15 Kasım 2023 Çarşamba

yakın şehirler3

Aksaray’dan Divriği’ye

Şehirleri taşıyan kapıların ilmiyle, dönemin soyut kozmolojisiyle ve özellikle Hıdır bey ile Hacı Ömer Ağa’nın selamıyla geliyorum Çapanoğlu’na; buralarda bir yerdedir. Yol yorgunluğundan biraz sıyrılayım, açlığımı giderip kendime geleyim. Girdiğim lokantanın kıdemli emektarı, misafirliğimi anlayınca sadece karnımı doyurmuyor, Çapanoğlu Büyük Camii’yi de heyecanla anlatıyor. Açlığımı dindirirken hafızamı da besliyor. Sözleri bereketleniyor; Ayasofya’ya geliyor. Yutkunuyor, gözleri nemleniyor. Onu görmeyi çok arzu ettiğini, henüz görememenin derin üzüntüsünü yaşadığını söylüyor. Nasip olsun için dua istiyor; hiç sakınmıyorum. İnşallah bir gün yitik mahallesiyle birlikte görmek hepimize nasip olur, diye duaları çoğaltıyorum.

Şefin anlattığı menkıbeye göre Büyük Cami’nin yapımında harç koyan Hızır Aleyhisselam her Cuma vakti ve kandillerde orada olurmuş. Büyük Cami hemen orada, saat kulesinden sapınca sokağın müntehasında. Avluya dahil olmadan, ziyaretçileri dışarda karşılayan beş musluklu çeşmeyi görmeden geçmek mümkün değil. Tuhaflık var. Yaklaşıyorum. Geç dönem bir yapı. Alınlığı saatli. Saatli bir çeşme ama saati sonradan konmuş besbelli. Öndeki çeşmenin üzerinde bir besmele, yalak ve musluk başlarında birkaç çiçek motifi. Alınlığın iki yanında bağımsız iki güneş. Çeşmenin diğer cepheleri bomboş. Tuhaf. Epey hırpalanmış, seziyorum. Büyük Cami’ye geçeceğim; çekeleniyor, geçemiyorum. Merakım da rahat bırakmıyor; elimdeki ekrandan çeşmenin eski halini arıyorum. Aman Allah’ım, Aman Allah’ım! Üzerindeki yazı, motif, tuğra ve armaları kazıyanlara çokça ama çokça ileniyorum. Aynı kaderi paylaşan birçok kitabe, birçok eser gözlerimin önüne geliyor, hangisini sayayım; izah edemiyorum, içim kanıyor…

Avlu’dan harime doğru ağır adımlarla ilerlerken, sakinleşiyor, kafamı kaldırdığımda yuvarlak ve dikdörtgen, şemsiyeyi andıran tasarımları görüyorum; içine yerleştirilmiş desen, yazı ve motiflerin güzelliğini doyasıya solumaya çalışıyor, kubbelerdeki şemsiye kanatlarına Esmaül hüsna’nın madalyon gibi sıralanışını zihin kayıtlarıma yerleştiriyorum. Sinop’taki Kefevî Camii’nin kubbesindeki mütevazi şemsiyeyi hatırlıyorum bir an… Bir taç kapının barok görkemi karşısında duruyorum ve altından geçerek harime giriyorum. Geçiş epey uzun oluyor. Neresi iç neresi dış, neresi ön, neresi arka hissettiriyor. Büyük Cami, iki camili. Harimin ana kubbesi birincisininkilerden çok daha yüksek, çok daha cüsseli. Kıyası kabil değil. Harim girişindeki taç kapı, neredeyse mihrapta yeniden ortaya çıkmış gibi. Kapı ile mihrabın yapı tarzları çok andırışık, kapının üzerindeki büyük tuğra, mihrabın üzerinde yok. Edebe münasip. Minberin mermerleri kapı ve mihrabın barok ihtişamını genişletiyor. Biri diğerinden bağımsız ama biri diğerinin görkemini örtmüyor. Çiçek ve meyve figürleri, çeşitli motifler her yanda ama daha çok ilk girişte. Aslangöğüslerini kabartan hatları, pencere başlıklarını yükselten işlemeleri, çeşitli bordür ve yüzeylerdeki kalem işlerini seyir keyfiyle beraber harimde bırakıyor ve ilk girişe yeniden dönüyorum; şemsiyelerin, çiçek ve meyvelerin, çeşit çeşit motiflerin altına. Geçişteki tezyinli ve tezhipli kiriş işlemeleri iki caminin bedii köprüsü.

Gözü nemli şefin söyledikleri kulaklarımda hala. Hızır Aleyhisselam buralarda bir yerde olmalı. Bir edrikni mesafesinde; desem, yetişir biliyorum. Şemsiyelerin ve vazolu çiçeklerin altında harim kapısını bu kez daha dikkatle inceliyorum. Sağında ve solunda birbirine paralel iki tasvir: Yozgat’a benziyor. Sol yanım paha biçilmez: Sakalı Şerif ve eman iklimi. İhtiramla yaklaşıyorum: sükut ve sükunet vakti… Seyir lezzeti yerini gönül meşkine bırakıyor. Sağımdaki türbeye, bıraktıkları kadim Miras için şükranlarımı arz ediyorum. Hacı Ömer Ağa’nın, Hıdır Bey’in selamını iletiyor, Çapanoğlu Mustafa Bey’in selam emanetlerini ilim ve sanat şehirlerine götürebilmek niyazıyla alıyorum. Onlara sırtımı çevirmeden son cemaat mahalline erişiyorum.

Gideceğim diğer caminin ismini hatırlayamıyorum bir türlü. Herhalde şehrin dışında, epey uzaktaki Paşa Köy Camii’dir diye tahmin yürütürken, Büyük Cami’nin yüce gönüllü görevlisi Hızır gibi yetişiyor. Tamam orası da önemli olabilir ama şurada, hemen yakında, mahalle arasında bir cami var, buraya kadar gelmişken orayı da görmenizi öneririm, diyor. Oraya sonra gidersiniz, diye teklifinde ısrarcı davranıyor. Yatsıya az kaldı. Yorgunum, isteksizce itaat ediyorum. Camiyi bulduğumdaysa, şaşkınım. Zira aradığım cami zaten buydu diyorum. Fotoğraflarından hatırladım. Beni Başçavuşzade Camii’ne yönelten, deyim yerindeyse yönümü doğrultan hocaya sahih mihmandarlığı için minnetlerimi ifade edemiyorum. Mahcubum. Başçavuşzade’deki görevli ise ev sahipliğinin hakkını fazlasıyla veriyor ve Cami’yi tüm detaylarıyla anlatıyor, mekanı bilgisi ve ilgisiyle daha da güzelleştiriyor. Şurdan bakın diyor, şuraya bakın diyor, üst kata çıkarıyor, burdan farklı görünür, diyor; duvarlardaki süsleme ve tasvirlerini iyice görmemi sağlıyor. Kulağım onda, mufassal anlatımını dinliyor, bir yandan seyir idrakimi genişletmeye çalışıyorum. Cüssesi küçük ilmi ve sanatı büyük camii beni sarıp sarmalıyor. Ben ona gitmedim, sanki o bana geldi… Çağdaşları Hıdır bey ve Hacı Ömer Ağa’dan farklı bir inceliği var; özellikle sayısız tomurcuk ve çiçek figürleriyle. Benzer yanları çok elbette; barok rokoko tarzı süslemeleri, doğrudan duvar resimlemesi ve silme yüzeylerine yapılan çok sayıda manzara resmi gibi, ama manzaraların hepsi uzunlamasına, panoramik tabiat resimleri… Ahşap direklerin tuttuğu renkli tavanı ile sarkıtlı tavan göbeğinin vakur zarafeti, duvarlara doğrudan nakşedilmiş kalem işi envaı çeşit çiçek ve tasvir nefasetinin hamisi. Çapraz kareler içindeki çiçeklerin biri bitiyor, diğeri başlıyor, üst kısımlarında sarmaşıklar salınıyor. Sarmaşık aşk ile kördüğüm olunca, mihrabın kandilindeki nura dokunuyor. Kandilin nuru ‘cam inci’ misali her yanı ışıtıyor; ‘ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek zeytin ağacı’ gibi yanıyor, yakıyor…; kıble nurda, nur kıblede, yeryüzünde…

Duvarlardaki güllere, lalelere, narlara, şakayıklara doyamıyor, tekrar tekrar bakıyorum. Figürlerin, motiflerin, renk ahenklerinin, ahşap kokusunun tadı gönlümde kalıyor. Vakit ezan. Ziyaretimi hızlandırıyor, mahallelinin muhabbetli bakışları arasında veda ediyor ve Allah’a ısmarlıyorum Başçavuşzade’yi ve hakikatli hocasını.

Geceyi geçireceğim yere gitmek için yolum yine Büyük Cami’den geçiyor. Şehrin ne demek olduğunu oradan soluyorum. Ulu, kebir, çarşı, büyük ya da başka adlarla anılan merkez camiler şehirlerin kimliğini izhar eden Medeniyet Mirası’nın vazgeçilmez abideleri, temel yapı taşlarıdır. Miras adına ne bırakıldığını apaçık dillendiren merkez belge-yapılardır. Çapanoğlu Büyük Camii de öyle. Bugün bu merkez ve çevre anlayışı değişim gösterse de, kadim şehirlerimiz hala bir ulu cami etrafında örgütleniyor; nasıl bir şehir medeniyetine sahip olunduğunu belgeler gibi. Afyon Ulu Camii ve çevresi, Trabzon Çarşı Camii ve çevresi ve diğer birçokları bu belgenin sayfalarını çoğaltmaya devam ediyor. Bugün çevresi boşaltılarak çırılçıplak ve uzuvsuz kalmış, seyirlik hale gelmiş Cami-i Kebirler de var…

İstirahat öncesi, buraya dek gelmişken bir başka ilim ve sanat kapısının çağrısına kulak veriyorum. İlim ve sanatın şahikasına o kadar yakınlaştın ki, diyor, varmasan olmaz. Sabah uyandığımda çantalarımı bu kez Divriği için arabaya yerleştirirken bir araç, hemen yakınımda yol ortasında duruyor. Biri iniyor. Tanıdık biri: bir dost; epeydir görmediğim bir gönül dostu. Çalışkanlığını ve azmini her daim gözlemleme imkanı bulduğum kadim bir dost. Tevafuk böyle bir şey. Yozgat’ta yaşadığını bildiğim tek isimdi, gönlümde ve zihnimdeydi… Kucaklaşıyor, halleşiyor, gönülleşiyor, hediyeleşiyoruz hızlıca ve sözün bittiği yere geliyoruz… Hüzün ve ayrılık vakti yine. Alışmak zor. Bir ilim ve sanat şehrinden diğerine gitmek tek teselli. Ayrılmak ve kavuşmak yine; yüksünmüyorum. Miras’ı bağrına basmış ilim ve sanat kapılarını aralamak, hüner ve marifetin tezyin ettiği kadim eserleri idrak etmeye çalışmak gerek… Divriği’ye yöneldim bile, Hacı Ahmet Efendi’nin selamını ihtiramla almayı ihmal etmeden…

*

Yıldızeli Kemenkeş Mustafa Paşa ve Kangal Merkez Camilerinin arasından Divriği Ulu Camii’ne geçiyorum. Ulu Cami, Darüşşifa ile birlikte, yüksekte. Yandaki kale seviyesinde. Az önce sokaklarından süzülerek geldiğim şehri kucaklıyor. Onunla birlikte bakıyorum. Divriği, çevresi dağlarla korunaklı, mütevazi, derli toplu bir şehir, her halinden belli. Gözün sarabildiği büyüklükte. Kalbi burada. Bu şantiyede. Restorasyon sürdüğünü bilerek yakın olmak istedim ona. Ziyaretçilere ayrılmış uzun ince metal bir platformdan Ulu Cami’ye seğirtiyorum. Her yer iyileştirme malzemeleri. Güneş tam tepede. Sıcağa aldırmıyorum. Birkaç adım sonra Darüşşifa’nın muhteşem taç kapısının önündeyim. Karşımda, tam karşımda, iskelelerin arasında; gözümü başka yöne çevirmem mümkün değil. Çakılıp kalıyorum; kımıltısız. Göz kapaklarımın kapanmasına bile izin vermek istemiyorum. Gördüğüm karşısında nutkum tutuluyor. Bu bu bu başka bir şey, diye kekeliyorum. Çok fotoğrafını görmüştüm. Taş oymacılığının inceliğini burada önceki tanıklıklarımdan çok daha farklı olduğunu görüyorum. Etrafta çalışan işgörenlerin çalışma seslerini duyuyorum, ilgilenmiyorum. Eşsiz, benzersiz, öncesiz ve sonrasız diyorum. Benzerlikler bile benzersiz diyorum. Cüssesi dışında karşılaştıracak bir yan bulamıyorum. Ne buna ne öncekilere haksızlık etmek istemiyorum. Ama besbelli, bir ilham kaynağı karşısındayım. Öncekilerin atasının önündeyim… Tüm camii böyle olmalı; eşsiz, benzersiz. Türünün ilki, ilksel ilham kaynağı ama tek örneği, bir kök-örnek, bir kök-marifet, bir kök-imza.

Her bir ayrıntıyı dikkatle inceliyorum. İyi ki gelmişim. İyi ki kokusunu bir parçasından da olsa içime çekmişim. Sadece Darüşşifa kapısı bile bakışı tek başına, ilim ve sanatın müstakim şahikasına götürüyorsa, şaheser tavsifine böylesine yakışan bir yapının tamamı gönlü nereye götürür. Berisi ve ötesi olmayan hakiki şahesere: aşka. Başka türlüsü olmaz, bu yapı başka türlü olmaz. Sipariş verilerek olmaz, talimatla olmaz; elbette hakikatli bir aşk ile olur… kapının üzerine bezenmiş motif, figür ve geometrik zencireklerin hangisine tutunsam günlerce beni bırakmayacak sanki. Birbirini sarıp çoğaltan çok katmanlı kıvrımların hangisine dokunsam zihnimdeki taş oymacılığındaki derinlik ve yükseklik ölçüleri alt üst oluyor. Nereden baksanız kimileri göz ölçüsüyle sekiz on santim. Başka yerde yapılmış oraya yapıştırılmış gibi. Kimileri daha düşük seviyeyle hakkedilmiş, kimileri yüzeyden kabarık nakışlı. Kimisi sanki bir noktasıyla iliştirilmiş, kimileri tüm yüzeyleriyle sıvanmış ama hepsi oyma, hepsi kabartma, ama hepsi fevkalade sanatkarlık; işçilik ötesi, ustalık ötesi, başka bir şey, başka bir şey…

Her yan simge ve imge dağarı. Hangi simgeye baksam, imgeden imgeye sürükleniyorum. Her biri bir kitap: bakışımlı rumiler, mührü süleymanlar, çiçekleri konuşturan mühürler, tepelik ve palmetler, kemerin altında yıldız kümesi ve aralarındaki beşgenler, şemsler, madalyonlar, madalyon içinde çiçek motifleri; laleler ya da güller, küçük kapının hemen üzerinde içi bezeli altıgenler, altıgenlerin üzerinde pencere, pencereyi adeta ikiye bölen işlemeli kısa sütun, menderesvari kördüğüm zencirek bezemeler, biri diğerini dışarıya doğru çoğaltan geometrik bordürler,… Seyrine doyum olmayan her bir motif şefkat ve muhabbet, kimi zaman izzet ve celalet, kimi zamansa hakikat ve marifet, ama her zaman aşk…

Caminin batı kapısına doğru ilerlerken, iskelelerin altında ordan oraya bir şeyler taşıyan, harç karan, deyim yerindeyse Miras sorumluluğunu üstlenen emektarları görüyorum. Yüzyıllar öncesindeki uğraşdaşlarına sırtlarını vermiş, hayıflanmadan ter döküyorlar. İlim ve sanat şahikasının yeniden kapılarını açmak için canhıraş çalışıyorlar. Mimarlar, mühendisler, restoratörler, sorumlu kurumlar hepsi orada; yine gönüller dersin, dualar ve tekbirler getirsin, mahrum kaldığı canlarına kavuşsun, canına can katsın, canlara can olsun, yoldaş olsun, hakikat şehirlerine mihmandar olsun diye… Ben de ucundan tutabilsem, çorbada benim de tuzum olsa; elime murç, mucarta, taraklı çekiç alsam, yontu yapam, derz açsam, keskiyle inceltsem, bir şiir inşat eder gibi taştan kelime kelime bedii bir istif yapsam, yapabilsem… Gönlüm ile zihnimin arasındayım: Mengücek oğulları, 13. Yüzyıl, Süleyman Şah oğlu Ahmet Şah, eşi Melike Turan Melek, cami, türbe, şifahane, emanet sandıkları, sadaka taşları, Elhamra, Registan, Evliya Çelebi, Koca Sinan, Ahlatlı ve Tiflisli ustalar… ‘methinde diller kısır, kalem kırık’ kalan bir şaheser, biri olmazsa ömür bulamazdı.

Cami’nin Batı kapının karşısındayım. Çeşitli adlarla anıldığını, çarşı kapısı ya da son zamanlarda tekstil kapı da dendiğini biliyorum. Sükunetim yerini yeni bir heyecana bırakıyor. Yine eşsiz ve benzersiz bir kapı. Her kapı ayrı bir kozmos, biri diğerine benzemiyor. Seccade işler gibi ince ince işlenmiş; motifsiz figürsüz bir alan, bir boşluk bırakılmamış. Bu bu bu da başka bir şey... Zihin sınırlarımın içine alamadığımı gönül sınırlarımın imkanlarına bırakıyorum. Oymacı ve işlemeci sanatkarın taşı incitmeden, her dokunuşunda gönlünü oraya hakkedişini, her soluklanışını, soluğunu tutuşunu, keskin bakışını, elindeki aleti harekete geçiş kararını, zamanlamasını, her kıvrımına gösterdiği ihtimamı, her derinliğin incelikli hesabını, taşın fıtratına gösterdiği hassasiyet ve ihtiramı, fıtratını geometrik ritmin ahengine katışını hayal etmeye çalışıyorum. Denge ve ölçüyü aşk ile yüreklere bırakana ve ‘her şeyi bir ölçü ve dengede yaratan’a şükrü çoğaltıyor, kendini kendinden daha değerli gördüğü işlere vakfedebilen sanatkar-ustaları minnet ve dua ile yadediyorum. Bir yandan da vasat ve magazinel bir simgeciliğin çok ötesinde, semiyotik ve ikonolojinin imajinatif alımlama/kavrama/okuma sınırlarını öteleyen bir maneviyat retoriğini fehmetmeye de çalışıyorum. Kapıların ve şehirlerin ilminin, hakikat İlminin manevi terbiyesinden bağımsız ifa ve tefekkür edilemeyeceğini bir kez daha idrak ediyorum.

Sütun ve kemer yüzeylerine, yan kenar yüzeylere, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya, ilmek ilmek dokunmuş, birbirine sokulmuş, her biri seçilebilir türlü türlü geometrik desenler, şeritler, çiçek ve lale motifleri, mukarnas peteklerine işlenmiş ve kilit taşına konmuş palmetler, rumiler, onların da üzerinde konduruluvermiş kabarık bir külah, çerçevelerin arasında müstakim kufi yazılar, boncuk gibi ya da top gibi geometrik işlemeli küreler (nedense sayıyorum: on iki tane), iç kısımda bakışımlı denge sütunları, sütunların üzerinde lafzullah, kapı üstünde kitabe, son çerçeve ortası yıldız petekler, tekrar farklı uslupta rumiler… gözü kapıdan sola doğru çeken bir çark var duvarda; epey cüsseli, içi bezeli, kapıdakilerin hülasası gibi bir gülbezek. Altında yine bir rumi palmet. Aşağıda, daha aşağıda, kapının dış cephesinde mahçup bir kuş; bir şahin, bir güvercin, belki bir ördek, kimbilir… Ah bir yakından bakabilsem; kameramdan destek alıyorum, ekranı büyütüyorum, Aman Allah’ım, ne zarif kartal, ne latif kartallar; biri ilk gördüğüm yalnız kartal, tek başına, diğeri çift başlı, kapının farklı yüzeylerinde, yan yana, bakışımlı. Hem görülsün hem görülmesin istenmiş gibi. Hani bir hattat, hani bir müzehhip eserinin bir kıvrımına, eseriyle bütünleşecek şekilde, ismini mahcubiyetle sırlar ya; öyle bir imza adeta: Selçuklu imzası, kesin. Tek kartal ise buradaki boyu, coğrafyanın ilim ve sanat yazgısına ilk imzayı bırakan beyliği simgeliyor olmalı: Mengücekleri, Mengücekoğullarını. Yakından elimdeki ekrana baktığımda önce kartallardaki iğne perdah dikkatimi çekiyor. Nasıl bir dizilim, nasıl bir dolgu, nasıl bir zarafet, ama nasıl bir asalet! Kartalları böylesi zarifleştiren, gönül okşayacak hale getiren, ölçülü bir muhabbet ihsas eden stilizasyonundan başka, sırım gibi işlenen iğne perdahtan alamıyorum bakışımı. Ekrandan kapıya büyüterek baktığımda, göremediğim ve görülmemiş ölçüde bolca aynı tavrı görüyorum. Kapı tastamam kuyumcu titizliğiyle inceden inceye, bütün motif ve desenlerin arasında geziyor. Tüm kapıya perdahlanmış noktalar dağılıyor. ‘İlim bir noktaydı’, geliyor aklıma. İlmin kapısında, kapının ilmini noktaların izinde sezmeye çalışıyorum; ezelden ebede oluşlarını, nerede başlayıp nerede bittiğinin takdirle olduğunu… nutkum tutuluyor yine, havsalam duruyor. Dursun. Kafamı yeniden kapıya çeviriyor, oradan kopmamak isteyen bakışımı, incelikle işlenmiş aleme, hassasiyetle örülmüş ve perdahlanmış arza, ebedi ve ezeli oluşa, külli ve cüzzi alemlere, kevni ve kavli ayetlere bırakıyor, Hayy’dan Hû’ya uzanan Hakk ilminin hakkedilmiş yüce Miras anlatısını gönül coşkusuyla meşkediyorum. Aşk ile halvet, gayret ister. Gayret ise manevi zevk ve edep…

İçeriyi, göğsü sırım gibi işlemeli mihrabı, Tiflisli bir sanatkarın elinden çıkmış ahşap minberi, doğrudan kıbleye yönelten Cümle Kapısı’nı, kibri örseleyen Hünkar Kapısı’nı, her şeyi koruması altına almış kubbeleri, güçlü sütunlarını, emanet sandıklarını… görememenin burukluğuyla, selam ve hürmeti esirgemeden huzurdan çekiliyorum…

Dışarıdaki ıssızlıkta, karşıdan ağır adımlarla camiye doğru çıkan birini farkediyorum. O da beni. Yönünü bana çeviriyor. Yaklaştıkça onun bir aksakallı olduğunu hissediyorum. Yeterince ileri yaşta. Soracağın bir şey varsa sorabilirsin, burayı iyi bilirim, diyor nezaketle. Bildiklerimin ve burada görerek öğrendiklerimin yanında bilmediklerimin ne denli çok olduğunu söylemeye çalışıyorum. Olsun diyor. Yakındaki ağacın gölgesine sığınarak, dinlemeye başlıyorum onu. Ben her gün çıkarım bu yokuşu diyor. büyük babaları da çıkarmış. Cami ve müştemilatı konusunda bildiklerimi ve farklı yaklaşımlarımı yazmaya çalışıyorum diye ekliyor ve terki diyar etmeden kitabını bitirmek istediğini söylüyor. Mütefekkir bilge, hızlı hızlı, Kale içindeki beyliklerden, dört emanetten, çeşitli simgelerden söz ediyor; özellikle ördek simgesinden. Onu, mitolojilerden örnekler eşliğinde, bir eşrefi mahlukat olarak okuyor ve nefs terbiyesiyle ilişkilendiriyor. Sümerce ile Türkçenin ilişkisine değiniyor. Tanınmış ilim adamlarının görüşlerini yeri geldikçe belirtiyor, onlardan iktibaslar yapıyor. Çocukluk anılarının onu nasıl buraya bağladığını, burayı nasıl bırakamadığını, bırakmaması gerektiğini soluksuz dillendiriyor. Sorularımı daha da çoğaltan mufassal anlatımını kesmeden dinliyorum. Cami’nin rakam sembolizminden giriyor, ikonografik sembolizminden çıkıyor, oradan Türk tarihine geçiyor, onu Finlandiya ve İtalya ile ilişkilendiriyor. Bir çok konu ve emanetin Ulu Cami’de mündemiç olduğunu vurguluyor. Hatta öyle ki buralar vadilerle çevrili olduğundan korunaklı olduğunu, şehre giriş ve çıkışların izne tabi tutulduğunu, zamanında Kale içinde çok sayıda ilim adamının ikamet ettiğini, o dönemlerde yüzde doksanları aşmış bir okuma yazma oranına ulaşıldığını, köylerde okuma yazma oranlarının bugün bile hayli yüksek olduğunu, şehrin korunaklı bir ilim merkezi olduğunu, özellikle Cengiz’in kütüphane yakmasından kurtarılan yirmi dört Oğuz boyuna ait eserlerin Ulu Cami’de koruma altına alındığını, o gün bu gündür her ailenin kitaplarının aile fertlerince korunmaya çalışıldığını, Cengiz’den kitap korumanın şehrin genlerine işlediğini, kitaplar olmazsa Medeniyet’i korumanın imkansızlığı bilincinin geliştiğini, adeta kitabın korunmasıyla şehrin ilim haysiyetinin de korunduğunu bir bir anlatıyor.

[Hafızam bir parantez açıyor ve içine Timbuktu’dan Bağdat’a kadar kütüphane ızdıraplarını yerleştiriyor. Timbuktu’daki aile kütüphanelerini düşünüyorum; aile şerefiyle ilişkilendirilen bir geleneğin nesiller boyu sürmesini, ta ki kütüphanelerdeki kitapların başkent Bomako’ya taşınmak zorunda kalınmasına dek. Timbuktu’yu geleneğinden koparan aynı kirli eller, dünün Cengiz’i gibi Bağdat kütüphanesini talan etmemişler miydi… ya Saraybosna kütüphanesinde yanan büyük bir külliyat… bir yandan zamanın ilim başşehrine yakın Erzincan hafızamı rahat bırakmıyor: 39 depreminde bütün yakınlarını enkaz altında kaybetmiş bir depremzedenin, üzüntüsünü bastırarak o çetin şartlarda toplayabildiği kitapları çuvallara doldurmuş, onları Ankara’ya göndererek kurtarmayı başarmış. 1946 yılında start alan Milli Kütüphane’nin kuruluş sürecindeki kitap hacminin, yüksek oranda o kitaplardan oluştuğunu duymuştum. Zihnimi zorlayan bu bilginin teyide ihtiyacı olabilir ancak Erzincan, dönemin ilim başşehrinin hayat havzasında bulunduğundan, kitap koruma genlerinin yüzyıllar sonra bile hala mevcut olduğu düşünülebilir…]

Parantezi kapattıktan sonra Kitabın sadece kıymetli oluşu değil, aynı zamanda bir şeref ve haysiyet vesilesi olduğunu Timbuktu’dan sonra ilk kez Divriği’nin kadim tıyneti olarak derinden hissediyorum. Medeniyet sürdürülebilirlik ister, soy bağı ister, halef selef ister, soy bağı ister, halef selef ister. Miras’ın korunması Medeniyet’in korunmasıdır; imhası medeniyetin iflası, nesillerin ifsat edilmesidir.

Ayrılacağımı anlayınca, nezaketle başladığı konuşmasını zarafetle bitiriyor; kümbetlere de uğramamı öğütlüyor. Fakiri fazlasıyla zenginleştiren bilge mütefekkire minnet ve hürmetle teşekkür ediyorum. Vedalaşmanın hüznü ile birlikte nasibime şükrü eksik etmeden, onun vakur ama hızlıca gözden kaybolduğunu farkediyorum. Kulağıma bıraktığı küpe ile çarşıya iniyorum: Kuran’a yaslanmayan bilgi bilgi değildir, Kuran’a yaslanmayan ilim ilim değildir, Kuran’a yaslanmayan bilim bilim değildir; Ulu Cami, onsuz okunamaz...

Kümbetlere uğramakla yetinmiyor, şehir hakkında fikir edinmeye de çalışıyorum; bir yandan da sadece Ulu Cami’deki dört emaneti hatırlamaya: sancak, pazı bendi, diğer ikisi mızrak ve şamdan mıydı… Allahualem. Çarşının sokaklarını adımlarken, bir yanım Akşehir diğer yanım Elmalı, yabancılık çekmiyorum: ahşap kapılı, pencereli, sergenli, tek ya da çift katlı dükkanlar; berberler, manifaturacılar, terziler, kunduracılar… Doğal bir çarşı; bir medeniyet merkezinin çarşısı, bir milletin sesi soluğu olmuş bir merkez-şehir, Miras’ı mündemiç bir kimlik ve kimlik için atılan ilk güçlü kurucu imza şehri. İmzanın simgesi ise doğrudan Ulu Camii ve Darüşşifası… Restorasyon çalışmaları önümüzdeki yıl tamamlanacak ve Ulu Cami dua sesleriyle şehre yeniden ağacak, şehrin yeniden canı gelecek… ben de geleceğim, ömrüm olsun geleceğim: Söz!

Selam olsun sana ey ilim ve sanatın kadim başşehri, selam üzerine olsun kadim Miras’ın şaheseri, selam olsun gönülleri aşk ile yoğrulmuş Ahlatlı ve Tiflisli sanatkar-ustalar, selam olsun, aşk olsun…

Divriği’den sonra artık başka bir esere bakamam, bakarsam artık hep Divriği’den bakarım; Bitlis’teki Şerefiye Külliyesi’ne, Ahlat’taki daha düne kadar defin yapılan abidevi kabristana, hatta Doğubeyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’na…


(*) Yedi İklim, Sayı 404, Kasım 2023.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder