TRTakademi: Televanjelizm kavram
olarak Türkiye’nin geç kaldığı bir konu mu yoksa içine düştüğü bir tuzak mı?
Mete Çamdereli: Televanjelizm
propagandist bir içerik taşıyor, sadece anlatmak ya da tebliğ etmek değil yani,
misyonerlik faaliyetlerini de akla getiriyor. Dinin anlatılması noktasında bu
kavramdan çok elektronik vaizlikle başlayan bir süreç var. Daha kapsayıcı, daha
nesnel/yansız bir kullanım. Neil
Postman’ın “Televizyon Öldüren Eğlence”sinde elektronik kilise, elektronik
vaizlik olarak kullanılıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Yani tele’den uzaklaşan
bir süreç yaşanıyordu. Sonra elektronik vaizlikten medyatik vaizliğe geldik.
Evet ben de medya vaizliği ya da medyatik vaizlik diyorum ama şu anda kavram
artık dijital boyutuyla düşünülmeli. Televanjelizmin Türkiye’de yaygın biçimde
kullanıma girmemesi ise belki salt Hristiyanlığı düşündürdüğünden ya da televizyon
dünyası ile sınırlı bir kavram olmasından kaynaklanıyordur. Bugün dijital
teknoloji dijital iletişim boyutuyla karşımıza çıkınca, vaizlik ya da uzmanlık da
dijitalleşti zaten, televanjelizm, televaizlik ya da medyatik vaizlik terimleri
derdi izhar etmez oldu. Dinsellik bağlamında söz söyleyen ve dinleyen kim
olursa olsun artık ister istemez dijital vaizlik ve muhatapları olarak
değerlendirilecektir. Medyatik vaizler kendilerini istemeseler de dijital
platformda görecek, tüm muhatapları gibi kendileri de dijitalleşmenin muhasarasını
derinden hissedeceklerdir.
Yeryüzünde dinselliğin kuşattığı
ne varsa, artık dijital platformlarda minimize olarak karşımıza çıkıyor ama kapısından
girildiğinde karşınıza devasa bir dinsel alan çıkıyor. Medyatik vaizlik mecraya
göre değişiyor, şekilleniyor. Vaaz sistemi değişiyorsa, medyanın yapmış olduğu
bir program -medya kendisi yapmıyor tabi, onu yönetenler, yönlendirenler
yapıyor, medyayı bu bağlamda bir özne olarak almıyoruz, baştan söylemekte yarar
var…-, bir uygulama, bir içerik bir dinsel olguyu, bir dinsel durumu nasıl
dönüştürüyorsa, dinsel vaizlik dediğimiz olgu da doğal olarak dijitalin işleyiş
biçimine göre değişerek değiştirmeye devam edecektir. Bütün bunlar yokken,
dijitalleşme yokken, teknoloji böylesi ilerlememişken değişme olmuyor muydu?
Oluyordu elbet. Önceden hiç dönüşüm olmuyor muydu, oluyordu elbet. Hoparlörü
medya -burada ortam, araç, aracı…- olarak düşünecek olsak, bu değişimi onun
üzerinden bile söyleyebiliriz. Neredeyse onsuz ezan da toplu ibadet de
düşünülemiyor bile örneğin. Tuzak mı, işin doğası mı, zorunluluk mu, ayırdetmek
kolay değil doğrusu ilk bakışta. Ama yaşanıyordu bu değişim, şimdilerde fazlaca
hissediyoruz, o kadar…
TRTakademi: TRT Diyanet açıldı, geç
kalınmış bir karar mıydı?
Mete Çamdereli: Geç
kalındı desek sorun çözülür mü. Geç
veya erken bir yerden başlanmış ya, bence oradan bakmak lazım. Geç kaldık diye
hayıflanmaktansa bundan sonra ne yapılacağına odaklanmak gerekir. Ama sordunuz madem biraz açalım: Uzmanlaşma nitelikleriyle
yayın yapan tematik kanallar, hatırlayalım ilk haber kanalları ile başladı, hemen
ardından spor ve müzik kanalları oldu. Bir din kanalı evet geç kaldı ama bunun
çeşitli sebepleri var. Burada girmeyelim ayrıntıya ama şu kadarını söyleyelim.
Türkiye’de dini normal hayatın bir parçası olarak içselleştirenlerle, bir
anlamda dini hayatın içine almaya çalışanlarla, din deyince hemen ondan
uzaklaşma ihtiyacı hisseden, onu hayatın hemen dışına itmeye çalışanların
arasındaki mücadeledir temel sebep. Tematik bir din yayıncılığı yapmak ya da
bir din televizyonu kurmak için bir takım şimşekleri üzerinize çekmeyi göze
almak gerekiyordu. Geç kalınmasındaki temel saik böyle izah edilebilir.
Kimsenin de suçu günahı yoktur geç kalmasında. Böylesi bir toplumsal terbiyeden
geçilmiştir çünkü. Hala da başkaca konularda benzer refleksler görülmektedir.
Yani bir din televizyonu kurmak ya da onu desteklemek bürokrasi için, siyaset
için, belki akademi için de kolay değildi. Bugün konuşuyoruz niye hala medya ve
din çalışmaları yapmakta müteredditiz diye. Sorunun cevabı bu sosyal
psikolojide yatmakta. Ama başladık artık. En azından buna sevinelim geç
kalmışlığımıza yanmak yerine. Vakıa; bir çok konuda geç kaldığımız gibi din
yayıncılığında da geç kaldık. TRT’de yapılan din programları biraz fazlalaşsa konuya
muhalif kamuoyunda direk infial olurdu, ama artık olmuyor. Olmuyor da böylesi
programlar izlenme rekorları mı kırıyor? Demek endişeye mahal yokmuş. Resmi
söylemin inşasındaki laik etik anlayışının evrilmesi gerekiyormuş demek bu
türden tematik ya da ağırlıklı yayınların rahatça yapılabilmesi için. Bunu
beklemek de çok ciddi bir zaman aldı, gecikmesinin temel nedeni resmi
söylemle ilişkili.
TRTakademi:
Geleneksel medya örgütlü bir şekilde yeni
medya örgütsüz bir şekilde dinin kullanım biçimini dönüştürüyor diye bir
yorumunuz var.
Mete
Çamdereli: Dil ve söylem konusu değerli bir konudur.
Dilini kaybetmiş bir din, söylemini kaybetmiş bir din olgusundan da
bahsedebiliriz. Kaynak verilere ulaşma konusunda bugünkü zihinle
davrandığımızda sorunlar yaşayabiliyoruz. Aracı olanlar da olaya farklı
bakmışlarsa işimiz daha da zorlaşıyor. Dil kendi halinde pasif bir
dönüştürücüdür. Söylemse aktif bir dönüştürücü. Dil pasif olarak kenarda bir
kültürü biriktirirken aktarılma sürecinde söyleme ihtiyaç hisseder. Söylem,
dilin kullanılma biçimini ihsas eder. Din dili dediğimiz olgu eğer dinsel
söyleme dönüşüyorsa ve bu dinsel söylem medyatik düzlemde medyanın eylemsel
diliyle gerçekleşiyorsa, sadece izlenme oranlarının oluşturmuş olduğu dille yetiniyorsa,
bugünkü tıklama oranları vs. ile kendini gerçekleştirmeye çalışıyorsa, eldeki
söylem de zaten bir yitik söylem olarak elimizde duruyorsa medyatik düzlemde ikincil
bir darbe daha geliyor demektir. Din dili medyatik söylemle kendini ifade
ettiğinde genel olarak medyatik söylemin çerçevesi içinde kalıyor, medyatik
dilin söylemsel isterleriyle şekilleniyor. Dinsel söylem yok olmuyor,
medyatikleşiyor sadece, çünkü din yok olmuyor, dinin hükümleri yok olmuyor,
dinin esasları orada durduğu sürece sorun yok demektir ama medyatik söylemin
dönüştürücü gücünü görmezden gelmek anlamına gelmiyor bu durum. Evet din bir
şekilde hayatını sürdürüyor fakat bu söyleme muhatap olanlar artık özgün din
söyleminden çok medyatik ve dijital din söyleminin mahkumları haline geliyor.
Yeni bir dinsellik inşa ediliyor mu? Evet, istese de istemese de, iyi niyetli
de olsa art niyetli de olsa dijital dünyada yeni bir dinselliğin inşa
edildiğini görmemek mümkün değil. Dinsellik diyorum, dikkat buyrunuz, din
demiyorum. Dinsellik her dönemde dönemin koşullarına göre dönüşebileceğine,
değişebileceğine göre bugün de medyatik düzlemde başkalaşabilir demektir. Öze
dönük bir risk var mıdır, her zaman olduğu kadar bugün de vardır. Dil ve söylem konusu bu açıdan son derece
önemli. Diliniz sabit kalsa bile dilin kullanım şekli ve mecraları dinselliği
de doğal olarak etkileyecektir. Söylemi eğer doğru belirleyebilirseniz mesela
TRT’de gördüğümüz olumlanabilecek çizgi filmler ya da diyanet tv’de gördüğümüz kimi
program içerikleri, bu tür örnekleri her platformda, her mecrada görmüyoruz,
neden göremiyoruz? Çünkü medyanın doğası buna müsait değil, medya dini söylemi
öncelemek zorunda değil. Medyanın söylemi doğası itibariyle kendi söylemi
öncelikle. Dinsel karakterler, ikonlar, fenomenler kendilerini mi öne çıkararak
izleyicilerini ya da takipçilerini influanse ediyorlar yoksa kaygılarını mı öne
çıkararak influanse ediyorlar? Bir imam, bir haham, bir papaz influencer olduğu
andan itibaren dinle olan temasında bir problem ortaya çıkıyorsa medyatik söylemin
dinseli nasıl inşa ettiğini bir din görevlisi üzerinden gözlemliyoruz demektir.
Medyatik söylemin bir mümini, -hadi terimi sevmesem de bir dindarı diyeyim-
nasıl inşa ettiğini, nasıl şekillendirdiğini görmek gerekir. Bugün yeryüzünde
dünya kadar dinsel aidiyeti olan insan var ve o insanlardan bazıları sivrilerek
dijital dünyada karşımıza çıkıyor. Onların söylemlerine göre hareket eden
kuşaklar yetişiyor. Dijital bir mürebbiyeden söz ediyorum, annemiz babamız ninemiz
dedemiz olmayan bir mürebbiyeden söz ediyorum. Bize ebeveynimizden çok daha
yakın duran bir dijital dinsel mürebbiyeden öğreniyoruz artık
öğreneceklerimizi.
TRTakademi:
Araç mı mesajı yutuyor yoksa mesaj aracın
kendisi mi oldu?
Mete
Çamdereli: Araç mesajı yutuyor ama mesaj da aracın
kendisi haline geliyor, bir ayna özelliği yani, aynaya yüzünüzün biraz da olsa
bakması gerekiyor. Araç mesajı dönüştürür bunu tartışmamız gerekmez. Mesaj
dinsel mesaj bağlamına geldiyse ve buna dönüşmüşse o zaman dinselliğin de
dönüştüğünü kolayca söyleyebiliriz. Bugün yeni kuşaklar açısından özellikle z
kuşağı açısından artık bizim geleneksel olarak eğitimden geçme biçimimizin
olmayacağı ortada. Bundan sonra yetişecek nesiller kuvvetle ihtimal dijital
mürebbiyenin şekillendirmiş olduğu mesajla şekillenecekler. Bu mesaj aracın
masum bir mesajı değil, aracın elindeki dönüşmüş, farklılaşmış bir mesaj olacak.
Din yok olmayacak. Bu söz konusu bile değil. Din olmadan yaşamanın mümkün
olmaması postulatından hareketle söylüyorum bunları, sadece bugün bizim
bildiğimiz türden, bizim yaşadığımız türden bir dinsellik olmayacak diyorum.
TRTakademi:
Modern Müslüman bir kuşaktan bahsediyorsunuz,
nasıl bir kuşak bu M kuşağı?
Mete
Çamdereli: M kuşağını daha önce bir haber olarak
okumuştum yabancı basından, sonra onunla ilgili bir kitap çıktığını gördüm. M
kuşağı “Modern Muslim Generation” olarak söylenebilecek bir kuşağı, modern
Müslüman kuşağı ifade ediyor. Bu kuşak
ülkemizde henüz karşılığını tam olarak gördüğümüz bir kuşak değil. Özellikle
İngiltere’de hayat bulmuş bir kuşak. İslamafobia içinde kendini var etmeye
çalışan bir kuşak bu Avrupa’da. Gençlerin yoğun bir biçimde sıkı sıkıya
tutundukları bir din var ve bunun adı islam. İslam ile yaşamak, Müslüman olarak
yaşamak, kimliklerini Müslüman olarak ifade etmek istiyorlar fakat önlerine
sunulan nimetlerden de faydalanmak istiyorlar. Çevresindeki insanlar gibi
yaşamak istiyorlar ve öyle de yapmaya çalışıyorlar. Kaykay yapmak istiyorlar,
buz hokeyi oynamak istiyorlar, kürek çekmek istiyorlar, bisiklete binmek
istiyorlar yani İngiltere’deki diğer insanlar ne yapıyorsa onu yapmak istiyorlar.
Beğenin ya da beğenmeyin, verdikleri mesaj şu: “Ben Müslümanım ve sizin gibi
birisiyim, farklı değilim. İslamafobi olarak dile getirdiğiniz ve tukaka etmek
için araçsallaştırdığınız Müslümanlardan değilim, sizin gibiyim, sizden biriyim
ama Müslümanım, Müslüman olarak sizden biriyim” diyerek kendine yeni bir yaşam
alanı açmaya çalışan bir kuşak bu M kuşağı. Buradan baktığımızda yoğun bir
şekilde eleştirilebilecek bir tutum sergiliyor gibi görünebilir ama islamofobi kasırgasıyla
harmanlanan bir hayatı yaşayan Avrupalı Müslümanlar, genç Müslümanlar belki de
bugünün gelecek için neferleri olan kuşaklar, bilmiyoruz ama bildiğimiz onların
tek istekleri bulundukları islamofobik mekan ve zamanda var olabilmek. Su
akarını bulur nasılsa.
TRTakademi:
Medyanın dönüştürmesi konusuna biraz daha
ayrıntılı girmek istiyoruz. Dışarıdan bakıldığında medya işlediği hangi konuyu
dönüştürmüyor ki dini dönüştürmesin? Böyle bir motto yok mu zaten? Siyaseti,
ekonomiyi değiştiren medyanın dinsel söylemi de dönüştürmesini normal
karşılamamız gerekmiyor mu?
Mete
Çamdereli: Sadece biz dine odaklandığımız için medyanın
dini, daha doğrusu dinseli dönüştürdüğünden bahsediyoruz. Medya ve çocuk deyince
fikir sahibiyiz, medya ve kadın deyince bir çok çalışma görüyoruz, medya ve
siyaset, medya ve kültür, medya ve demokrasi de öyle. Medya ile ilişkili
neredeyse her konu ele alındı da sanki din ile hiç temas edilmedi. Medyanın
dönüştürücü gücü bütün yönleriyle ele alındı. Etki gücü tartışıldı, kimi zaman
abartılı olduğu söylendi, kimi zaman hafife alındı ama kimse medya vasat bir
dönüştürücüdür demedi. Etkisi yoktur demedi. Kıyısından köşesinden de olsa bir
biçimde etki gücü olduğu herkesçe dillendirildi. Peki medyanın din ve dinsellik
üzerindeki etkilerini nasıl göreceğiz? Bakarsak göreceğiz ancak, bakmazsak
görmeyiz. Eğer dinden bakarsak dünyayı da görebiliriz. Siyasetten bakınca belki
göremeyiz, çocuktan bakınca belki göremeyiz, din çünkü yaşamın odağında,
reddetseniz de iman/intisap etseniz de. İnsanlık tarihinde bugüne kadar hayatla
ilgili ne kadar olgu varsa bunun en başında din olgusu geliyor. En çok mücadele
edilen belki de en çok imha edilmeye çalışılan ama bir yandan en çok
sahiplenilmeye, en çok kabullenilmeye çalışılan bir olgu, sahih bir yaşam
birikimi. Medya ve din olgusuna bakmadan medyanın bütüncül etkilerini
anlayamayız. Ama toptancı söyleyecek olursak iş kolay. Nasıl ki diğer yaşamsal
paradigmaları etkiliyor, dönüştürüyor, öyleyse dini de dinselliğin de
dönüştürür elbet. Normal karşılayalım ama hazırlıklı da olalım demeye çalışıyorum.
TRTakademi:
Televizyondan başlayarak yeni fenomenler
konusuna girmek istiyoruz. Örneğin bugün televizyonlarda reyting toplayan veya
binlerce insanı bir alana toplayabilen dini kişilikler var. Bunu garipsemeli
miyiz? İnsanlara ulaşmanın kolay yolu bu olamaz mı?
Mete
Çamdereli: Bunları iyi niyetli çabalar olarak
değerlendirelim ama riskleri de görmezden gelmeyelim. İyi niyetli çabalar zaman
zaman dinin kendisi haline gelmesin yoksa bu bilgilendirme tabi ki yapılsın.
Cami bahçesinde din görevlisi ile sohbet eden cemaatten farkı olmasaydı bu
konuda bu kadar konuşuyor olmazdık, ama öyle olmuyor, bu araç çok etkili.
Camideki din görevlisinin cami cemaatini bilgilendirmesinden daha farklı bir
olgu ile karşı karşıyayız. Medyanın kendi ruhu, doğası o camideki
bilgilendirici görevli gibi davranmayabilir, niye davranmayabilir? Çünkü
medyanın dur kalkları var, soluklanma biçimleri var, eğlendirme şekilleri var,
reklam molaları var örneğin. Medyada çok serbest bir ortamda görüşlerinizi
serbest biçimde söylemiyorsunuz aslında. Diyelim ki söylediniz, tüm medyatik
nasların ötesine geçerek söylediniz, yani diyelim ki çok iyi niyetle sorunlara
çözüm getirmeye çalışıyorsunuz ama getirdiğiniz çözümler kimi zaman bir
başkasının getireceği, getirebileceği çözümlerin önüne geçiyor belki, medyada
söylenen baskın doğru haline geliyor, söylediğiniz tek doğru haline geliyor, yani
mesajınız dinin de dinselin de önüne geçiveriyor. Nasıl imgeler gerçeklerin
önüne geçiyorsa medyatik söylemler de öyle, medyatik vaizlerin dilinden
çıkanlarla şekilleniyor. Sahih din dili medyatik din dilinin pragmatizminde yeniden
şekilleniyor. Kimi zaman dinin sahih dili bir yanda, medyanın pragmatik din
dili bir yanda olabiliyor. Din adına yapılan muhaffef dini showlar ortaya
çıkıyor. Din ile eğlenmenin, din ile neşelenmenin, dini araçsallaştırarak çoğu
kez medyatik bir din-eğlence formatına dönüşmesi engellenemiyor. Bu durumda
medya araç olmanın ötesine geçiyor, konu din bile olsa medyatik çıkarlara
hizmet etmiş oluyor. Bilgilendirme de müminlere ulaşma da iyi niyetten öteye
geçemiyor çoğu kez.
Medya sözünü ettiğiniz dini kişilikler,
ikonlar, vaizler, fenomenler vasıtasıyla bizi bilgilendirsin ama biz de
medyanın bir dersane, bir okul olmadığını bilelim. Medyatik mikrofonlar bizi
dinsellik bağlamında elbette bilgilendirsin ama bu bilgi bizim işimize
yarayacak bir bilgi olmanın ötesinde, ertesi gün sadece arkadaşlarımız ile hoşça
vakit geçirtecek sıradan bir sohbet konusu, bir magazinel bilgi haline gelmişse
bunun bize bir faydası olmayacaktır. O bilgi bizi tartıştırarak
şekillendirecekse, bizi okumaya sevkedecekse, bizi kaynaklardaki bilgiyi
öğrenmeye sevkedecekse o zaman medyatik vaizlere daha çok kapı açalım. Şu anda
bir izleyici, dinleyici, okuyucu kitleleri varsa onların da iyi niyetli çabalarının
karşılığını inşallah görürüz diye umut edelim. Zaman içinde bunun da
dinselliğin yeniden inşası şekline dönüşebileceği riskini göz ardı etmeyelim.
TRTakademi:
Bu dönüşümde Youtube, televizyondan daha fazla
bir dönüşüm sağladı mı? Sosyal medyadaki denetimsizliğin ne gibi zararları
oldu?
Mete
Çamdereli: Denetim sorunu sadece bizde değil tüm dünyada
var. Bunlara bir tahripkar olarak değil iyi niyetli olarak bakmak lazım ama
tahrip edebileceği riskini de hep aklımızda tutalım. İçerik yönetimi son derece
önemli, siz de içerik üreterek mücadele edebilirsiniz ya da idari yaptırımlar
uygulayabilirsiniz, burada siz birinciyi tercih etmelisiniz. Daha çok izlenir
olan izlenmese bile kaliteden taviz vermeyen bir takım videolarla, karşı bir
mücadele grubu halinde mücadeleye başlanması gerekiyor. Zihinler bundan
etkilenmeden önce biz ne yapıyoruz diye sormalısınız. Kurumlar olarak ne yapıyoruz diye sormalıyız. Denetim
mekanizması olmalı ama özgürlükleri kısıtlamamalı ve eğlence hakkımızı
elimizden almamalı. Denetleme, kendi kendini denetleyemeyen için vardır, bir
otoregülasyon sistemi kurulmadıysa o zaman denetlemekten başla yapılacak şey
yoktur. Siz nasıl sigara sağlığa zararlıdır diye topluma yasakları
dayatabiliyorsanız ve kamu sağlığını koruyorsanız, kamunun zihin sağlığını da
hatta din özgürlüğünü de koruma hakkı bu noktada kamu otoritesindedir.
Şunu da ilave edelim: video ya da hareketli
görüntülerin artık çok etkili olduğu biliniyor. Dolayısıyla sorunuzun cevabı
açık. Elbette dönüştürüyor. Oranları ile ilgili araştırmalar yapmak gerek,
tabii dinsellik bağlamını kastediyorum. Sosyal medyanın denetimsizliği ise çok
boyutlu bir konu. Uluslararası, küresel bir konu. Ama bu denetimsizlik zaman
zaman medya kullanım biçimlerimizde ne denli bilinçli olmamız gerektiğini de
bize söylüyor olmalı. Yani her kafadan din adına çıkan sesleri ayırt edebilecek
kulaklara, her kurgudan din adına çıkan görüntüleri ayırt edebilecek gözlere
sahip olmamız gerekiyor ve kullanıcıların sürekli bilinç düzeyini artırma
çabası içinde olan kurumsal girişimlere de şiddetle ihtiyaç var. Aksi durumda
bugün olduğu gibi mikro dinsel yapılar, dinsel ikonlar alıp başını gidecektir.
Bilgili bilgisiz herkes kendine mikro bir dinsel iktidar alanı
yaratabilecektir. Daha ne zarar arayalım. Yetmez mi, bu kadarı bile.
Denetimsizliğin ya da başıboşluğun nereye varacağını tahmin etmek zor değil,
ama asıl aktör kullanıcı olduğundan kullanıcıların bilinç düzeylerini
artırmakla başlamalı.
TRTakademi:
“Bir ülkeden yalancı peygamber çıkıyorsa o ülkede
canlı, dinamik ve kitlelerin her an gündeminde olan güç bir din de var
demektir” diye bir söz var. Ülkemizde de
din aynen bu sözdeki gibi güçlü şekilde yaşanıyor ve her tür görüşe saygı
gösteriliyor. Buna sevinmeli miyiz?
Mete
Çamdereli: Gerçekten dinsel dinamiklerimiz oldukça
gelişkin. Dün filmin gösterimi esnasında dışardan gelen ezan sesiyle sinemada
ayağa kalkan bir kitleden, namaz kılarken ortalıktaki fotoğrafları ters çeviren
bir kitleden bugün belki televizyonu aç da ben namazımı kılayım diyen bir
kitleye ulaştığımızı ve dönüştüğümüzü söyleyebiliriz. Biraz abartıyorum ki
kolay anlaşılalım. Hep böyle olmuyor tabi, ama pek çok hassasiyet korunuyor,
kuşaklar açısından endişelerimiz olsa da onlar da kendi akarlarını bulacaklar,
bu açıdan hiç endişeye mahal yok. Ama öte yandan, sosyal medyada ben varım,
dualarımı paylaşıyorum, onları paylaşırken başka şeylerimi de paylaşıyorum ve
kendimle ilgili herşeyi herkesin gözü önünde kayıt altına alıyorum. Gerçek
hayatımda sosyal medyada yaptıklarımın ne kadar arkasındayım, ne kadar
samimiyim. Bir mümin olarak meleklerin de kayıt tuttuğunu ne kadar
hatırlıyorum. Biraz sıkıntılı, kuşkulu bir durum. Sosyal medya dindarlığı,
sosyal medya muhafazakarlığı, sosyal medya mücahitliği gibi terimler bunun için
var, bu kuşkulu durum için var. Samimiyetsizlik için var, sorumluluğu
savuşturma kolaylığı için var, -mış gibi yapmak rahatlığını ifade etmek için
var ve daha niceleri de olacak. İnternetteki kaygılarımız ile gerçek hayattaki
kaygılarımızın aynı olması gerekiyor. Ama öyle olmadığını kolaylıkla
söyleyebiliriz. Dinsellik kültürü bizim sahiplendiğimiz bir şey. Dinamik
olmasına dinamiğiz ama böylesi bir kullanımla boşa enerji harcıyoruz demektir.
Oraya buraya çekiştirilen dinsellik durumlarının hale yola gireceğini ummaktan
başka çare yok. Din adına ya da dinsellik adına bu israf edilmiş enerjiye, dolu
gibi görünen ama boş geçen zamana sevinemeyiz.
TRTakademi:
Bir insan Allah ile arasındaki en mahrem
anları neden sosyal medyada paylaşır? Bunu
zamanın ruhu olarak mı kabul etmeliyiz? İnsanlar artık kendilerini sosyal
medyada ifade ediyorlar ve din de bunun içinde diyebilir miyiz?
Mete
Çamdereli: Evet, elbette diyebiliriz. Bu, bizim kuşaklar
açısından bakarsak bir sapma ama şimdiki kuşaklar açısından dinselin kendisi.
İnsanlar kendilerini araçlarla ifade ediyorlardı şimdi de böyle ediyorlar. Varoluşunuz
eğer medyatik donanımla gerçekleşiyorsa yapılacak çok şey yok. Paylaşım,
mahremiyet, ifşa konularının artık düşünülmesine bile gerek yok. Selfie
meselesinin çok narsistik bir yanı var. Bu çok net. Narkisus gibi, kendini
beğenen insan gibi şeyler var ama başka sorunlar var. Paylaşmak istiyorlar ama
araç şunu dayatıyor, sadece bunu değil her şeyinizi paylaşın, kendinizi
açabildiğiniz kadar açın. Dinselliğin yeniden inşası dediğimiz konu bu; bildik mahremiyet
olgusunun olmadığı ya da başkalaştığı bir konu artık. Bundan otuz kırk sene
önce evlenmek isteyen adaylar kimi zaman birbirlerinin fotoğraflarını bile göremezken
bugün profil fotoğrafları var, hem de herkese açık; bu bir sapmadır diyemeyiz. Kırk
sene önceki ne kadar doğruydu ki bugün bu kadar yanlış olsun. Fotoğraf
görememek ne kadar doğruydu, bugün çok fotoğraf görmek ya da gönüllü biçimde
tüm aleme fotoğraf göstermek ne kadar doğru? Mahremiyet algısı dönüştü bugün ama
o gün de dinseldi bugün de dinsel.
TRTakademi:
Dijital medyanın bu konuda çok ciddi bir imkan
sunduğunu düşünüyorum. Sosyal mecralarda sizi denetleyen bir mekanizma yok,
eylemlerinizde özgürsünüz ve önünüzde sınırsız bir alan var. Siz orada
imkanlarla başbaşa kaldığınızda sergilediğiniz tavır aslında sizin o inançlara
gerçekten sahip olup olmadığınızı, ne kadar yaşadığınızı gösteriyorsunuz. Bu
özgürlük ile insanlar gerçek duygularını dışa vuruyorlar, bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mete
Çamdereli: İnsanları rahat bırakmak gerekiyor. Bırakın
kendilerini nasıl ifade ediyorlarsa etsinler. Bu sözüm müminleri de mümin
olmayanları da kapsıyor tabi. Sadece biraz edep ve nezaket, hepsi o. Sosyal
medyanın imkanları ortada zaten. Denetlemeyi o yüzden iyi düşünmek lazım. Daha
çok düzenlemeler üzerinden gitmek gerekir, denetleme biraz baskı ve dayatmayı
çağrıştırıyor. Bu başıboş bırakılmak anlamına gelmez ama düzenlemeyi yapmak ve
serbest bırakmak anlamına gelir. Yani manzarayı iyi tespit edip, doğru okuyup
ona göre tutum geliştirelim, medya bir imkan mı penceresinden baktığımızda bir
imkan olduğunu da söyleyelim, sadece tukaka edip durmayalım. Biz tabloya biraz karamsar
bakıp sorunları görmeye, göstermeye çalışıyoruz; imkansızlıkları, kısıtları
görürsek o zaman doğru kararlar verebiliriz. Siz medyanın ruhunun farkında
değilseniz imkanlarının da farkında olamazsınız. Ben biraz da o ruhu yansıtmaya
çaba gösterdim. Dinin korunması için bir mücadele içindeyiz, sadece biz ya da
bizim toplumumuz değil herkes bu mücadeleyi veriyor, siz de pozisyon almak
zorundasınız, yani hepimiz pozisyon almak zorundayız, ne yaptığımızı, ne
yapmamız gerektiğini bilmek zorundayız, ne yapacağımıza karar vermek zorundayız.
Bu mücadelede biz çok daha avantajlıyız, yüzümüz daha berrak, çünkü toplumun
dinsele hassasiyeti hala çok güçlü. Kendini dinsellik çerçevesinde bir yerlere
konumlandırma çabası hala canlı. Bu bir avantaj. Medyatik olmayan bir dinsel
dil ve söylem yakalanabilirse, bu serbestliğin imkanından yararlanmak anlamına
gelecektir. Artık mezar taşları dijitalleşmişken, hala mezar taşında fotoğraf
olsun mu olmasın mı derken bir parça relaks olmanız gerekebilir örneğin. Dinden
değilse de dinselden taviz vermeniz gerekebilir. Ya da bugün selfie çekmek günah
diyebilir misiniz? Böyle bir şey dememeniz gerekir. TRT Rafadan Tayfa’yı,
Ramazan Tayfa yapmış çok hoşuma gitti. Ramazan bizim için çok kutsal bunu asla
deldirtmeyiz mi, ramazanla eğlendirmeyiz dememiz lazım? Hayır, bu kuşak bu dili
biliyor, bu dille büyüyor. Siz de bu dilden hareketle bir dinsellik söylemi
oluşturabilirsiniz. İnternet fıkhı üzerine kafa yorduk mu, sosyal medyada
mahremiyet üzerine kafa yorduk mu? Bunlara kafa yorarsak o zaman cevabı
vereceğiz zaten, diğer türlü bu işin içinden çıkamayız. Sadece olmaz demek,
uygun değil demek yasakçı bir söylem üretmek olur ve gençleri, gelecek
kuşakları dinden soğutmaktan başka bir işe yaramaz. İnternet fıkhına kafa
yorarsak, selfie bunun sadece bir paradigması olacaktır, sosyal medya bunun
sadece paradigması olacaktır, uygulamalar da öyle. İnternet fıkhı dediğimiz şey
belki ciltlerce kitaba sığmayacak bir konu, hemen yarın halledilecek bir konu
değil ama bugün başlamalıyız. Artık Kuran okumak isteyen, İncil, Tevrat ya da
diğer kutsal bilinen metinleri okumak isteyen için türlü imkanlar var, yani
belki de yarın çocuklarınızı camideki Kuran kursuna değil de e-öğrenmeye yönlendireceksiniz.
Söylem analizleri lazım, içerik
analizleri lazım büyük bir halkadan çalıştaylarla bu işe başlamak lazım. Bir
kitap yazılınca bişey çözülmüyor, kanayan açık bir yaranız varsa bunu dindirmek
için bir an önce tedbir almalısınız. Bir adam camiye gidemiyorsa AR veya VR ile
camiye gidebilir mi veya hacca gidilir mi? Ben VR ile hacca gidilebileceğini
düşünüyorum belirli koşullarda. Bu caiz olabilir mi, şimdiden tartışmaya
başlayabiliriz. Müminlerin kendilerini sahih ve makbul biçimde ifade
edebilmelerinin önünü açacak önerilerde bulunmak ve çok gerekliyse tedbirleri
almak, dinselliğin mevcut araçlarla nasıl yaşanabileceğiyle ilgili ön
hazırlıklar, öngörüler, düzenlemeler gerekiyor, hızlı olmak gerekiyor. Panik
yapmayalım ama daha sonra geç kaldık diye hayıflanmaktansa hemen bireysel ve
kurumsal çabalara girişelim. Dinsellik konularının çözümünü gelecek kuşaklara
bırakmak gafletine düşmeyelim.
TRTakademi:
Dizilerde din görevlileri genelde komik
karakterleri oynuyor, yabancı yapımlarda ise hep ciddi tipler. Biz bunu neden
bu halde sunuyoruz?
Mete
Çamdereli: “Vurun Kahpeye” filmi geliyor aklıma. Film istiklal
mücadelesini bir aydın öğretmen ile bağnaz din adamı arasında anlatmaya
çalışıyor, romandan mülhem malum. Birkaç versiyonu da var filmin ve vurgu aydın
ve yobaz üzerinde. Bugün medyada da benzer ya da aynı şeyleri yaşıyoruz,
yaşadık. Bir zamanlar, mütedeyyin kesim sinemaya gitmezdi, haberleri dinleyip
müzik yayınında televizyonu kapatanlar vardı, bu insanlar dini/hazretli filmler
ile sinema salonlarına alıştırıldılar ve ardından diğer filmleri de seyrettiler
tabi. Onların çocuklarının artık böyle bir sorunu yok, yani mecraya alışıldı.
Bizim sekülarize olmuş zihinlerimiz geç de olsa toplumun dinsel kaygısını gördü
ve bu hor görülen yobaz imam tiplemeleri artık yavaş yavaş, 90’lı yıllarda
yerini bildik doğal tiplemelere dönüşmeye başladı; böyle aydın, böyle kaygılı,
toplumsal sorunlarla ilgili imamlar da varmışa döndü. Bu tiplemeler hayatın her
alanında dinin olduğunu gösterdi ve dinselin yeniden anlaşılması gerektiğini
zımnen vurgulamış oldu. Ama alışkanlıklar kolay geçmiyor. Onlarca yılın
birikimini bir anda yok etmek kolay değil. Nice nesiller yetişmiş filmlerde bir
ezan sesi duymadan. Film yapınca ezan sesi duyurmak bile tuhafsa senaryolarda,
bu durumu anlamak çok zor olmaz. Dün yobaz olan bugün komik olur, yarın da dünyadan
elini eteğini çekmiş biri pekala olabilir. Ehlileşmiş, ehlileştirilmiş
zihinlerin yeniden ehilleşmesine, dinsel konuları yeniden idrak edip tutum
geliştirmesine daha epey zaman var.
TRTakademi:
Victor Hugo’nun Sefiller’inde bir rahip
tiplemesi var. Bunu sinemada gördük, 2000’den sonra sefiller ile ilgili 2 film
çekildi ve insanın hayatını değiştirecek, Türkiye’de de böyle karakterler
çıkmaya başladı. Kutsalın sıradanlaşması gibi birşeyden bahsedebilir miyiz?
Mete
Çamdereli: Ben kutsal olarak değerlendirmiyorum. Din
bizim için yaşamsal bir değer taşıyor ve burada bir tehlike olarak değil,
hayatın içinde doğal bir süreç olarak algılanmaya çalışılması gerektiğini
düşünüyorum. Kutsal, layüseldir, ulaşılamazdır. Halbuki din hayatın içindedir,
başka yerde olması da düşünülemez. Mukaddesi vardır ama bilinmedik bir yerlerde
de değildir. O yüzden dinsel tiplemeler hakkı verildiği taktirde, manipüle
edilmediği taktirde, kendi doğallığı içinde sunulursa niye değersizleşsin ki,
tersine daha da değeri dışlaştırılmış olur. Çıksın öyle karakterler. İyilikten
zarar gelmez. Sağlam tipleri,
tiplemeleri ben de önemsiyorum. Yunus Emre dizisi bu açıdan iyi bir örnek
kanaatimce. Bunları artırıp derinleştirmenin yolları aranmalı. Tipleme, rahip
de olsa, haham da olsa iyilik imgesiyle sunuluyorsa, sunulsun tabi. Ama niye
imamdan esirgensin. Soruyu böyle koymak lazım. Ayrıca kutsalı sizin gibi
düşünmüyorum. Kutsala da bir halel gelmez böyle yapmakla. Kutsal zaten
sıradanlaşmaz, sıradanlaştırılamaz. O ulaşılmaz başka bir yerdedir çünkü.
Halbuki din mukaddes olmakla birlikte öyle değil, ulaşılamaz değil, yaşamsaldır,
yaşamın içindedir, yaşam içindir. İyilikse insana özgüdür, insana verilmiş,
bahşedilmiştir, tanrı armağanıdır. İyiliğin herkese özgülüğü normalse,
dinselden niye esirgensin. Yine de kaygınızı, kutsaldan maksadınızı, neyi murat
ettiğinizi anlıyorum; sabırlı olmak, takip etmek ve gözlemlemek gerek. Tabi
saldım çayıra şeklinde başıboş da bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Bir
sıradanlaşmadan çok hafifseme var mı yok mu belki ona bakmak daha elzem
olabilir. Eğer bir hafifseme var da bunun önüne geçilemezse tehlike var
demektir ama biz yine de iyi niyetimizden sapmadan meselenin özüne varmaya
çalışalım, iyiliğin ve iyi örnekleri üretmenin peşinde olalım ve şimdilik böylesi
karakterlerden endişeye mahal olmadığını düşünelim derim. Yasakçı tutumlara da
azami dikkat edelim.
TRTakademi:
Kamu, Twitter için otoritesini kullandı ve
basın özgürlüğü yok gibi tepkiler verildi.
Mete
Çamdereli: Sosyal paylaşım ağlarıyla ilgili olarak da
aynı cümleyi tekrar edelim çünkü sorun yasaklayarak çözülmüyor. Yasakçı
tutumlara azami dikkat etmek gerekir. Bu kadar söylemekle yetineyim ve
sorunuzun diğer kısmına şöyle cevap verirken öncekini de bir bakıma açmış
olayım: Ülkemiz yeryüzü sorunlarına daha çok vakit ayırmalı ve basın ve ifade özgürlüğü
konusunda da yeni girişimlerde bulunmalı, sorunların üzene gitmeli, salt
savunmacı bir tutumla yetinilmemeli. Son yıllarda dünyaya açılan, dünyanın
başka ülkelerindeki sorunlarla ilgilenen bir ülke imajı oluşturmaya
başladığımız kesin. Bundan hoşnut olmamak mümkün değil. Ama bu durum aynı
zamanda bütün konularla, kendine de çeki düzen vererek ilgilenmeyi
gerektiriyor. Bir dünya ülkesi olacaksanız sorumluluğunuz ağır olacak demektir.
Ülkemizde basın özgürlüğü yok da bir Avrupa ülkesinde çok mu var deyip işin
içinden sıyrılamazsınız. Derdimiz en iyi olmaksa, yeryüzüne bir örneklik teşkil
etmekse, ki öyle olmalı, elden gelen yapılmalı. Kamu diplomasisi denilen bir
olgu var örneğin; dijital kamu diplomasisi ile bu basın özgürlüğü konusundaki
olumsuz algıyı ıslah etmeye çalışabiliriz yoksa ülke liderinizin söyleyeceği
sözlerin zaten dışarda ön yargılarla karşılanacağı muhakkak. Onun dışında ne
yapılabilir, onu düşünmek lazım ve kamu diplomasisi bu iş için önümüzde
duruyor. Siz öyle kendi ülkenizi salt lidere bırakarak anlatamazsınız.
Meclisiniz bombalanmış daha ötesi mi var ama kamu diplomasisi bu işin birincil
ayağıdır, bunun altını çizmekle yetinelim ve lafı uzatmayalım. Bunu din ve
dinsellik üzerinden de aynı şekilde düşünmeliyiz. Bu misyonerlik faaliyeti
yapılsın anlamına gelmesin sakın. İslamofobiyi düşünerek söylüyorum. Yani konu
basın özgürlüğünden islamofobizme dek geniş bir alana yayılıyor. Güçlü ülke
olmak her alan için strateji üretebilecek ve adım adım o kararları uygulayacak güçlü
kamu diplomasisi olmak demektir. Geleneksel birikimimiz var bizim bu konuda;
Açe’ler, Sumatra’lar. Oralara gitmişseniz bugün de gidiyorsanız, ister
dinsellik, isten genel anlamda insanlık için olsun, sorumsuzca hareket
edemezsiniz, kendinizi doğru anlatmanın yollarını bulacaksınız o zaman.
Dinselliği de böyle düşünmek gerek, tüm bu olgulardan bağımsız ve bağlantısız
düşünemeyiz. Ülkeler kendileri, dinleriyle de temsil ediyorlar malum. Türkiye
bir islam ülkesiyse, Rusya ve Yunanistan Ortodoks, Fransa ve Polonya Katolik,
Japonya ve Çin Budist mesela…
TRTakademi:
Bir röportajınızda “Dindarlar dijital medya
oyununu kaybetti” diyorsunuz. Erken bir yorum değil mi bu? Belki de biraz
beklemek gerekmiyor mu? Çok farklı, yeni, dinamik bir din algısı da çıkamaz mı?
Mete
Çamdereli: O başlık konuşma metninden biraz
cımbızlanarak oluşturulmuş bir başlık. Ama yok zararı öyle de desem olurmuş ama
ben daha çok herşeyi sosyal medyada bulmaya çalışanlar için, sosyal medyaya
çaput bağlayanlar için söylediğimi hatırlıyorum ama sorun değil, cımbızlanınca
bağlamdan kopuyor malumunuz. Öyle de deseydik çok yanlış olmayacak. Ama bir
yandan da bu imtihanı kaybetmek istemeyenler var onu gözden kaçırmamak
gerekiyor, kah içerik üreterek kah hayatının yegane aracı haline getirmeden… O sözler
söylendiği zaman, medya ve din ile ilgili çalışmalara henüz soyunmuştuk ve o
zaman farketmiştik müminlerin bu serencamını. Kaybediş olgusu, bir imtihanı
kaybedişti, bir mahremiyet imtihanını kaybedişti. Öyle de demiştim. Oyun değil
imtihan demiştim. Özellikle mahremiyet ve benzeri olgular konuşulduğu zaman önceki
tutumlara karşı bir kaybedişti. Ve açıklaması da kolaydı, bugün de kolay ama
zor olan, anlaşılması gereken bugünkü geldiğimiz nokta. Her şeyimizi ama sarıp
sarmaladığımız herşeyi apaçık hale getirdiğimiz bugünleri nasıl adlandıracağız.
Bugünkü tutumumuza ne isim koyacağız. Neo-mahremiyet mi diyelim. Mahremiyet
yeniden inşa edilmedi mi sosyal medyada. O zamanki tespit bu yüzden yanlış bir
tespit değildi. Mahremiyet kavramı üzerinden yürünmüştü o röportajda, medyatik
esaret, medyatik mahkumiyet bağlamındaydı o kaybediş. Her şeyi ifşa etmek, faş
etmek, hatta fahş etmek, ucuzlatmak tehlikesine dikkat çekilmişti. Arayışın
yegane adresinin sosyal medya olmadığı söylenmeye çalışılmıştı. İmtihanı
kaybediş bundandı. Erken değildi, zamanıydı. Belki şimdi yersiz ama söylendiği
zaman tam zamanıydı. Birileri söylemeliydi, belki benimle birlikte başkaları da
söylemiştir. Bu uyarılar yapılmazsa sorumluluk yerine getirmemiş saymalıyız
kendimizi. Ben sorumluluğumu yerine getirdiğimi ve tehlikeye dikkat çektiğimi
hatırlıyorum. Sanırım anlaşılmıştır yoksa bilinçli bir kullanımdan söz
etmiyorum, çaput bağlamaktan söz ediyorum sosyal medyanın dallarına. Bugün de
söylemekte sakınca görmem ama bu kullanımdaki sahihliği ya da sahih bir
dinselliğin ikamesine engel değil. İyi ki söylemişim, yoksa bugün siz bunları
sormayacak, belki bu konuları hiç konuşmayacaktık. Yararlı olsun, destek olsun,
katkı olsun diye söylüyoruz gördüğümüz tuhaflıkları, tuhaf dinsel davranış
kodlarını, davranış kodlarının dinselleşmesini… Dolayısıyla kaybediş geç
kalışla da alakalı. Eğer müminler kaybettilerse ve kaybetmeye devam
ediyorlarsa, ki artık öyle düşünmüyorum, dinlerinden kaybetmediler. Geç
kalmaktan, tutum geliştirememekten kaybettiler, zaman kaybettiler. Zaman
kaybedilmesin diye medyatik kulluk dedik, zaman kaybedilmesin diye ikonik
vaizler dedik, zaman kaybedilmesin bir an önce nasıl bir araçla karşı karşıya
olduğumuz bilinsin diye dedik, içerik yönetiminin önemi anlaşılsın diye dedik, salt
medyatik bilgilendirmeyle yetinme gafletinden söz ederek zaman da, imtihan da
kaybedilmesin diye dedik. Bugün de gerektiği zaman belki başkaca konularda
aynını yapıyoruz, sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışıyorum. Eğer onlar o
gün söylenmemiş olsaydı bugün bunları düşünmüyor, konuşmuyor olacaktık.
TRTakademi:
Amaçtan mı uzaklaşıldı.
Mete
Çamdereli: Amaçtan uzaklaşıldı mı tam olarak bilmiyorum
ama araçtan hiç uzaklaşılmadı, onu biliyorum, hatta o günden bugüne çok daha
fazla yaklaşıldı. Kullanım oranları ve süreleri son derece arttı. Evet bir
sarhoşluk dönemiydi ilk tanışıklık yılları; beklentiler, umutlar, çaresizce
savrulmalar. Kimi isimler kendi kürsülerinden vaaz ederlerken, insanlar onların
ağızlarından çıkan her söze, her kelimeye kulak kabartıyorlardı belki. 80’li
yılların başlarına dek böyleydi, denebilir. Medyatik düzleme çıkınca hiç öyle
olmadı, bekledikleri değil ama kürsülerinden farklı bir ilgi, farklı bir muhatap
bekliyordu onları, ayak uydurmak ya da kaybetmek zorundaydılar. Kimi medyanın
diline ayak uydurdu, kimi bırakıp gitti, kimi zaman zaman göründü. Medyanın ruhunu bilmiyorlardı, medya onları
magazinel bir araç haline getirebileceğini de. 28 Şubat ve sonrasındaki ara
dönemde iş iyice zorlaştı. Belki de medyatik bilgilendirmenin taban yaptığı
yıllardı. Bir dizi tuhaf soruya cevap vermeye çalışan uzmanlar daha sonraki
yıllarda peş peşe türedi. Tuhaf sorulara akılcı ve akıllı cevaplar üretebilmek
kolay değildi, üstelik muhatabın niteliği ve medyanın süre tahdidi altında
başarılı olanlar medyatikleşti. Artık hiçbiri bunlar abuk sabuk sorular diyemedi.
Bu dünyada müminin başkaca sorumlulukları da var, yeryüzüyle ilgili başkaca
soruları da olmalı, yıllar yılı şu bezdiren sorularla zihninizi meşgul etmeyin
diyecek bir sistemi artık medyada kurgulamak imkansızlaştı. Dolayısıyla
religitainment dediğim türden bir din-eğlence formatı oluştu. Kaybediş budur.
Din neredeyse salt bir eğlence aracı haline geldi. Sizin yukarıdaki sıradanlaşma
sorularınıza da cevaptır bu söylediklerim aynı zamanda. Samimi gibi görünen
abartılı dinsel bilgilendirme artık neredeyse dinden soğutmaya dek vardı. Amaç
saptı mı, bilmiyorum ama amaç herhalde geldiğimiz nokta değildi. Sanırım gençlere
umut bağlamalıyız yine, çünkü onlar medyaya doğdular. Medyayı ebeveynlerinden
daha iyi biliyorlar. Benim kuşağımın yapamayacağını onlar yapacak medyatik
manipülasyonu, medyatik istismarı da aşarak. Çeşitli bloglarda, farklı internet
sitelerinde kendini göstermeye çalışan gençler yapıp ettikleri ahsen işlerle bu
kaygımı dillendiriyorlar, ebeveynlerinin yapamadıklarını yapıyorlar sanki.
Büyükleri engel olmazlar da önlerini açarlarsa, inanıyorum, daha da fazlasını
yapacaklar.
TRTakademi: Şahin Uçar bir kitabında eskiden köleler bir
gün özgür olacakları umuduyla yaşarlardı fakat modern insan azat kabul etmez
bir kölelik yaşıyor diyor. Medyatik kulluk kavramı bu bağlamda ağır bir kavram.
Fazla mı eleştirel kalıyoruz?
Mete
Çamdereli: Şahin hoca güzel söylemiş katılıyorum ama eleştirel
kalalım, her zaman eleştirel kalmaya özen gösterelim. Dozunu da kendimiz
belirleyelim. Yeryüzünün selameti adına, insanlık adına, müminler adına
eleştiriden geri adım atmayalım. Siyasetten ticarete kültürden sanata, oradan
toplumsal davranışlara dek her alanda eleştirel kalalım. Kalmazsak doğruya ulaşamayız. Kırmadan
dökmeden tabi…
Şahin hoca’ya dönecek olursak; görüşü
görüşümüzü destekleyici türden. Ona katılmak ile birlikte kölelik ile kulluğu
ayırt etmek lazım geldiğini düşünüyorum konunun daha iyi anlaşılması bakımından.
Kölelikte rıza üretmeyecek bir şekilde tabilik, tabi oluş söz konusudur ya da
mutilik, itaat, itaatkarlık vardır. Ancak kullukta rıza sonucu üretilen bir
itaat söz konusudur. Yaradan’a kul
olursunuz ama rızanız ile olur bu. Köle daha robotik bir şeydir. Belli sınırlar
içinde efendinin emri dahilinde hareket etmek ile yükümlüdür. Kul kendi iradesi
ile o zamansız ve mekansız dairenin içerisine girer ve orada özgürlüğü bulur.
Köleyse seçme hakkı olmadığından, tercihleriyle özgürlüğü tadamayacak,
hissedemeyecektir. Dolayısıyla iradenizi televizyonu kapatarak da kullanabilirsiniz,
YouTube’a girmeden de hayatınızı sürdürebilirsiniz. Medyatik kulluk artık
medyanın dayatmalarına karşı koyamayan, karşı koymayan, buna bile isteye rıza
gösteren, zorunlu bir ihtiyacı olmasa da yapacak hiçbir şeyim yok artık bunun
içindeyim diye gönüllü kabullenen ve artık bunsuz yapamam diyen içindir.
Medyanın doğası da, nassı da, dogması da budur zaten. Kendi emir ve yasakları
vardır. Medyanın emir ve yasakları dinin emir ve yasaklarının yerine geçer mi?
Geçiyorsa ben ne kadar uzaklaşmalıyım?
Allah’a kullukta bile zaman zaman iradeniz devreye giriyor, kendi imani
formatınızı belirliyorsunuz da, televizyonun ya da internetin karşısında ben bir
şey yapamam deyip gönüllü kulluğu tercih ediyorsunuz ve artık hiçbir şeyi ben
belirlemeyeceğim, hiç iradem yok diyorsunuz. Böyle şey olamaz. Köle olsaydınız
iradeniz olmazdı. Medyatik kulluk gerektiğinde iradeyi alacak biçimde
şekillenir, öyle şekillenmelidir. Medya okur-yazarlığı gibi konular biraz da
bunun için var ama iş müminin kendisinde bitiyor, kurumsal çabalarla da
desteklemek gerek tabi müminin çabasını.
TRTakademi:Elinde
kumandası olan, telefonu olan kişi tercihlerinde özgür olabilir mi?
Mete
Çamdereli: İmkanları ölçüsünde özgürdür. Belki şöyle
demek daha doğru: medyanın verdiği imkanlar çerçevesinde özgürdür. Sabah
uyandığınızda gözlerinizi bile ovuşturmadan, ne bileyim bir mümin açısından
düşünelim, daha abdest almadan, namaz kılmadan telefonunuzu elinize alıyorsanız,
sosyal ağlarda neler olup bittiğine bakıyorsanız medyatik kulluğun çerçevesi
içindesiniz demektir. Bundan sonra irade gösterebilir ilgilenmeyebilirsiniz ama
artık medyaya tabisiniz. Bunu söylemek istiyorum. Bu ifade ağır mı? Bırakın
ağır olsun belki bir yaraya merhem olur. Yoksa biz kimseye sen Allaha kul değilsin
medyaya kulsun demiyoruz. Bu bir metafordur. Bu tür kavramsallaştırmaları
lütfen metafor olarak algılayın. Böylesi durumlarda metaforlara tutunmazsak
kendimizi ifade etmekte ve konunun önemini vurgulamakta zorlanırız. Medyatik
kulluk bugün dijital kulluk haline geldi mesela. Bunu da vurgulayalım. Kölelik
ile yine farklı tabi. Yani hala irademiz var, doğruyu biz belirleyebiliriz.
Özgürlük alanınızı siz belirliyorsunuz ama o aracın izin verdiği ölçüde. Bu
sizin özgür olduğunuzu gösterir mi bunu cevabını siz verin. Nereden baktığınıza
bağlı bir şey bu yani…
TRTakademi:
Sosyal medyayı neden kullanıyoruz sorusuna
verilen cevaplar var. Sosyalleşmek için, yalnızlıktan kurtulmak için ve ne
kadar mümkün olmasa da yalnızlığımızı azaltmak için gibi. Niçin sosyal
medyadayız. Siz buna ne cevap verirsiniz?
Mete
Çamdereli: Can sıkıntısını unuttuk. Canı sıkılan
çocuklarımız yok artık. Can sıkıntısının kaybolması büyük bir kayıptır. Din
elden gidiyor’dan daha önemli bir kayıptır. Çünkü din için insan gerek. İnsan ise
kendi yapıp ettikleri, ürettikleri, merakları ve can sıkıntısı ile var. Bugün,
günde bir ya da iki trenin uğradığı ve günlük gazetelerin ancak o trenler ile
geldiği bir kasabadaki istasyon şefinin zamanına sahip değiliz. O istasyon
şefinin tren saatine kadar komşularıyla halleşmesi, domateslerini ekmesi
mümkün. Gazete kasabaya geldiğinde en ince ayrıntısına kadar okuyacak zamanımız
yok artık. Çocukların canlarının sıkılması ve oyunlar üretmesi o kasaba için
mümkündü. Sosyal medya ve dijital platformlar can sıkıntımızı elimizden aldı.
Can sıkıntısı demek tembellik demek, ama aynı zamanda sıkıntıdan kurtulmak için
çabalamak demek, bir bakıma üretkenlik demek, arayış demek. Bir arkadaşınızı
arayıp onu bıktırmak demek. Aktivasyon arayışı demek. Tembellikten de bir
tembellik oluştuğu zaman, artık bu kez o can sıkıntısının giderilmesi gerek.
Belki araştırmalarda yer almıyordur ancak sosyal medya en çok işte bu can
sıkıntımızı aldı. Can sıkıntısı hakkımızı elimizden aldı. Yalnızlığımızı
gidermek probleminin içerisinde olan şey biraz da budur. Aslında niye
yalnızlığımızı gidersin ki? Niye yalnız kalmayalım ki? Niye ışıksız bir ortamda
gece gökyüzüne yapayalnız bakmayalım ki? Niye Küçük Prens’in gezegenler
arasındaki hayaline biz de katılmayalım ki? Kendi hayallerimizi biz kurup biz
yaşamayalım ki? Artık görsel dünya diyebileceğim, hatta dijital görsellik
diyebileceğim çok geniş bir platform vakit tasarrufunu, vakti biriktirebilme
olanağını, vakit verimliliğini elimizden aldı. Dolayısıyla vakti
durduramıyoruz, biriktiremiyoruz vaktin üzerimizdeki verimini derinliğine
yaşayamıyoruz. Kendimize zaman zaman bu kulluk perspektifinden bakarsak,
yalnızlığımızı feda etmeyecek noktaya gelirsek, en azından bireysel bir başarı elde
etmiş oluruz. Ama sosyal medyada herkesten bunu yapmayı bekleyemeyiz. Hatta
bunu söyleyenlerin, bu konularla dertlenenlerin bile bunu yapabilmesi çoğu kez
mümkün değil. Yalnızlığını gidermek, sosyalleşmek evet ama unutmamalıyız ki
bunlar sosyal medyayı besleyen şeyler. Bu noktada ben dijital kulluğumun
farkında olarak yalnızlığımın, sosyalliğimin bugünkü dijital dünyanın dışında
da var olabileceğini bilirsem zannediyorum bugünün insanı olabilirim. Yok
sadece dijital kulluk içinde yaşayacaksam o zaman fantazya romanlarındaki gibi
Big Brother’in hükmedeceği ve o içeriği de onun yöneteceği bir dijital dünyadan
bahsediyorumdur ki o zaman dijital rükünleri ve ritüelleri pek ala benim için
vazgeçilmez hale gelecek, adeta dinselleşecektir. İşte asıl tehlike burada.
(*) TRT Akademi Dergisi, Sayı 6, Temmuz 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder