7 Ekim 2018 Pazar

iskeçe, ağır yara

Batı Trakya’yı ilk ziyaretimde Gümülcine’yi görmüş, İskeçe’ye uğrayamamıştım. İçime dert olmuştu. Şimdi oradayım. Şükrediyorum. Kendime karşı sözümü tutabilmiş olmanın neşesini yaşıyorum. Şehir sımsıcak, iklimi de öyle. Şehrin genel görünümü, sokakları, yokuşları Gümülcine’den kısmen farklı; belki daha yeşil, belki daha dağlık ama sorunlar büyük ölçüde aynı.

İskeçe, bırakılmış şehirlerimizden, bıraktıklarımızdan; Gümülcine gibi, Dedeağaç gibi, belki Kavala ve diğerleri gibi. Gümülcine’yi yazmakla bitirememiştim. İskeçe’yi de bitiremem nasılsa. Gümülcine’yi yazmakla yetineyim ve Gümülcine’yi yazmak İskeçe’yi de yazmak olsun diyordum, ama olmuyor. Hüznümü iyice kabartan tanıklıklar ediniyorum İskeçe’de. Tanıklıklarım beni orada geçirdiğim saatleri kaleme almaya mecbur bırakıyor.
İskeçeli amcalara değmeye gör karşılaşınca, bin dert serdediveriyorlar peş peşe. Haksız değiller, umutsuz da değiller. Sadece anlatma ihtiyacındalar. Kimselere minnet etmemiş, yıllar yılı kendi imkanlarıyla var olmuş insanların bir talepleri olmaz zaten; olsa olsa halleşmek, dertleşmek isteyebilirler. Amcalar anlattı, ben dinledim ve dinlediklerim zihnimde uçuştu durdu; rahatsız etti beni sonra. Belki tam olarak hiçbir zaman rahat edemeyecektim ama bir nebze de olsa yazarak hafifleyebilirdim.
Yaralıydılar, içtendiler, dosttular, kardeştiler, candaştılar. Yazmazsam vefasızlık edecektim. Bilinsin istiyorlardı anlattıkları. Bilsinler, bilsinler bunları diyorlardı. Bunları Türkiye bilsin diye tekrarlıyorlardı. Kısacık da olsa, hatırlayabildiklerim de olsa bildirmeliydim. Bildirmek bir vebaldi artık üzerime.
*
İskeçe’ye vardığımda cırcır böcekleri öğle sıcağını serinletiyordu. Dağın etekleri ormanlık. Bir mahalle yeşile gömülü. Zirvesine yakın yerdeyse bir manastır. Bir dere ayırıyor dağa yaslanmış mahalle ile şehir merkezini. Şehir merkezine doğru ilerlerken kafelerde tek tük insan ve kapalı dükkanlar görüyorum. Yürüyen neredeyse yok gibi. Sokaklar ıssız. Sıcak bunaltıcı. Kimselerin olmayışının sebebi şu malum kayluleymiş meğer. Akşam saatlerinde her yan insan olduğunda anlıyorum bunu.
Meydanda Osmanlıdan kalma bir saat kulesi. Buralarda bir yerlerde de bir cami olmalı diye aklımdan geçiriyorum. Yıkılmıştır ya da yıkmışlardır muhtemelen, diye düşünüyorum. Meydandaki yeşil alanların yine bir Müslüman mezarlığı ya da hazire olabileceğini vehmediyorum. Önyargılarım haksız sayılmaz, çünkü hemen her yerde ilk darbeyi mezarlıklar alıyor; kimlik savaşlarının ilk kurbanları oluyor mezarlıklar. Meydana kimlik veren kiliseye bakıyorum, caminin yerini sahiplenmiş gibi…   
Meydandan arnavut kaldırımlı sokaklara açılınca eskiyi dillendiren yapılar göze çarpıyor. Mahalle aralarında minareler şehrin asıl kimliğini ifşa ediyor. Camiler kiliselerden çok daha fazla göze çarpıyor. Sokak aralarında rastladığımız bir cami tam Anadolu. Avlusu, servileri, amcalarıyla sakin bir mekan. Avlu kapısının karşısında ulu bir çınar ve onun arkasında tertemiz badanalı tekkatlı bir ev. Fotoğraf tamamlanıyor. Caminin adı da o çınardan geliyor. Sımsıcak. Kapısında yazan tarihten anladığım kadarıyla nereden baksanız 250 yıllık. Belki elde kalan en eski camisi İskeçe’nin. Çınar kaç yaşında acaba, camiyle akran mı, öğrenemiyorum. Avlusunda soluklanıyor, ağaçların gölgesinde serinliyorum. Amcalar yakınımda. Biri yabancı olduğumu anlıyor, yanıma yaklaşıyor, tanışmaya ve laflamaya çalışıyor. Camiyi görmeye geldiğimi söylüyorum. O da başlıyor anlatmaya. Aslında camiyi bahane ediyor, anlatmak istediklerini anlatıyor. Yüzyıllık bırakılmışlığı özetliyor. Kimi zaman tarihsel ve sosyolojik çıkarımlar yapmaktan geri durmuyor. Caminin şehir planları gereğince kuşa çevrilmeye çalışıldığını söylüyor. Pek anlamıyorum. Bunun, camiyi tamamen ortadan kaldırmanın ön hazırlığı olduğunu da ekliyor. Anlamaya çalışıyorum. Cami, bir cami olmanın ötesine çoktan geçmiş, bir varoluşun, bir varoluş mücadelesinin simgesi haline gelmiş. Cami yoksa biz yokuz, diyor sanki amca. Bir bir giden camiler gibi biz de bir bir eriyoruz. Varolmak için elde kalanların korunması elzem demek istiyor. Cami varoluş kimliğimiz, korunması için de ne yapılması gerekiyorsa hiç tereddütsüz yapılmalı; yapıyoruz da, direniyoruz da ama işte bu kadar oluyor... Kimimiz medreseye kimimiz Yunan okullarına gittik diyor bir süre sonra. Yunan okullarını bitirerek öğretmen olanların ilk işleri annelerinin başlarındaki örtü oldu, diye ekliyor. Ürperiyorum. Köyüne kentine ailesine yabancılaştırılmış eğitimli nesillerin ne demek olduğunu çok iyi anlıyorum. Dahasını dinleyemiyorum.
Sokak aralarına bırakıyorum kendimi hızla yeniden. Kah Ayvalık’dayım kah Edremit’de, kah Biga’da kah Bandırma’da.  Issız sokakların yokuşlarında seğirtirken evlerden gelen konuşma seslerini duyuyorum. Herkes evinde, sıcağın geçmesini bekliyor. Az önce önünden geçtiğim çay ocağına çay içmek için dönüyorum. Kapanmış. Ne zaman açılıyor, ne zaman kapanıyor dükkanlar, anlayamıyorum. Sonunda meydana çıkıyor ve bir kafe bulup oturuyorum. Herkesin elinde bilmediğim bir içecek var. Soruyorum; soğuk servis edilen kahveli bir içecekmiş. Ondan istiyorum. Yanımdaki masadan biri, merabayın, hoşgeldiniz diyor ve hesabımı ödeyiveriyor. İtiraz ediyorum. Ben Türkiye’de olsam siz aynını yapmaz mıydınız, diye karşılık veriyor. Mahzunlaşıyorum ve minnetle teşekkür ediyorum. Gelenek aynı. Anadolu’da bir yerlerde benzer manzaraları az yaşamayız. İçim serinliyor birden…
Bir manga asker peyda oluyor meydanda mızıkalarıyla. Oturduğum yerden görüyorum bando kıtasını. Marşlar söyleyerek meydana akıyor, saat kulesine doğru ilerliyorlar. Bir hareketlilik yaşanıyor, günbatımına doğru kalabalıklaşan meydanda. Herkes bandoyu seyrediyor. Askerler, alıştığımız türden sert bir görünüm sergilemiyor. Bağlamdan kopuk olsa, bilmeyen onları bir izci grubu zannedebilir. Bayrak törenine denk gelmişim meğer. Çocukluğumdan hatırlıyorum, bizim şehirlerimizde de olurdu. Hala oluyor mu bilmiyorum. Yanımdakilere, bayrak törenlerinin Yunanistan’ın bütün vilayetlerinde olup olmadığını soruyorum. Tahmin ettiğim cevabı alıyorum: Yok sadece bize özgü, diye eğlenceli bir şekilde cevap veriyorlar. Marş söylenince ayağa kalkıyoruz işte, sonra oturuyoruz. Hepsi bu kadar, diye ekliyorlar. Konuyu fazla uzatmıyorlar, sorun da etmiyorlar. Marş başlayınca ironik bir ciddiyet takınıyorlar. Hepimiz ayağa kalkıyoruz. Marş eşliğinde, saat kulesinin tepesindeki bayrak gönderden indiriliyor… İskeçeli Müslüman Türklerin yerine kendimi koyuyorum; içim acıyor, yaram kanıyor. Osmanlı’ya karşı kalkışmanın bayram olarak kutlandığı günlerdeki haleti ruhiyeyi ise düşünmek bile istemiyorum.  
Hazır ayağa kalkmışken müsaade istiyorum yanımdakilerden. Yokuş iniş demeden yürümeye koyuluyorum yeniden. Mahalle aralarında birkaç camiye daha rastlıyorum. Herbiri tarihten bir yaprak. Sünne Camii’ni ve Mescid-i Atik’i görüyorum. Ziyaret edebildiğim kısımlarını inceliyorum. Buram buram Anadolu’yu, buram buram Rumeli’yi hissediyorum. Rumeli’nin Anadolu’suz, Anadolu’nun Rumeli’siz yetim kaldıklarını idrak ediyorum gezerken.
Gördüğüm camiler arasında Çınarlı’nın hali başka. Avlusu ve haziresiyle merkez bir camii olduğu besbelli. Akşam vakti yine oraya süzülüyorum, İskeçelilerle aynı safta olmak için. Gökyüzü alacalanmış, vaktin eli kulağında. Ancak, önümü kesen bir amcanın da eli bileğimde. Hoşgeldini ihmal etmiyor ama vakit girmeden diyeceğini demeye çalışıyor. Kelimeleri büzüyor zamanı genişletmek için. O kadar hızlı konuşuyor ki, söylediklerinin bir kısmını anlamakta zorlanıyorum. Bileğimden çekiştire çekiştire soluksuz anlatıyor. Sanki kaçacakmışım gibi, anlatırken sıkı sıkı tutuyor bileğimi. Belli ki benim gibi öyle Türkiye’den geldiğini düşündüğü herkese yapıyor bunu. Gözleri nemleniyor kimi zaman, ama fasılasız anlatmaya devam ediyor. Bak, diyor, şu duvarlara bak, şehir planı gereği bu duvarlar yola gidecek. Camiinin avlusu yola gidecek. Yola bakıyorum, haklı. Avlu yolun bir kısmına boylamasına rücu ediyor. Yıktırmamak için mücadele veriyoruz. Yolu özellikle buradan geçiriyorlar, diyor. Bak ilerde bir cami daha var, buradan çıkınca git onu gör, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın. Amaç caminin sadece dört duvar olarak kalması, avlusuz, şadırvansın, musallasız, haziresiz. Hep böyle yapıyorlar, diyor… Bir de vakıf binası var Çınarlı’nın avlusunda. El koymuşlar, vermiyorlarmış. Koz olarak ellerinde tutuyorlarmış. Vakfı caminin hizmetine sunma karşılığında avludan vazgeçmelerini, duvarların yıkılmasına ses çıkarmamalarını istiyorlarmış. Yol geçsin, biz de size vakfınızı verelim diyorlarmış. Çaresizliğin ne demek olduğunu amcanın yüzünden okuyorum… Bil bunları diyor ısrarla, Türkiye’ye gittiğinde anlat bunları, diyor, yetkililere anlat, Ankara’ya anlat, Cumhurbaşkanına anlat. Bunları bilsinler. Camiler bir bir elimizden gidiyor… Cılız ezan sesi amcanın konuşmasını kesiyor. Ezanın sesinin dışarıya sızmasına izin verilmediğinden güçlükle duyuyoruz avludan. Vakte erişiyoruz hep birlikte ama yüreğimdeki sızı iyiden iyiye depreşiyor.
Vaktin nihayetinde yine önüme geçiyor amca. Git mutlaka, diye tekrarlıyor. Hemen şurada. Servili’yi mutlaka gör, ihmal etme sakın diyor. Burada elimizde bunlar kaldı. Bir dahaki gelişinde belki, diyor ve devam edemiyor. Toparlanıyor sonra. Avludaki kalabalığın ve telaşın sebebini sorabiliyorum bu esnada. Mevlit olduğunu söylüyor. Ne mevlidi diye soruyorum bu kez. 15 Temmuz şehitleri için, diyor. O telaşıyla meşgul olurken, bir başka amca onun yerini dolduruyor ve benzer kaygıları dillendiriyor. Lozan’da kayıtlanmış eğitim haklarını bile kullanamadıklarını söylüyor. Buradaki öğrencilere Türkçe kitaplar Türkiye’den gelir. Türkiye’de Yunanca öğretimi için de kitaplar buradan gider. Türkiye’deki öğrencilere Yunanca öğreten kitaplar ulaşırken, Türkiye’den bize gönderilenleri denize atıveriyorlar, bize ulaştırmıyorlardı. Onları okutmayacaksınız derlerdi. Okutanları da öğretmenlik mesleğinden men ederlerdi. Bunu Türkiye bilmezdi. Çocuklarımıza Türkçe eğitim vermememiz için ellerinden gelen engellemeyi yaparlardı…
Mevlidin başlamasıyla amcalar lafın sonunu getirmek zorunda kalıyorlar. Çikolata ikram ediyorlar ve vedalaşıyoruz. Arkamdan sesleniyor yine o amca. Git orayı gör, Serviliyi gör, yakında zaten. İtaat ediyorum ve çikolatanın lezzetine vararak Servili’nin yolunu tutuyorum. Çok geçmeden varıyorum. Ortalama bir mahalle camii Servili. Giriş kapısı evlerle aynı hizada. Anlamaya başlıyorum kuşa çevirmenin ne demek olduğunu. Binaların arasında alelade dört duvar olarak kalmış. Camii olduğunu anlamak için iyice yaklaşmak gerekiyor. Ne avlu ne hazire ne de diğer müştemilat kalmış. Kuşa çevrilmiş dört duvar. Servili Camii’nin güney cephesine geçince kaygım daha da artıyor. Bir dahaki gelişimde görebilir miyim dedirten türden. Amcanın gözlerindeki nemlenmenin nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Zira Servili’nin yanındaki dar sokaktan geçince arkada genişçe bir sokakla karşılaşıyorum. Sokağı daraltan bir tek yapı var, o da Servili. Yolun daha işler hale gelebilmesi için onun zaman içinde imha edilmesi kaçınılmaz. Yani önce kuşa çevir sonra imha et. Ardından kimliğinden arındırılmış bir şehri kendi şehrine dönüştür. Herşey gayet açık. Osmanlı izleri bir bir siliniyor. Şehrin belleği zayıflatılıyor, hayat damarları kesiliyor. Bir dahaki gelişimde görebilir miyim Servili’yi… Gecenin karanlığıyla gözlerimi örtüyor ve yürüyebilmek için göğsümü genişletmeye çalışıyorum.
*
Hayat canlanıyor gece İskeçe’de, İskeçeli amcaların umutları gibi. Gündüzün sükunetinden eser yok artık. Sokağa çıkma yasağı bitmişçesine herkes sokaklarda. Bense kanıyorum ve yeryüzü mazlumlarının yüreklerine, dipdiri umutlarına tutunuyorum. Herkesin bir Kudüs’ü var, yok yok her yer Kudüs, demeyi bırakamıyorum.
(*) Yedi İklim, Ekim 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder