Batı Trakya’yı ilk ziyaretimde Gümülcine’yi görmüş,
İskeçe’ye uğrayamamıştım. İçime dert olmuştu. Şimdi oradayım. Şükrediyorum. Kendime
karşı sözümü tutabilmiş olmanın neşesini yaşıyorum. Şehir sımsıcak, iklimi de
öyle. Şehrin genel görünümü, sokakları, yokuşları Gümülcine’den kısmen farklı; belki
daha yeşil, belki daha dağlık ama sorunlar büyük ölçüde aynı.
İskeçe, bırakılmış şehirlerimizden, bıraktıklarımızdan;
Gümülcine gibi, Dedeağaç gibi, belki Kavala ve diğerleri gibi. Gümülcine’yi
yazmakla bitirememiştim. İskeçe’yi de bitiremem nasılsa. Gümülcine’yi yazmakla
yetineyim ve Gümülcine’yi yazmak İskeçe’yi de yazmak olsun diyordum, ama
olmuyor. Hüznümü iyice kabartan tanıklıklar ediniyorum İskeçe’de. Tanıklıklarım
beni orada geçirdiğim saatleri kaleme almaya mecbur bırakıyor.
İskeçeli amcalara değmeye gör karşılaşınca, bin dert
serdediveriyorlar peş peşe. Haksız değiller, umutsuz da değiller. Sadece
anlatma ihtiyacındalar. Kimselere minnet etmemiş, yıllar yılı kendi
imkanlarıyla var olmuş insanların bir talepleri olmaz zaten; olsa olsa halleşmek,
dertleşmek isteyebilirler. Amcalar anlattı, ben dinledim ve dinlediklerim
zihnimde uçuştu durdu; rahatsız etti beni sonra. Belki tam olarak hiçbir zaman
rahat edemeyecektim ama bir nebze de olsa yazarak hafifleyebilirdim.
Yaralıydılar, içtendiler, dosttular, kardeştiler, candaştılar.
Yazmazsam vefasızlık edecektim. Bilinsin istiyorlardı anlattıkları. Bilsinler,
bilsinler bunları diyorlardı. Bunları Türkiye bilsin diye tekrarlıyorlardı.
Kısacık da olsa, hatırlayabildiklerim de olsa bildirmeliydim. Bildirmek bir
vebaldi artık üzerime.
*
İskeçe’ye vardığımda cırcır böcekleri öğle sıcağını serinletiyordu. Dağın
etekleri ormanlık. Bir mahalle yeşile
gömülü. Zirvesine yakın yerdeyse bir manastır. Bir dere ayırıyor dağa yaslanmış
mahalle ile şehir merkezini. Şehir merkezine doğru ilerlerken kafelerde tek tük
insan ve kapalı dükkanlar görüyorum. Yürüyen neredeyse yok gibi. Sokaklar ıssız.
Sıcak bunaltıcı. Kimselerin olmayışının sebebi şu malum kayluleymiş meğer.
Akşam saatlerinde her yan insan olduğunda anlıyorum bunu.
Meydanda Osmanlıdan kalma bir saat kulesi. Buralarda bir yerlerde de bir
cami olmalı diye aklımdan geçiriyorum. Yıkılmıştır ya da yıkmışlardır muhtemelen,
diye düşünüyorum. Meydandaki yeşil alanların yine bir Müslüman mezarlığı ya da
hazire olabileceğini vehmediyorum. Önyargılarım haksız sayılmaz, çünkü hemen
her yerde ilk darbeyi mezarlıklar alıyor; kimlik savaşlarının ilk kurbanları
oluyor mezarlıklar. Meydana kimlik veren kiliseye bakıyorum, caminin yerini
sahiplenmiş gibi…
Meydandan arnavut kaldırımlı sokaklara açılınca eskiyi dillendiren yapılar göze
çarpıyor. Mahalle aralarında minareler şehrin asıl kimliğini ifşa ediyor. Camiler
kiliselerden çok daha fazla göze çarpıyor. Sokak aralarında rastladığımız bir cami
tam Anadolu. Avlusu, servileri, amcalarıyla sakin bir mekan. Avlu kapısının
karşısında ulu bir çınar ve onun arkasında tertemiz badanalı tekkatlı bir ev. Fotoğraf
tamamlanıyor. Caminin adı da o çınardan geliyor. Sımsıcak. Kapısında yazan
tarihten anladığım kadarıyla nereden baksanız 250 yıllık. Belki elde kalan en
eski camisi İskeçe’nin. Çınar kaç yaşında acaba, camiyle akran mı,
öğrenemiyorum. Avlusunda soluklanıyor, ağaçların gölgesinde serinliyorum.
Amcalar yakınımda. Biri yabancı olduğumu anlıyor, yanıma yaklaşıyor, tanışmaya
ve laflamaya çalışıyor. Camiyi görmeye geldiğimi söylüyorum. O da başlıyor
anlatmaya. Aslında camiyi bahane ediyor, anlatmak istediklerini anlatıyor. Yüzyıllık
bırakılmışlığı özetliyor. Kimi zaman tarihsel ve sosyolojik çıkarımlar
yapmaktan geri durmuyor. Caminin şehir planları gereğince kuşa çevrilmeye
çalışıldığını söylüyor. Pek anlamıyorum. Bunun, camiyi tamamen ortadan
kaldırmanın ön hazırlığı olduğunu da ekliyor. Anlamaya çalışıyorum. Cami, bir cami
olmanın ötesine çoktan geçmiş, bir varoluşun, bir varoluş mücadelesinin simgesi
haline gelmiş. Cami yoksa biz yokuz, diyor sanki amca. Bir bir giden camiler
gibi biz de bir bir eriyoruz. Varolmak için elde kalanların korunması elzem
demek istiyor. Cami varoluş kimliğimiz, korunması için de ne yapılması
gerekiyorsa hiç tereddütsüz yapılmalı; yapıyoruz da, direniyoruz da ama işte bu
kadar oluyor... Kimimiz medreseye kimimiz Yunan okullarına gittik diyor bir
süre sonra. Yunan okullarını bitirerek öğretmen olanların ilk işleri annelerinin
başlarındaki örtü oldu, diye ekliyor. Ürperiyorum. Köyüne kentine ailesine yabancılaştırılmış
eğitimli nesillerin ne demek olduğunu çok iyi anlıyorum. Dahasını
dinleyemiyorum.
Sokak aralarına bırakıyorum kendimi hızla yeniden. Kah Ayvalık’dayım kah Edremit’de,
kah Biga’da kah Bandırma’da. Issız
sokakların yokuşlarında seğirtirken evlerden gelen konuşma seslerini duyuyorum.
Herkes evinde, sıcağın geçmesini bekliyor. Az önce önünden geçtiğim çay ocağına
çay içmek için dönüyorum. Kapanmış. Ne zaman açılıyor, ne zaman kapanıyor
dükkanlar, anlayamıyorum. Sonunda meydana çıkıyor ve bir kafe bulup oturuyorum.
Herkesin elinde bilmediğim bir içecek var. Soruyorum; soğuk servis edilen
kahveli bir içecekmiş. Ondan istiyorum. Yanımdaki masadan biri, merabayın, hoşgeldiniz
diyor ve hesabımı ödeyiveriyor. İtiraz ediyorum. Ben Türkiye’de olsam siz
aynını yapmaz mıydınız, diye karşılık veriyor. Mahzunlaşıyorum ve minnetle
teşekkür ediyorum. Gelenek aynı. Anadolu’da bir yerlerde benzer manzaraları az
yaşamayız. İçim serinliyor birden…
Bir manga asker peyda oluyor meydanda mızıkalarıyla. Oturduğum yerden
görüyorum bando kıtasını. Marşlar söyleyerek meydana akıyor, saat kulesine
doğru ilerliyorlar. Bir hareketlilik yaşanıyor, günbatımına doğru
kalabalıklaşan meydanda. Herkes bandoyu seyrediyor. Askerler, alıştığımız
türden sert bir görünüm sergilemiyor. Bağlamdan kopuk olsa, bilmeyen onları bir
izci grubu zannedebilir. Bayrak törenine denk gelmişim meğer. Çocukluğumdan
hatırlıyorum, bizim şehirlerimizde de olurdu. Hala oluyor mu bilmiyorum. Yanımdakilere,
bayrak törenlerinin Yunanistan’ın bütün vilayetlerinde olup olmadığını soruyorum.
Tahmin ettiğim cevabı alıyorum: Yok sadece bize özgü, diye eğlenceli bir
şekilde cevap veriyorlar. Marş söylenince ayağa kalkıyoruz işte, sonra
oturuyoruz. Hepsi bu kadar, diye ekliyorlar. Konuyu fazla uzatmıyorlar, sorun da
etmiyorlar. Marş başlayınca ironik bir ciddiyet takınıyorlar. Hepimiz ayağa
kalkıyoruz. Marş eşliğinde, saat kulesinin tepesindeki bayrak gönderden indiriliyor…
İskeçeli Müslüman Türklerin yerine kendimi koyuyorum; içim acıyor, yaram
kanıyor. Osmanlı’ya karşı kalkışmanın bayram olarak kutlandığı günlerdeki
haleti ruhiyeyi ise düşünmek bile istemiyorum.
Hazır ayağa kalkmışken müsaade istiyorum yanımdakilerden. Yokuş iniş
demeden yürümeye koyuluyorum yeniden. Mahalle aralarında birkaç camiye daha
rastlıyorum. Herbiri tarihten bir yaprak. Sünne Camii’ni ve Mescid-i Atik’i
görüyorum. Ziyaret edebildiğim kısımlarını inceliyorum. Buram buram Anadolu’yu,
buram buram Rumeli’yi hissediyorum. Rumeli’nin Anadolu’suz, Anadolu’nun Rumeli’siz
yetim kaldıklarını idrak ediyorum gezerken.
Gördüğüm camiler arasında Çınarlı’nın hali başka. Avlusu ve haziresiyle merkez
bir camii olduğu besbelli. Akşam vakti yine oraya süzülüyorum, İskeçelilerle aynı
safta olmak için. Gökyüzü alacalanmış, vaktin eli kulağında. Ancak, önümü kesen
bir amcanın da eli bileğimde. Hoşgeldini ihmal etmiyor ama vakit girmeden
diyeceğini demeye çalışıyor. Kelimeleri büzüyor zamanı genişletmek için. O
kadar hızlı konuşuyor ki, söylediklerinin bir kısmını anlamakta zorlanıyorum. Bileğimden
çekiştire çekiştire soluksuz anlatıyor. Sanki kaçacakmışım gibi, anlatırken
sıkı sıkı tutuyor bileğimi. Belli ki benim gibi öyle Türkiye’den geldiğini
düşündüğü herkese yapıyor bunu. Gözleri nemleniyor kimi zaman, ama fasılasız
anlatmaya devam ediyor. Bak, diyor, şu duvarlara bak, şehir planı gereği bu
duvarlar yola gidecek. Camiinin avlusu yola gidecek. Yola bakıyorum, haklı.
Avlu yolun bir kısmına boylamasına rücu ediyor. Yıktırmamak için mücadele
veriyoruz. Yolu özellikle buradan geçiriyorlar, diyor. Bak ilerde bir cami daha
var, buradan çıkınca git onu gör, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın. Amaç
caminin sadece dört duvar olarak kalması, avlusuz, şadırvansın, musallasız,
haziresiz. Hep böyle yapıyorlar, diyor… Bir de vakıf binası var Çınarlı’nın avlusunda.
El koymuşlar, vermiyorlarmış. Koz olarak ellerinde tutuyorlarmış. Vakfı caminin
hizmetine sunma karşılığında avludan vazgeçmelerini, duvarların yıkılmasına ses
çıkarmamalarını istiyorlarmış. Yol geçsin, biz de size vakfınızı verelim
diyorlarmış. Çaresizliğin ne demek olduğunu amcanın yüzünden okuyorum… Bil
bunları diyor ısrarla, Türkiye’ye gittiğinde anlat bunları, diyor, yetkililere
anlat, Ankara’ya anlat, Cumhurbaşkanına anlat. Bunları bilsinler. Camiler bir
bir elimizden gidiyor… Cılız ezan sesi amcanın konuşmasını kesiyor. Ezanın
sesinin dışarıya sızmasına izin verilmediğinden güçlükle duyuyoruz avludan. Vakte
erişiyoruz hep birlikte ama yüreğimdeki sızı iyiden iyiye depreşiyor.
Vaktin nihayetinde yine önüme geçiyor amca. Git mutlaka, diye tekrarlıyor.
Hemen şurada. Servili’yi mutlaka gör, ihmal etme sakın diyor. Burada elimizde
bunlar kaldı. Bir dahaki gelişinde belki, diyor ve devam edemiyor. Toparlanıyor
sonra. Avludaki kalabalığın ve telaşın sebebini sorabiliyorum bu esnada. Mevlit
olduğunu söylüyor. Ne mevlidi diye soruyorum bu kez. 15 Temmuz şehitleri için,
diyor. O telaşıyla meşgul olurken, bir başka amca onun yerini dolduruyor ve
benzer kaygıları dillendiriyor. Lozan’da kayıtlanmış eğitim haklarını bile
kullanamadıklarını söylüyor. Buradaki öğrencilere Türkçe kitaplar Türkiye’den
gelir. Türkiye’de Yunanca öğretimi için de kitaplar buradan gider. Türkiye’deki
öğrencilere Yunanca öğreten kitaplar ulaşırken, Türkiye’den bize gönderilenleri
denize atıveriyorlar, bize ulaştırmıyorlardı. Onları okutmayacaksınız derlerdi.
Okutanları da öğretmenlik mesleğinden men ederlerdi. Bunu Türkiye bilmezdi.
Çocuklarımıza Türkçe eğitim vermememiz için ellerinden gelen engellemeyi yaparlardı…
Mevlidin başlamasıyla amcalar lafın sonunu getirmek zorunda kalıyorlar. Çikolata
ikram ediyorlar ve vedalaşıyoruz. Arkamdan sesleniyor yine o amca. Git orayı
gör, Serviliyi gör, yakında zaten. İtaat ediyorum ve çikolatanın lezzetine
vararak Servili’nin yolunu tutuyorum. Çok geçmeden varıyorum. Ortalama bir
mahalle camii Servili. Giriş kapısı evlerle aynı hizada. Anlamaya başlıyorum
kuşa çevirmenin ne demek olduğunu. Binaların arasında alelade dört duvar olarak
kalmış. Camii olduğunu anlamak için iyice yaklaşmak gerekiyor. Ne avlu ne
hazire ne de diğer müştemilat kalmış. Kuşa çevrilmiş dört duvar. Servili Camii’nin
güney cephesine geçince kaygım daha da artıyor. Bir dahaki gelişimde görebilir
miyim dedirten türden. Amcanın gözlerindeki nemlenmenin nedenini şimdi daha iyi
anlıyorum. Zira Servili’nin yanındaki dar sokaktan geçince arkada genişçe bir sokakla
karşılaşıyorum. Sokağı daraltan bir tek yapı var, o da Servili. Yolun daha
işler hale gelebilmesi için onun zaman içinde imha edilmesi kaçınılmaz. Yani önce
kuşa çevir sonra imha et. Ardından kimliğinden arındırılmış bir şehri kendi
şehrine dönüştür. Herşey gayet açık. Osmanlı izleri bir bir siliniyor. Şehrin belleği
zayıflatılıyor, hayat damarları kesiliyor. Bir dahaki gelişimde görebilir miyim
Servili’yi… Gecenin karanlığıyla gözlerimi örtüyor ve yürüyebilmek için göğsümü
genişletmeye çalışıyorum.
*
Hayat canlanıyor gece İskeçe’de, İskeçeli amcaların umutları gibi. Gündüzün
sükunetinden eser yok artık. Sokağa çıkma yasağı bitmişçesine herkes sokaklarda. Bense
kanıyorum ve yeryüzü mazlumlarının yüreklerine, dipdiri umutlarına tutunuyorum.
Herkesin bir Kudüs’ü var, yok yok her yer Kudüs, demeyi bırakamıyorum.
(*) Yedi İklim, Ekim 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder