var…-, bir uygulama, bir içerik bir dinsel olguyu, bir dinsel durumu nasıl dönüştürüyorsa, dinsel vaizlik dediğimiz olgu da doğal olarak dijitalin işleyiş biçimine göre değişerek değiştirmeye devam edecektir. Bütün bunlar yokken, dijitalleşme yokken, teknoloji böylesi ilerlememişken değişme olmuyor muydu? Oluyordu elbet. Önceden hiç dönüşüm olmuyor muydu, oluyordu elbet. Hoparlörü medya -burada ortam, araç, aracı…- olarak düşünecek olsak, bu değişimi onun üzerinden bile söyleyebiliriz. Neredeyse onsuz ezan da toplu ibadet de düşünülemiyor bile örneğin. Tuzak mı, işin doğası mı, zorunluluk mu, ayırdetmek kolay değil doğrusu ilk bakışta. Ama yaşanıyordu bu değişim, şimdilerde fazlaca hissediyoruz, o kadar…

TRTakademi: TRT Diyanet açıldı, geç kalınmış bir karar mıydı?

Mete Çamdereli: Geç kalındı desek sorun çözülür mü. Geç veya erken bir yerden başlanmış ya, bence oradan bakmak lazım. Geç kaldık diye hayıflanmaktansa bundan sonra ne yapılacağına odaklanmak gerekir. Ama sordunuz madem biraz açalım: Uzmanlaşma nitelikleriyle yayın yapan tematik kanallar, hatırlayalım ilk haber kanalları ile başladı, hemen ardından spor ve müzik kanalları oldu. Bir din kanalı evet geç kaldı ama bunun çeşitli sebepleri var. Burada girmeyelim ayrıntıya ama şu kadarını söyleyelim. Türkiye’de dini normal hayatın bir parçası olarak içselleştirenlerle, bir anlamda dini hayatın içine almaya çalışanlarla, din deyince hemen ondan uzaklaşma ihtiyacı hisseden, onu hayatın hemen dışına itmeye çalışanların arasındaki mücadeledir temel sebep. Tematik bir din yayıncılığı yapmak ya da bir din televizyonu kurmak için bir takım şimşekleri üzerinize çekmeyi göze almak gerekiyordu. Geç kalınmasındaki temel saik böyle izah edilebilir. Kimsenin de suçu günahı yoktur geç kalmasında. Böylesi bir toplumsal terbiyeden geçilmiştir çünkü. Hala da başkaca konularda benzer refleksler görülmektedir. Yani bir din televizyonu kurmak ya da onu desteklemek bürokrasi için, siyaset için, belki akademi için de kolay değildi. Bugün konuşuyoruz niye hala medya ve din çalışmaları yapmakta müteredditiz diye. Sorunun cevabı bu sosyal psikolojide yatmakta. Ama başladık artık. En azından buna sevinelim geç kalmışlığımıza yanmak yerine. Vakıa; bir çok konuda geç kaldığımız gibi din yayıncılığında da geç kaldık. TRT’de yapılan din programları biraz fazlalaşsa konuya muhalif kamuoyunda direk infial olurdu, ama artık olmuyor. Olmuyor da böylesi programlar izlenme rekorları mı kırıyor? Demek endişeye mahal yokmuş. Resmi söylemin inşasındaki laik etik anlayışının evrilmesi gerekiyormuş demek bu türden tematik ya da ağırlıklı yayınların rahatça yapılabilmesi için. Bunu beklemek de çok ciddi bir zaman aldı, gecikmesinin temel nedeni resmi söylemle ilişkili.

TRTakademi: Geleneksel medya örgütlü bir şekilde yeni medya örgütsüz bir şekilde dinin kullanım biçimini dönüştürüyor diye bir yorumunuz var.

Mete Çamdereli: Dil ve söylem konusu değerli bir konudur. Dilini kaybetmiş bir din, söylemini kaybetmiş bir din olgusundan da bahsedebiliriz. Kaynak verilere ulaşma konusunda bugünkü zihinle davrandığımızda sorunlar yaşayabiliyoruz. Aracı olanlar da olaya farklı bakmışlarsa işimiz daha da zorlaşıyor. Dil kendi halinde pasif bir dönüştürücüdür. Söylemse aktif bir dönüştürücü. Dil pasif olarak kenarda bir kültürü biriktirirken aktarılma sürecinde söyleme ihtiyaç hisseder. Söylem, dilin kullanılma biçimini ihsas eder. Din dili dediğimiz olgu eğer dinsel söyleme dönüşüyorsa ve bu dinsel söylem medyatik düzlemde medyanın eylemsel diliyle gerçekleşiyorsa, sadece izlenme oranlarının oluşturmuş olduğu dille yetiniyorsa, bugünkü tıklama oranları vs. ile kendini gerçekleştirmeye çalışıyorsa, eldeki söylem de zaten bir yitik söylem olarak elimizde duruyorsa medyatik düzlemde ikincil bir darbe daha geliyor demektir. Din dili medyatik söylemle kendini ifade ettiğinde genel olarak medyatik söylemin çerçevesi içinde kalıyor, medyatik dilin söylemsel isterleriyle şekilleniyor. Dinsel söylem yok olmuyor, medyatikleşiyor sadece, çünkü din yok olmuyor, dinin hükümleri yok olmuyor, dinin esasları orada durduğu sürece sorun yok demektir ama medyatik söylemin dönüştürücü gücünü görmezden gelmek anlamına gelmiyor bu durum. Evet din bir şekilde hayatını sürdürüyor fakat bu söyleme muhatap olanlar artık özgün din söyleminden çok medyatik ve dijital din söyleminin mahkumları haline geliyor. Yeni bir dinsellik inşa ediliyor mu? Evet, istese de istemese de, iyi niyetli de olsa art niyetli de olsa dijital dünyada yeni bir dinselliğin inşa edildiğini görmemek mümkün değil. Dinsellik diyorum, dikkat buyrunuz, din demiyorum. Dinsellik her dönemde dönemin koşullarına göre dönüşebileceğine, değişebileceğine göre bugün de medyatik düzlemde başkalaşabilir demektir. Öze dönük bir risk var mıdır, her zaman olduğu kadar bugün de vardır.  Dil ve söylem konusu bu açıdan son derece önemli. Diliniz sabit kalsa bile dilin kullanım şekli ve mecraları dinselliği de doğal olarak etkileyecektir. Söylemi eğer doğru belirleyebilirseniz mesela TRT’de gördüğümüz olumlanabilecek çizgi filmler ya da diyanet tv’de gördüğümüz kimi program içerikleri, bu tür örnekleri her platformda, her mecrada görmüyoruz, neden göremiyoruz? Çünkü medyanın doğası buna müsait değil, medya dini söylemi öncelemek zorunda değil. Medyanın söylemi doğası itibariyle kendi söylemi öncelikle. Dinsel karakterler, ikonlar, fenomenler kendilerini mi öne çıkararak izleyicilerini ya da takipçilerini influanse ediyorlar yoksa kaygılarını mı öne çıkararak influanse ediyorlar? Bir imam, bir haham, bir papaz influencer olduğu andan itibaren dinle olan temasında bir problem ortaya çıkıyorsa medyatik söylemin dinseli nasıl inşa ettiğini bir din görevlisi üzerinden gözlemliyoruz demektir. Medyatik söylemin bir mümini, -hadi terimi sevmesem de bir dindarı diyeyim- nasıl inşa ettiğini, nasıl şekillendirdiğini görmek gerekir. Bugün yeryüzünde dünya kadar dinsel aidiyeti olan insan var ve o insanlardan bazıları sivrilerek dijital dünyada karşımıza çıkıyor. Onların söylemlerine göre hareket eden kuşaklar yetişiyor. Dijital bir mürebbiyeden söz ediyorum, annemiz babamız ninemiz dedemiz olmayan bir mürebbiyeden söz ediyorum. Bize ebeveynimizden çok daha yakın duran bir dijital dinsel mürebbiyeden öğreniyoruz artık öğreneceklerimizi.

TRTakademi: Araç mı mesajı yutuyor yoksa mesaj aracın kendisi mi oldu?

Mete Çamdereli: Araç mesajı yutuyor ama mesaj da aracın kendisi haline geliyor, bir ayna özelliği yani, aynaya yüzünüzün biraz da olsa bakması gerekiyor. Araç mesajı dönüştürür bunu tartışmamız gerekmez. Mesaj dinsel mesaj bağlamına geldiyse ve buna dönüşmüşse o zaman dinselliğin de dönüştüğünü kolayca söyleyebiliriz. Bugün yeni kuşaklar açısından özellikle z kuşağı açısından artık bizim geleneksel olarak eğitimden geçme biçimimizin olmayacağı ortada. Bundan sonra yetişecek nesiller kuvvetle ihtimal dijital mürebbiyenin şekillendirmiş olduğu mesajla şekillenecekler. Bu mesaj aracın masum bir mesajı değil, aracın elindeki dönüşmüş, farklılaşmış bir mesaj olacak. Din yok olmayacak. Bu söz konusu bile değil. Din olmadan yaşamanın mümkün olmaması postulatından hareketle söylüyorum bunları, sadece bugün bizim bildiğimiz türden, bizim yaşadığımız türden bir dinsellik olmayacak diyorum.

TRTakademi: Modern Müslüman bir kuşaktan bahsediyorsunuz, nasıl bir kuşak bu M kuşağı?

Mete Çamdereli: M kuşağını daha önce bir haber olarak okumuştum yabancı basından, sonra onunla ilgili bir kitap çıktığını gördüm. M kuşağı “Modern Muslim Generation” olarak söylenebilecek bir kuşağı, modern Müslüman kuşağı ifade ediyor.  Bu kuşak ülkemizde henüz karşılığını tam olarak gördüğümüz bir kuşak değil. Özellikle İngiltere’de hayat bulmuş bir kuşak. İslamafobia içinde kendini var etmeye çalışan bir kuşak bu Avrupa’da. Gençlerin yoğun bir biçimde sıkı sıkıya tutundukları bir din var ve bunun adı islam. İslam ile yaşamak, Müslüman olarak yaşamak, kimliklerini Müslüman olarak ifade etmek istiyorlar fakat önlerine sunulan nimetlerden de faydalanmak istiyorlar. Çevresindeki insanlar gibi yaşamak istiyorlar ve öyle de yapmaya çalışıyorlar. Kaykay yapmak istiyorlar, buz hokeyi oynamak istiyorlar, kürek çekmek istiyorlar, bisiklete binmek istiyorlar yani İngiltere’deki diğer insanlar ne yapıyorsa onu yapmak istiyorlar. Beğenin ya da beğenmeyin, verdikleri mesaj şu: “Ben Müslümanım ve sizin gibi birisiyim, farklı değilim. İslamafobi olarak dile getirdiğiniz ve tukaka etmek için araçsallaştırdığınız Müslümanlardan değilim, sizin gibiyim, sizden biriyim ama Müslümanım, Müslüman olarak sizden biriyim” diyerek kendine yeni bir yaşam alanı açmaya çalışan bir kuşak bu M kuşağı. Buradan baktığımızda yoğun bir şekilde eleştirilebilecek bir tutum sergiliyor gibi görünebilir ama islamofobi kasırgasıyla harmanlanan bir hayatı yaşayan Avrupalı Müslümanlar, genç Müslümanlar belki de bugünün gelecek için neferleri olan kuşaklar, bilmiyoruz ama bildiğimiz onların tek istekleri bulundukları islamofobik mekan ve zamanda var olabilmek. Su akarını bulur nasılsa.

TRTakademi: Medyanın dönüştürmesi konusuna biraz daha ayrıntılı girmek istiyoruz. Dışarıdan bakıldığında medya işlediği hangi konuyu dönüştürmüyor ki dini dönüştürmesin? Böyle bir motto yok mu zaten? Siyaseti, ekonomiyi değiştiren medyanın dinsel söylemi de dönüştürmesini normal karşılamamız gerekmiyor mu?

Mete Çamdereli: Sadece biz dine odaklandığımız için medyanın dini, daha doğrusu dinseli dönüştürdüğünden bahsediyoruz. Medya ve çocuk deyince fikir sahibiyiz, medya ve kadın deyince bir çok çalışma görüyoruz, medya ve siyaset, medya ve kültür, medya ve demokrasi de öyle. Medya ile ilişkili neredeyse her konu ele alındı da sanki din ile hiç temas edilmedi. Medyanın dönüştürücü gücü bütün yönleriyle ele alındı. Etki gücü tartışıldı, kimi zaman abartılı olduğu söylendi, kimi zaman hafife alındı ama kimse medya vasat bir dönüştürücüdür demedi. Etkisi yoktur demedi. Kıyısından köşesinden de olsa bir biçimde etki gücü olduğu herkesçe dillendirildi. Peki medyanın din ve dinsellik üzerindeki etkilerini nasıl göreceğiz? Bakarsak göreceğiz ancak, bakmazsak görmeyiz. Eğer dinden bakarsak dünyayı da görebiliriz. Siyasetten bakınca belki göremeyiz, çocuktan bakınca belki göremeyiz, din çünkü yaşamın odağında, reddetseniz de iman/intisap etseniz de. İnsanlık tarihinde bugüne kadar hayatla ilgili ne kadar olgu varsa bunun en başında din olgusu geliyor. En çok mücadele edilen belki de en çok imha edilmeye çalışılan ama bir yandan en çok sahiplenilmeye, en çok kabullenilmeye çalışılan bir olgu, sahih bir yaşam birikimi. Medya ve din olgusuna bakmadan medyanın bütüncül etkilerini anlayamayız. Ama toptancı söyleyecek olursak iş kolay. Nasıl ki diğer yaşamsal paradigmaları etkiliyor, dönüştürüyor, öyleyse dini de dinselliğin de dönüştürür elbet. Normal karşılayalım ama hazırlıklı da olalım demeye çalışıyorum.

TRTakademi: Televizyondan başlayarak yeni fenomenler konusuna girmek istiyoruz. Örneğin bugün televizyonlarda reyting toplayan veya binlerce insanı bir alana toplayabilen dini kişilikler var. Bunu garipsemeli miyiz? İnsanlara ulaşmanın kolay yolu bu olamaz mı?

Mete Çamdereli: Bunları iyi niyetli çabalar olarak değerlendirelim ama riskleri de görmezden gelmeyelim. İyi niyetli çabalar zaman zaman dinin kendisi haline gelmesin yoksa bu bilgilendirme tabi ki yapılsın. Cami bahçesinde din görevlisi ile sohbet eden cemaatten farkı olmasaydı bu konuda bu kadar konuşuyor olmazdık, ama öyle olmuyor, bu araç çok etkili. Camideki din görevlisinin cami cemaatini bilgilendirmesinden daha farklı bir olgu ile karşı karşıyayız. Medyanın kendi ruhu, doğası o camideki bilgilendirici görevli gibi davranmayabilir, niye davranmayabilir? Çünkü medyanın dur kalkları var, soluklanma biçimleri var, eğlendirme şekilleri var, reklam molaları var örneğin. Medyada çok serbest bir ortamda görüşlerinizi serbest biçimde söylemiyorsunuz aslında. Diyelim ki söylediniz, tüm medyatik nasların ötesine geçerek söylediniz, yani diyelim ki çok iyi niyetle sorunlara çözüm getirmeye çalışıyorsunuz ama getirdiğiniz çözümler kimi zaman bir başkasının getireceği, getirebileceği çözümlerin önüne geçiyor belki, medyada söylenen baskın doğru haline geliyor, söylediğiniz tek doğru haline geliyor, yani mesajınız dinin de dinselin de önüne geçiveriyor. Nasıl imgeler gerçeklerin önüne geçiyorsa medyatik söylemler de öyle, medyatik vaizlerin dilinden çıkanlarla şekilleniyor. Sahih din dili medyatik din dilinin pragmatizminde yeniden şekilleniyor. Kimi zaman dinin sahih dili bir yanda, medyanın pragmatik din dili bir yanda olabiliyor. Din adına yapılan muhaffef dini showlar ortaya çıkıyor. Din ile eğlenmenin, din ile neşelenmenin, dini araçsallaştırarak çoğu kez medyatik bir din-eğlence formatına dönüşmesi engellenemiyor. Bu durumda medya araç olmanın ötesine geçiyor, konu din bile olsa medyatik çıkarlara hizmet etmiş oluyor. Bilgilendirme de müminlere ulaşma da iyi niyetten öteye geçemiyor çoğu kez.
Medya sözünü ettiğiniz dini kişilikler, ikonlar, vaizler, fenomenler vasıtasıyla bizi bilgilendirsin ama biz de medyanın bir dersane, bir okul olmadığını bilelim. Medyatik mikrofonlar bizi dinsellik bağlamında elbette bilgilendirsin ama bu bilgi bizim işimize yarayacak bir bilgi olmanın ötesinde, ertesi gün sadece arkadaşlarımız ile hoşça vakit geçirtecek sıradan bir sohbet konusu, bir magazinel bilgi haline gelmişse bunun bize bir faydası olmayacaktır. O bilgi bizi tartıştırarak şekillendirecekse, bizi okumaya sevkedecekse, bizi kaynaklardaki bilgiyi öğrenmeye sevkedecekse o zaman medyatik vaizlere daha çok kapı açalım. Şu anda bir izleyici, dinleyici, okuyucu kitleleri varsa onların da iyi niyetli çabalarının karşılığını inşallah görürüz diye umut edelim. Zaman içinde bunun da dinselliğin yeniden inşası şekline dönüşebileceği riskini göz ardı etmeyelim.

TRTakademi: Bu dönüşümde Youtube, televizyondan daha fazla bir dönüşüm sağladı mı? Sosyal medyadaki denetimsizliğin ne gibi zararları oldu?

Mete Çamdereli: Denetim sorunu sadece bizde değil tüm dünyada var. Bunlara bir tahripkar olarak değil iyi niyetli olarak bakmak lazım ama tahrip edebileceği riskini de hep aklımızda tutalım. İçerik yönetimi son derece önemli, siz de içerik üreterek mücadele edebilirsiniz ya da idari yaptırımlar uygulayabilirsiniz, burada siz birinciyi tercih etmelisiniz. Daha çok izlenir olan izlenmese bile kaliteden taviz vermeyen bir takım videolarla, karşı bir mücadele grubu halinde mücadeleye başlanması gerekiyor. Zihinler bundan etkilenmeden önce biz ne yapıyoruz diye sormalısınız.  Kurumlar olarak ne yapıyoruz diye sormalıyız. Denetim mekanizması olmalı ama özgürlükleri kısıtlamamalı ve eğlence hakkımızı elimizden almamalı. Denetleme, kendi kendini denetleyemeyen için vardır, bir otoregülasyon sistemi kurulmadıysa o zaman denetlemekten başla yapılacak şey yoktur. Siz nasıl sigara sağlığa zararlıdır diye topluma yasakları dayatabiliyorsanız ve kamu sağlığını koruyorsanız, kamunun zihin sağlığını da hatta din özgürlüğünü de koruma hakkı bu noktada kamu otoritesindedir.

Şunu da ilave edelim: video ya da hareketli görüntülerin artık çok etkili olduğu biliniyor. Dolayısıyla sorunuzun cevabı açık. Elbette dönüştürüyor. Oranları ile ilgili araştırmalar yapmak gerek, tabii dinsellik bağlamını kastediyorum. Sosyal medyanın denetimsizliği ise çok boyutlu bir konu. Uluslararası, küresel bir konu. Ama bu denetimsizlik zaman zaman medya kullanım biçimlerimizde ne denli bilinçli olmamız gerektiğini de bize söylüyor olmalı. Yani her kafadan din adına çıkan sesleri ayırt edebilecek kulaklara, her kurgudan din adına çıkan görüntüleri ayırt edebilecek gözlere sahip olmamız gerekiyor ve kullanıcıların sürekli bilinç düzeyini artırma çabası içinde olan kurumsal girişimlere de şiddetle ihtiyaç var. Aksi durumda bugün olduğu gibi mikro dinsel yapılar, dinsel ikonlar alıp başını gidecektir. Bilgili bilgisiz herkes kendine mikro bir dinsel iktidar alanı yaratabilecektir. Daha ne zarar arayalım. Yetmez mi, bu kadarı bile. Denetimsizliğin ya da başıboşluğun nereye varacağını tahmin etmek zor değil, ama asıl aktör kullanıcı olduğundan kullanıcıların bilinç düzeylerini artırmakla başlamalı.

TRTakademi: “Bir ülkeden yalancı peygamber çıkıyorsa o ülkede canlı, dinamik ve kitlelerin her an gündeminde olan güç bir din de var demektir” diye bir söz var.  Ülkemizde de din aynen bu sözdeki gibi güçlü şekilde yaşanıyor ve her tür görüşe saygı gösteriliyor. Buna sevinmeli miyiz?

Mete Çamdereli: Gerçekten dinsel dinamiklerimiz oldukça gelişkin. Dün filmin gösterimi esnasında dışardan gelen ezan sesiyle sinemada ayağa kalkan bir kitleden, namaz kılarken ortalıktaki fotoğrafları ters çeviren bir kitleden bugün belki televizyonu aç da ben namazımı kılayım diyen bir kitleye ulaştığımızı ve dönüştüğümüzü söyleyebiliriz. Biraz abartıyorum ki kolay anlaşılalım. Hep böyle olmuyor tabi, ama pek çok hassasiyet korunuyor, kuşaklar açısından endişelerimiz olsa da onlar da kendi akarlarını bulacaklar, bu açıdan hiç endişeye mahal yok. Ama öte yandan, sosyal medyada ben varım, dualarımı paylaşıyorum, onları paylaşırken başka şeylerimi de paylaşıyorum ve kendimle ilgili herşeyi herkesin gözü önünde kayıt altına alıyorum. Gerçek hayatımda sosyal medyada yaptıklarımın ne kadar arkasındayım, ne kadar samimiyim. Bir mümin olarak meleklerin de kayıt tuttuğunu ne kadar hatırlıyorum. Biraz sıkıntılı, kuşkulu bir durum. Sosyal medya dindarlığı, sosyal medya muhafazakarlığı, sosyal medya mücahitliği gibi terimler bunun için var, bu kuşkulu durum için var. Samimiyetsizlik için var, sorumluluğu savuşturma kolaylığı için var, -mış gibi yapmak rahatlığını ifade etmek için var ve daha niceleri de olacak. İnternetteki kaygılarımız ile gerçek hayattaki kaygılarımızın aynı olması gerekiyor. Ama öyle olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Dinsellik kültürü bizim sahiplendiğimiz bir şey. Dinamik olmasına dinamiğiz ama böylesi bir kullanımla boşa enerji harcıyoruz demektir. Oraya buraya çekiştirilen dinsellik durumlarının hale yola gireceğini ummaktan başka çare yok. Din adına ya da dinsellik adına bu israf edilmiş enerjiye, dolu gibi görünen ama boş geçen zamana sevinemeyiz.  

TRTakademi: Bir insan Allah ile arasındaki en mahrem anları neden sosyal medyada paylaşır?  Bunu zamanın ruhu olarak mı kabul etmeliyiz? İnsanlar artık kendilerini sosyal medyada ifade ediyorlar ve din de bunun içinde diyebilir miyiz?

Mete Çamdereli: Evet, elbette diyebiliriz. Bu, bizim kuşaklar açısından bakarsak bir sapma ama şimdiki kuşaklar açısından dinselin kendisi. İnsanlar kendilerini araçlarla ifade ediyorlardı şimdi de böyle ediyorlar. Varoluşunuz eğer medyatik donanımla gerçekleşiyorsa yapılacak çok şey yok. Paylaşım, mahremiyet, ifşa konularının artık düşünülmesine bile gerek yok. Selfie meselesinin çok narsistik bir yanı var. Bu çok net. Narkisus gibi, kendini beğenen insan gibi şeyler var ama başka sorunlar var. Paylaşmak istiyorlar ama araç şunu dayatıyor, sadece bunu değil her şeyinizi paylaşın, kendinizi açabildiğiniz kadar açın. Dinselliğin yeniden inşası dediğimiz konu bu; bildik mahremiyet olgusunun olmadığı ya da başkalaştığı bir konu artık. Bundan otuz kırk sene önce evlenmek isteyen adaylar kimi zaman birbirlerinin fotoğraflarını bile göremezken bugün profil fotoğrafları var, hem de herkese açık; bu bir sapmadır diyemeyiz. Kırk sene önceki ne kadar doğruydu ki bugün bu kadar yanlış olsun. Fotoğraf görememek ne kadar doğruydu, bugün çok fotoğraf görmek ya da gönüllü biçimde tüm aleme fotoğraf göstermek ne kadar doğru? Mahremiyet algısı dönüştü bugün ama o gün de dinseldi bugün de dinsel.

TRTakademi: Dijital medyanın bu konuda çok ciddi bir imkan sunduğunu düşünüyorum. Sosyal mecralarda sizi denetleyen bir mekanizma yok, eylemlerinizde özgürsünüz ve önünüzde sınırsız bir alan var. Siz orada imkanlarla başbaşa kaldığınızda sergilediğiniz tavır aslında sizin o inançlara gerçekten sahip olup olmadığınızı, ne kadar yaşadığınızı gösteriyorsunuz. Bu özgürlük ile insanlar gerçek duygularını dışa vuruyorlar, bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mete Çamdereli: İnsanları rahat bırakmak gerekiyor. Bırakın kendilerini nasıl ifade ediyorlarsa etsinler. Bu sözüm müminleri de mümin olmayanları da kapsıyor tabi. Sadece biraz edep ve nezaket, hepsi o. Sosyal medyanın imkanları ortada zaten. Denetlemeyi o yüzden iyi düşünmek lazım. Daha çok düzenlemeler üzerinden gitmek gerekir, denetleme biraz baskı ve dayatmayı çağrıştırıyor. Bu başıboş bırakılmak anlamına gelmez ama düzenlemeyi yapmak ve serbest bırakmak anlamına gelir. Yani manzarayı iyi tespit edip, doğru okuyup ona göre tutum geliştirelim, medya bir imkan mı penceresinden baktığımızda bir imkan olduğunu da söyleyelim, sadece tukaka edip durmayalım. Biz tabloya biraz karamsar bakıp sorunları görmeye, göstermeye çalışıyoruz; imkansızlıkları, kısıtları görürsek o zaman doğru kararlar verebiliriz. Siz medyanın ruhunun farkında değilseniz imkanlarının da farkında olamazsınız. Ben biraz da o ruhu yansıtmaya çaba gösterdim. Dinin korunması için bir mücadele içindeyiz, sadece biz ya da bizim toplumumuz değil herkes bu mücadeleyi veriyor, siz de pozisyon almak zorundasınız, yani hepimiz pozisyon almak zorundayız, ne yaptığımızı, ne yapmamız gerektiğini bilmek zorundayız, ne yapacağımıza karar vermek zorundayız. Bu mücadelede biz çok daha avantajlıyız, yüzümüz daha berrak, çünkü toplumun dinsele hassasiyeti hala çok güçlü. Kendini dinsellik çerçevesinde bir yerlere konumlandırma çabası hala canlı. Bu bir avantaj. Medyatik olmayan bir dinsel dil ve söylem yakalanabilirse, bu serbestliğin imkanından yararlanmak anlamına gelecektir. Artık mezar taşları dijitalleşmişken, hala mezar taşında fotoğraf olsun mu olmasın mı derken bir parça relaks olmanız gerekebilir örneğin. Dinden değilse de dinselden taviz vermeniz gerekebilir. Ya da bugün selfie çekmek günah diyebilir misiniz? Böyle bir şey dememeniz gerekir. TRT Rafadan Tayfa’yı, Ramazan Tayfa yapmış çok hoşuma gitti. Ramazan bizim için çok kutsal bunu asla deldirtmeyiz mi, ramazanla eğlendirmeyiz dememiz lazım? Hayır, bu kuşak bu dili biliyor, bu dille büyüyor. Siz de bu dilden hareketle bir dinsellik söylemi oluşturabilirsiniz. İnternet fıkhı üzerine kafa yorduk mu, sosyal medyada mahremiyet üzerine kafa yorduk mu? Bunlara kafa yorarsak o zaman cevabı vereceğiz zaten, diğer türlü bu işin içinden çıkamayız. Sadece olmaz demek, uygun değil demek yasakçı bir söylem üretmek olur ve gençleri, gelecek kuşakları dinden soğutmaktan başka bir işe yaramaz. İnternet fıkhına kafa yorarsak, selfie bunun sadece bir paradigması olacaktır, sosyal medya bunun sadece paradigması olacaktır, uygulamalar da öyle. İnternet fıkhı dediğimiz şey belki ciltlerce kitaba sığmayacak bir konu, hemen yarın halledilecek bir konu değil ama bugün başlamalıyız. Artık Kuran okumak isteyen, İncil, Tevrat ya da diğer kutsal bilinen metinleri okumak isteyen için türlü imkanlar var, yani belki de yarın çocuklarınızı camideki Kuran kursuna değil de e-öğrenmeye yönlendireceksiniz.  Söylem analizleri lazım, içerik analizleri lazım büyük bir halkadan çalıştaylarla bu işe başlamak lazım. Bir kitap yazılınca bişey çözülmüyor, kanayan açık bir yaranız varsa bunu dindirmek için bir an önce tedbir almalısınız. Bir adam camiye gidemiyorsa AR veya VR ile camiye gidebilir mi veya hacca gidilir mi? Ben VR ile hacca gidilebileceğini düşünüyorum belirli koşullarda. Bu caiz olabilir mi, şimdiden tartışmaya başlayabiliriz. Müminlerin kendilerini sahih ve makbul biçimde ifade edebilmelerinin önünü açacak önerilerde bulunmak ve çok gerekliyse tedbirleri almak, dinselliğin mevcut araçlarla nasıl yaşanabileceğiyle ilgili ön hazırlıklar, öngörüler, düzenlemeler gerekiyor, hızlı olmak gerekiyor. Panik yapmayalım ama daha sonra geç kaldık diye hayıflanmaktansa hemen bireysel ve kurumsal çabalara girişelim. Dinsellik konularının çözümünü gelecek kuşaklara bırakmak gafletine düşmeyelim.

TRTakademi: Dizilerde din görevlileri genelde komik karakterleri oynuyor, yabancı yapımlarda ise hep ciddi tipler. Biz bunu neden bu halde sunuyoruz?

Mete Çamdereli: “Vurun Kahpeye” filmi geliyor aklıma. Film istiklal mücadelesini bir aydın öğretmen ile bağnaz din adamı arasında anlatmaya çalışıyor, romandan mülhem malum. Birkaç versiyonu da var filmin ve vurgu aydın ve yobaz üzerinde. Bugün medyada da benzer ya da aynı şeyleri yaşıyoruz, yaşadık. Bir zamanlar, mütedeyyin kesim sinemaya gitmezdi, haberleri dinleyip müzik yayınında televizyonu kapatanlar vardı, bu insanlar dini/hazretli filmler ile sinema salonlarına alıştırıldılar ve ardından diğer filmleri de seyrettiler tabi. Onların çocuklarının artık böyle bir sorunu yok, yani mecraya alışıldı. Bizim sekülarize olmuş zihinlerimiz geç de olsa toplumun dinsel kaygısını gördü ve bu hor görülen yobaz imam tiplemeleri artık yavaş yavaş, 90’lı yıllarda yerini bildik doğal tiplemelere dönüşmeye başladı; böyle aydın, böyle kaygılı, toplumsal sorunlarla ilgili imamlar da varmışa döndü. Bu tiplemeler hayatın her alanında dinin olduğunu gösterdi ve dinselin yeniden anlaşılması gerektiğini zımnen vurgulamış oldu. Ama alışkanlıklar kolay geçmiyor. Onlarca yılın birikimini bir anda yok etmek kolay değil. Nice nesiller yetişmiş filmlerde bir ezan sesi duymadan. Film yapınca ezan sesi duyurmak bile tuhafsa senaryolarda, bu durumu anlamak çok zor olmaz. Dün yobaz olan bugün komik olur, yarın da dünyadan elini eteğini çekmiş biri pekala olabilir. Ehlileşmiş, ehlileştirilmiş zihinlerin yeniden ehilleşmesine, dinsel konuları yeniden idrak edip tutum geliştirmesine daha epey zaman var.

TRTakademi: Victor Hugo’nun Sefiller’inde bir rahip tiplemesi var. Bunu sinemada gördük, 2000’den sonra sefiller ile ilgili 2 film çekildi ve insanın hayatını değiştirecek, Türkiye’de de böyle karakterler çıkmaya başladı. Kutsalın sıradanlaşması gibi birşeyden bahsedebilir miyiz?

Mete Çamdereli: Ben kutsal olarak değerlendirmiyorum. Din bizim için yaşamsal bir değer taşıyor ve burada bir tehlike olarak değil, hayatın içinde doğal bir süreç olarak algılanmaya çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Kutsal, layüseldir, ulaşılamazdır. Halbuki din hayatın içindedir, başka yerde olması da düşünülemez. Mukaddesi vardır ama bilinmedik bir yerlerde de değildir. O yüzden dinsel tiplemeler hakkı verildiği taktirde, manipüle edilmediği taktirde, kendi doğallığı içinde sunulursa niye değersizleşsin ki, tersine daha da değeri dışlaştırılmış olur. Çıksın öyle karakterler. İyilikten zarar gelmez. Sağlam tipleri, tiplemeleri ben de önemsiyorum. Yunus Emre dizisi bu açıdan iyi bir örnek kanaatimce.  Bunları artırıp derinleştirmenin yolları aranmalı. Tipleme, rahip de olsa, haham da olsa iyilik imgesiyle sunuluyorsa, sunulsun tabi. Ama niye imamdan esirgensin. Soruyu böyle koymak lazım. Ayrıca kutsalı sizin gibi düşünmüyorum. Kutsala da bir halel gelmez böyle yapmakla. Kutsal zaten sıradanlaşmaz, sıradanlaştırılamaz. O ulaşılmaz başka bir yerdedir çünkü. Halbuki din mukaddes olmakla birlikte öyle değil, ulaşılamaz değil, yaşamsaldır, yaşamın içindedir, yaşam içindir. İyilikse insana özgüdür, insana verilmiş, bahşedilmiştir, tanrı armağanıdır. İyiliğin herkese özgülüğü normalse, dinselden niye esirgensin. Yine de kaygınızı, kutsaldan maksadınızı, neyi murat ettiğinizi anlıyorum; sabırlı olmak, takip etmek ve gözlemlemek gerek. Tabi saldım çayıra şeklinde başıboş da bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Bir sıradanlaşmadan çok hafifseme var mı yok mu belki ona bakmak daha elzem olabilir. Eğer bir hafifseme var da bunun önüne geçilemezse tehlike var demektir ama biz yine de iyi niyetimizden sapmadan meselenin özüne varmaya çalışalım, iyiliğin ve iyi örnekleri üretmenin peşinde olalım ve şimdilik böylesi karakterlerden endişeye mahal olmadığını düşünelim derim. Yasakçı tutumlara da azami dikkat edelim.

TRTakademi: Kamu, Twitter için otoritesini kullandı ve basın özgürlüğü yok gibi tepkiler verildi.

Mete Çamdereli: Sosyal paylaşım ağlarıyla ilgili olarak da aynı cümleyi tekrar edelim çünkü sorun yasaklayarak çözülmüyor. Yasakçı tutumlara azami dikkat etmek gerekir. Bu kadar söylemekle yetineyim ve sorunuzun diğer kısmına şöyle cevap verirken öncekini de bir bakıma açmış olayım: Ülkemiz yeryüzü sorunlarına daha çok vakit ayırmalı ve basın ve ifade özgürlüğü konusunda da yeni girişimlerde bulunmalı, sorunların üzene gitmeli, salt savunmacı bir tutumla yetinilmemeli. Son yıllarda dünyaya açılan, dünyanın başka ülkelerindeki sorunlarla ilgilenen bir ülke imajı oluşturmaya başladığımız kesin. Bundan hoşnut olmamak mümkün değil. Ama bu durum aynı zamanda bütün konularla, kendine de çeki düzen vererek ilgilenmeyi gerektiriyor. Bir dünya ülkesi olacaksanız sorumluluğunuz ağır olacak demektir. Ülkemizde basın özgürlüğü yok da bir Avrupa ülkesinde çok mu var deyip işin içinden sıyrılamazsınız. Derdimiz en iyi olmaksa, yeryüzüne bir örneklik teşkil etmekse, ki öyle olmalı, elden gelen yapılmalı. Kamu diplomasisi denilen bir olgu var örneğin; dijital kamu diplomasisi ile bu basın özgürlüğü konusundaki olumsuz algıyı ıslah etmeye çalışabiliriz yoksa ülke liderinizin söyleyeceği sözlerin zaten dışarda ön yargılarla karşılanacağı muhakkak. Onun dışında ne yapılabilir, onu düşünmek lazım ve kamu diplomasisi bu iş için önümüzde duruyor. Siz öyle kendi ülkenizi salt lidere bırakarak anlatamazsınız. Meclisiniz bombalanmış daha ötesi mi var ama kamu diplomasisi bu işin birincil ayağıdır, bunun altını çizmekle yetinelim ve lafı uzatmayalım. Bunu din ve dinsellik üzerinden de aynı şekilde düşünmeliyiz. Bu misyonerlik faaliyeti yapılsın anlamına gelmesin sakın. İslamofobiyi düşünerek söylüyorum. Yani konu basın özgürlüğünden islamofobizme dek geniş bir alana yayılıyor. Güçlü ülke olmak her alan için strateji üretebilecek ve adım adım o kararları uygulayacak güçlü kamu diplomasisi olmak demektir. Geleneksel birikimimiz var bizim bu konuda; Açe’ler, Sumatra’lar. Oralara gitmişseniz bugün de gidiyorsanız, ister dinsellik, isten genel anlamda insanlık için olsun, sorumsuzca hareket edemezsiniz, kendinizi doğru anlatmanın yollarını bulacaksınız o zaman. Dinselliği de böyle düşünmek gerek, tüm bu olgulardan bağımsız ve bağlantısız düşünemeyiz. Ülkeler kendileri, dinleriyle de temsil ediyorlar malum. Türkiye bir islam ülkesiyse, Rusya ve Yunanistan Ortodoks, Fransa ve Polonya Katolik, Japonya ve Çin Budist mesela…

TRTakademi: Bir röportajınızda “Dindarlar dijital medya oyununu kaybetti” diyorsunuz. Erken bir yorum değil mi bu? Belki de biraz beklemek gerekmiyor mu? Çok farklı, yeni, dinamik bir din algısı da çıkamaz mı?

Mete Çamdereli: O başlık konuşma metninden biraz cımbızlanarak oluşturulmuş bir başlık. Ama yok zararı öyle de desem olurmuş ama ben daha çok herşeyi sosyal medyada bulmaya çalışanlar için, sosyal medyaya çaput bağlayanlar için söylediğimi hatırlıyorum ama sorun değil, cımbızlanınca bağlamdan kopuyor malumunuz. Öyle de deseydik çok yanlış olmayacak. Ama bir yandan da bu imtihanı kaybetmek istemeyenler var onu gözden kaçırmamak gerekiyor, kah içerik üreterek kah hayatının yegane aracı haline getirmeden… O sözler söylendiği zaman, medya ve din ile ilgili çalışmalara henüz soyunmuştuk ve o zaman farketmiştik müminlerin bu serencamını. Kaybediş olgusu, bir imtihanı kaybedişti, bir mahremiyet imtihanını kaybedişti. Öyle de demiştim. Oyun değil imtihan demiştim. Özellikle mahremiyet ve benzeri olgular konuşulduğu zaman önceki tutumlara karşı bir kaybedişti. Ve açıklaması da kolaydı, bugün de kolay ama zor olan, anlaşılması gereken bugünkü geldiğimiz nokta. Her şeyimizi ama sarıp sarmaladığımız herşeyi apaçık hale getirdiğimiz bugünleri nasıl adlandıracağız. Bugünkü tutumumuza ne isim koyacağız. Neo-mahremiyet mi diyelim. Mahremiyet yeniden inşa edilmedi mi sosyal medyada. O zamanki tespit bu yüzden yanlış bir tespit değildi. Mahremiyet kavramı üzerinden yürünmüştü o röportajda, medyatik esaret, medyatik mahkumiyet bağlamındaydı o kaybediş. Her şeyi ifşa etmek, faş etmek, hatta fahş etmek, ucuzlatmak tehlikesine dikkat çekilmişti. Arayışın yegane adresinin sosyal medya olmadığı söylenmeye çalışılmıştı. İmtihanı kaybediş bundandı. Erken değildi, zamanıydı. Belki şimdi yersiz ama söylendiği zaman tam zamanıydı. Birileri söylemeliydi, belki benimle birlikte başkaları da söylemiştir. Bu uyarılar yapılmazsa sorumluluk yerine getirmemiş saymalıyız kendimizi. Ben sorumluluğumu yerine getirdiğimi ve tehlikeye dikkat çektiğimi hatırlıyorum. Sanırım anlaşılmıştır yoksa bilinçli bir kullanımdan söz etmiyorum, çaput bağlamaktan söz ediyorum sosyal medyanın dallarına. Bugün de söylemekte sakınca görmem ama bu kullanımdaki sahihliği ya da sahih bir dinselliğin ikamesine engel değil. İyi ki söylemişim, yoksa bugün siz bunları sormayacak, belki bu konuları hiç konuşmayacaktık. Yararlı olsun, destek olsun, katkı olsun diye söylüyoruz gördüğümüz tuhaflıkları, tuhaf dinsel davranış kodlarını, davranış kodlarının dinselleşmesini… Dolayısıyla kaybediş geç kalışla da alakalı. Eğer müminler kaybettilerse ve kaybetmeye devam ediyorlarsa, ki artık öyle düşünmüyorum, dinlerinden kaybetmediler. Geç kalmaktan, tutum geliştirememekten kaybettiler, zaman kaybettiler. Zaman kaybedilmesin diye medyatik kulluk dedik, zaman kaybedilmesin diye ikonik vaizler dedik, zaman kaybedilmesin bir an önce nasıl bir araçla karşı karşıya olduğumuz bilinsin diye dedik, içerik yönetiminin önemi anlaşılsın diye dedik, salt medyatik bilgilendirmeyle yetinme gafletinden söz ederek zaman da, imtihan da kaybedilmesin diye dedik. Bugün de gerektiği zaman belki başkaca konularda aynını yapıyoruz, sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışıyorum. Eğer onlar o gün söylenmemiş olsaydı bugün bunları düşünmüyor, konuşmuyor olacaktık.

TRTakademi: Amaçtan mı uzaklaşıldı.

Mete Çamdereli: Amaçtan uzaklaşıldı mı tam olarak bilmiyorum ama araçtan hiç uzaklaşılmadı, onu biliyorum, hatta o günden bugüne çok daha fazla yaklaşıldı. Kullanım oranları ve süreleri son derece arttı. Evet bir sarhoşluk dönemiydi ilk tanışıklık yılları; beklentiler, umutlar, çaresizce savrulmalar. Kimi isimler kendi kürsülerinden vaaz ederlerken, insanlar onların ağızlarından çıkan her söze, her kelimeye kulak kabartıyorlardı belki. 80’li yılların başlarına dek böyleydi, denebilir. Medyatik düzleme çıkınca hiç öyle olmadı, bekledikleri değil ama kürsülerinden farklı bir ilgi, farklı bir muhatap bekliyordu onları, ayak uydurmak ya da kaybetmek zorundaydılar. Kimi medyanın diline ayak uydurdu, kimi bırakıp gitti, kimi zaman zaman göründü.  Medyanın ruhunu bilmiyorlardı, medya onları magazinel bir araç haline getirebileceğini de. 28 Şubat ve sonrasındaki ara dönemde iş iyice zorlaştı. Belki de medyatik bilgilendirmenin taban yaptığı yıllardı. Bir dizi tuhaf soruya cevap vermeye çalışan uzmanlar daha sonraki yıllarda peş peşe türedi. Tuhaf sorulara akılcı ve akıllı cevaplar üretebilmek kolay değildi, üstelik muhatabın niteliği ve medyanın süre tahdidi altında başarılı olanlar medyatikleşti. Artık hiçbiri bunlar abuk sabuk sorular diyemedi. Bu dünyada müminin başkaca sorumlulukları da var, yeryüzüyle ilgili başkaca soruları da olmalı, yıllar yılı şu bezdiren sorularla zihninizi meşgul etmeyin diyecek bir sistemi artık medyada kurgulamak imkansızlaştı. Dolayısıyla religitainment dediğim türden bir din-eğlence formatı oluştu. Kaybediş budur. Din neredeyse salt bir eğlence aracı haline geldi. Sizin yukarıdaki sıradanlaşma sorularınıza da cevaptır bu söylediklerim aynı zamanda. Samimi gibi görünen abartılı dinsel bilgilendirme artık neredeyse dinden soğutmaya dek vardı. Amaç saptı mı, bilmiyorum ama amaç herhalde geldiğimiz nokta değildi. Sanırım gençlere umut bağlamalıyız yine, çünkü onlar medyaya doğdular. Medyayı ebeveynlerinden daha iyi biliyorlar. Benim kuşağımın yapamayacağını onlar yapacak medyatik manipülasyonu, medyatik istismarı da aşarak. Çeşitli bloglarda, farklı internet sitelerinde kendini göstermeye çalışan gençler yapıp ettikleri ahsen işlerle bu kaygımı dillendiriyorlar, ebeveynlerinin yapamadıklarını yapıyorlar sanki. Büyükleri engel olmazlar da önlerini açarlarsa, inanıyorum, daha da fazlasını yapacaklar.

TRTakademi:  Şahin Uçar bir kitabında eskiden köleler bir gün özgür olacakları umuduyla yaşarlardı fakat modern insan azat kabul etmez bir kölelik yaşıyor diyor. Medyatik kulluk kavramı bu bağlamda ağır bir kavram. Fazla mı eleştirel kalıyoruz?

Mete Çamdereli: Şahin hoca güzel söylemiş katılıyorum ama eleştirel kalalım, her zaman eleştirel kalmaya özen gösterelim. Dozunu da kendimiz belirleyelim. Yeryüzünün selameti adına, insanlık adına, müminler adına eleştiriden geri adım atmayalım. Siyasetten ticarete kültürden sanata, oradan toplumsal davranışlara dek her alanda eleştirel kalalım.  Kalmazsak doğruya ulaşamayız. Kırmadan dökmeden tabi…
Şahin hoca’ya dönecek olursak; görüşü görüşümüzü destekleyici türden. Ona katılmak ile birlikte kölelik ile kulluğu ayırt etmek lazım geldiğini düşünüyorum konunun daha iyi anlaşılması bakımından. Kölelikte rıza üretmeyecek bir şekilde tabilik, tabi oluş söz konusudur ya da mutilik, itaat, itaatkarlık vardır. Ancak kullukta rıza sonucu üretilen bir itaat söz konusudur.  Yaradan’a kul olursunuz ama rızanız ile olur bu. Köle daha robotik bir şeydir. Belli sınırlar içinde efendinin emri dahilinde hareket etmek ile yükümlüdür. Kul kendi iradesi ile o zamansız ve mekansız dairenin içerisine girer ve orada özgürlüğü bulur. Köleyse seçme hakkı olmadığından, tercihleriyle özgürlüğü tadamayacak, hissedemeyecektir. Dolayısıyla iradenizi televizyonu kapatarak da kullanabilirsiniz, YouTube’a girmeden de hayatınızı sürdürebilirsiniz. Medyatik kulluk artık medyanın dayatmalarına karşı koyamayan, karşı koymayan, buna bile isteye rıza gösteren, zorunlu bir ihtiyacı olmasa da yapacak hiçbir şeyim yok artık bunun içindeyim diye gönüllü kabullenen ve artık bunsuz yapamam diyen içindir. Medyanın doğası da, nassı da, dogması da budur zaten. Kendi emir ve yasakları vardır. Medyanın emir ve yasakları dinin emir ve yasaklarının yerine geçer mi? Geçiyorsa ben ne kadar uzaklaşmalıyım?  Allah’a kullukta bile zaman zaman iradeniz devreye giriyor, kendi imani formatınızı belirliyorsunuz da, televizyonun ya da internetin karşısında ben bir şey yapamam deyip gönüllü kulluğu tercih ediyorsunuz ve artık hiçbir şeyi ben belirlemeyeceğim, hiç iradem yok diyorsunuz. Böyle şey olamaz. Köle olsaydınız iradeniz olmazdı. Medyatik kulluk gerektiğinde iradeyi alacak biçimde şekillenir, öyle şekillenmelidir. Medya okur-yazarlığı gibi konular biraz da bunun için var ama iş müminin kendisinde bitiyor, kurumsal çabalarla da desteklemek gerek tabi müminin çabasını.

TRTakademi:Elinde kumandası olan, telefonu olan kişi tercihlerinde özgür olabilir mi?

Mete Çamdereli: İmkanları ölçüsünde özgürdür. Belki şöyle demek daha doğru: medyanın verdiği imkanlar çerçevesinde özgürdür. Sabah uyandığınızda gözlerinizi bile ovuşturmadan, ne bileyim bir mümin açısından düşünelim, daha abdest almadan, namaz kılmadan telefonunuzu elinize alıyorsanız, sosyal ağlarda neler olup bittiğine bakıyorsanız medyatik kulluğun çerçevesi içindesiniz demektir. Bundan sonra irade gösterebilir ilgilenmeyebilirsiniz ama artık medyaya tabisiniz. Bunu söylemek istiyorum. Bu ifade ağır mı? Bırakın ağır olsun belki bir yaraya merhem olur. Yoksa biz kimseye sen Allaha kul değilsin medyaya kulsun demiyoruz. Bu bir metafordur. Bu tür kavramsallaştırmaları lütfen metafor olarak algılayın. Böylesi durumlarda metaforlara tutunmazsak kendimizi ifade etmekte ve konunun önemini vurgulamakta zorlanırız. Medyatik kulluk bugün dijital kulluk haline geldi mesela. Bunu da vurgulayalım. Kölelik ile yine farklı tabi. Yani hala irademiz var, doğruyu biz belirleyebiliriz. Özgürlük alanınızı siz belirliyorsunuz ama o aracın izin verdiği ölçüde. Bu sizin özgür olduğunuzu gösterir mi bunu cevabını siz verin. Nereden baktığınıza bağlı bir şey bu yani…

TRTakademi: Sosyal medyayı neden kullanıyoruz sorusuna verilen cevaplar var. Sosyalleşmek için, yalnızlıktan kurtulmak için ve ne kadar mümkün olmasa da yalnızlığımızı azaltmak için gibi. Niçin sosyal medyadayız. Siz buna ne cevap verirsiniz?

Mete Çamdereli: Can sıkıntısını unuttuk. Canı sıkılan çocuklarımız yok artık. Can sıkıntısının kaybolması büyük bir kayıptır. Din elden gidiyor’dan daha önemli bir kayıptır. Çünkü din için insan gerek. İnsan ise kendi yapıp ettikleri, ürettikleri, merakları ve can sıkıntısı ile var. Bugün, günde bir ya da iki trenin uğradığı ve günlük gazetelerin ancak o trenler ile geldiği bir kasabadaki istasyon şefinin zamanına sahip değiliz. O istasyon şefinin tren saatine kadar komşularıyla halleşmesi, domateslerini ekmesi mümkün. Gazete kasabaya geldiğinde en ince ayrıntısına kadar okuyacak zamanımız yok artık. Çocukların canlarının sıkılması ve oyunlar üretmesi o kasaba için mümkündü. Sosyal medya ve dijital platformlar can sıkıntımızı elimizden aldı. Can sıkıntısı demek tembellik demek, ama aynı zamanda sıkıntıdan kurtulmak için çabalamak demek, bir bakıma üretkenlik demek, arayış demek. Bir arkadaşınızı arayıp onu bıktırmak demek. Aktivasyon arayışı demek. Tembellikten de bir tembellik oluştuğu zaman, artık bu kez o can sıkıntısının giderilmesi gerek. Belki araştırmalarda yer almıyordur ancak sosyal medya en çok işte bu can sıkıntımızı aldı. Can sıkıntısı hakkımızı elimizden aldı. Yalnızlığımızı gidermek probleminin içerisinde olan şey biraz da budur. Aslında niye yalnızlığımızı gidersin ki? Niye yalnız kalmayalım ki? Niye ışıksız bir ortamda gece gökyüzüne yapayalnız bakmayalım ki? Niye Küçük Prens’in gezegenler arasındaki hayaline biz de katılmayalım ki? Kendi hayallerimizi biz kurup biz yaşamayalım ki? Artık görsel dünya diyebileceğim, hatta dijital görsellik diyebileceğim çok geniş bir platform vakit tasarrufunu, vakti biriktirebilme olanağını, vakit verimliliğini elimizden aldı. Dolayısıyla vakti durduramıyoruz, biriktiremiyoruz vaktin üzerimizdeki verimini derinliğine yaşayamıyoruz. Kendimize zaman zaman bu kulluk perspektifinden bakarsak, yalnızlığımızı feda etmeyecek noktaya gelirsek, en azından bireysel bir başarı elde etmiş oluruz. Ama sosyal medyada herkesten bunu yapmayı bekleyemeyiz. Hatta bunu söyleyenlerin, bu konularla dertlenenlerin bile bunu yapabilmesi çoğu kez mümkün değil. Yalnızlığını gidermek, sosyalleşmek evet ama unutmamalıyız ki bunlar sosyal medyayı besleyen şeyler. Bu noktada ben dijital kulluğumun farkında olarak yalnızlığımın, sosyalliğimin bugünkü dijital dünyanın dışında da var olabileceğini bilirsem zannediyorum bugünün insanı olabilirim. Yok sadece dijital kulluk içinde yaşayacaksam o zaman fantazya romanlarındaki gibi Big Brother’in hükmedeceği ve o içeriği de onun yöneteceği bir dijital dünyadan bahsediyorumdur ki o zaman dijital rükünleri ve ritüelleri pek ala benim için vazgeçilmez hale gelecek, adeta dinselleşecektir. İşte asıl tehlike burada.


(*) TRT Akademi Dergisi, Sayı 6, Temmuz 2018




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder