3 Şubat 2012 Cuma

acem halısı

Acem Halısı

Hanan el-Şeyh·

Türkçesi: Mete Çamdereli

Meryem, saçlarımı iki belik yaparak ördükten sonra ağzına götürdüğü parmaklarını tükürüğüyle ıslattı ve “Ah, ne hoş kaşlar! yükseliyor ve iniyor!” diye iç geçirerek parmağıyla kaşlarımı sıvazladı. Hızla kız kardeşime döndü. “Babanın namazı bitmiş mi? Bir bak gel” dedi. Kız kardeşimin geri geldiğine ve fısıldayarak “hâlâ kılıyor!” dediğine dikkat etmemiştim. Kardeşim babamı taklit ederek, ellerini açtı ve göğe doğru kaldırdı. Onun bu hallerine alışkın olduğumdan Meryem kadar gülemedim. Meryem sandalyenin üzerinden bir eşarp aldı, onu çabucak saçlarına doladı ve ensesinde düğümledi. Yavaşça dolabı açtı, çantasını çıkardı. Kayışın altından elini geçirdi, çantayı omuzuna yerleştirdi ve bize iki elini uzattı. Bir elini ben diğerini kardeşim tuttu. Onun gibi, ayaklarımızın ucuyla yürümemiz gerektiğini anlamıştık. Evin açık kapısını geçtiğimiz halde nefeslerimizi tutuyorduk. Başımızı bir kapıya, bir pencereye çevirerek merdivenlerden indik. Son basamağa ulaştığımızda durmamacasına koşmaya başladık, bahçedeki yolu geçtik, sokağı döndük. Meryem taksiyi tutmuştu.
Hepimiz üzerimizdeki korkuyu atmış gibi davranıyorduk. Bugün, babamdan boşandığından beri annemizi ilk kez görecektik. Babam bize onu asla göstermeyeceğine yemin etmişti. Çünkü annemin, ailesinin zoruyla babamla evlenmesinden önce sevdiği adamla evleneceği haberi, boşanmalarından hemen birkaç saat sonra ortalığa yayılmıştı.
Kalbim çarpıyor. Bu çarpıntının korkudan ya da koşuşturmadan olmadığını, daha çok bu karşılaşmanın heyecanından, sıkıntısından kaynaklandığını biliyorum. Çünkü kendimi tanıyor, mahcup yanımı biliyorum. Bütün gayretlerime rağmen duygularımı anneme bile göstermeyi beceremem. Kardeşimin yaptığı gibi, hatta doğallık içinde yaptığı gibi, annemin kollarına atılmayı, onu öpücüklere boğmayı, yüzünü ellerime almayı beceremem. Onun arkasında duracağım yine ve hiç düşünmeden onu taklit edeceğim. Bilinen ifadesiyle, bilinçsizce bir taklit. Ne kadar gayret edersem edeyim, yapmam ya da yapmamam gereken şeyler konusunda önceden düşünebildiğim ne varsa, heyecanlanınca aldığım kararların hepsini unutuyor, yere bakan gözlerle kazık gibi dikilip öylece kalakalıyorum. Alnım her zamankinden fazla kırışıyor ve bu durumda bile, kendimi zorluyor, dudaklarımda bir tebessüm belirmesi için çabalıyorum, ama nafile.
Bir evin önünde durduk. Girişindeki iki direğin dibinde kırmızımsı taştan aslanlar vardı. Birden kendimi mutlu hissettim ve bir an için kaygı ve sıkıntılarımı unuttum. Annem, girişinde iki aslan bulunan bir evde oturduğuna çok mutlu oldum. Kardeşim aslanların kükreyişini taklit ediyordu. Hevesle ona döndüm. Aslanlardan birini tırmalamak için ellerini havaya kaldırmıştı. O zaman yine düşündüm: her zaman rahat, her zaman neşeli; en sıkıntılı zamanlarda bile neşesinden bir şey kaybetmiyor. Bu karşılaşma onu hiç ama hiç kaygılandırmıyor!
Annem kapıyı açtı. Onu gördüğümde, kimseyi beklemeden acele davrandım ve kardeşimden önce kollarına atıldım. Gözlerimi kapadım. Sanki uzunca bir süre uykusuz kalmışım da, şimdi dinleniyordum. Saçlarının kokusunu soluyordum. Hiç değişmemişti. Onun da beni özlediğini keşfediyordum. Babamla Meryem’in bütün şefkat ve ihtimamına rağmen onun yeniden aramıza dönmesini arzuladım. Düşüncelere dalmış, babamın ayrılmayı kabul ettiğinde annemin yüzünde oluşan tebessümü hatırlıyordum. Boşanma gerçekleşmezse, gazyağına dalarak kendini yakmakla tehdit edince şeyh müdahale etmişti. O kokuyla uyuşmuştum sanki, bütün hislerimle hatırlıyordum bunu. Bizi kucakladıktan sonra, dayımın arkasında seğirterek gözü yaşlı arabaya bindiğinde, onu ne kadar özleyeceğimi anlıyordum. Evin önünde yeniden oynamaya başlamıştık. Gece olduğunda, uzun zamandır ilk kez, annemle babamın tartışma ve kavgalarını duymadık. Evin her yanını sessizlik sardı. Yalnız Meryem’in hıçkırıkları bozuyordu sessizliği. Meryem, bildim bileli bizim evde oturan babamın bir akrabasıydı.
Annem, karşısında duran kardeşime sarılmak için beni tebessümle bırakıyor ve onu kucaklıyor, sonra karşısında ağlamaya başlayan Meryem’e sarılıyor. Annemin, ağlayarak ona, “Allah bu mutluluğu sana yaşatsın!” dediğini işitiyorum. Gözyaşlarını koluyla siliyor ve yeniden bana hayran hayran bakıyor, kardeşime bakıyor ve haykırarak, “Allah sizi kem gözlerden korusun! Artık büyüdünüz!” diyor.
Kardeşim annemin kemerinden tutarken, annem de beni kollarıyla sarıyor. Gülmekten çatlıyor ve normal biçimde yürüyemez oluyoruz. Annem tebessüm ederek, “Mahmut sizi çok seviyor. Bizimle birlikte yaşamanız ve onun da çocukları olmanız için babanızın sizi bize vermesini isteyecekti” dediği için, odaya girerken annemin yeni kocasının orada olduğunu biliyordum. Kardeşim gülerek cevap verdi: “bu, bizim iki babamız olacağı anlamına mı geliyor?!”.
Davranışımdan hoşnut olan annemin koluna girmiş, kendimden, zincirlenmiş ellerimden, utangaçlığımın baskısından kolayca kurtulmuş olmanın sarhoşluğu içindeyim. Annemle karşılaştıktan, ona kendiliğimden atıldıktan –yapamam sanırdım-, mutluluktan gözlerimi yumarak onu kucaklarken yeniden kendime geliyorum. Kocası burada değildi. Gözlerimi açıyorum, bakışlarım yere takılıyor, kanım çekiliyor. Şaşırıyorum. Yere serili acem halısına bakıyorum. Bakışıma bir anlam veremeyen anneme uzun uzun bakıyorum. O ise bir dolaba doğru ilerliyor, kapısını açıyor ve bana nakış işlemeli bir gömlek uzatıyor. Tuvalet masasının çekmecesine yöneliyor. Oradan aldığı üzerine kırmızı kalp resimleri işlenmiş fildişi tarağı kardeşime veriyor. Ben, öfke ve kızgınlıktan tir tir titreyerek acem halısına bakıyorum. Kendisine sevgi ve şefkatle baktığımı sanan anneme yeniden bakıyorum. “İki günde bir gelmelisiniz. Cumayı bende geçirmelisiniz.” diyerek kollarıyla sarıyor beni. Donup kalıyorum. Kolundan kurtulmak, beyaz derisini ısırmak isterdim. Karşılaşma anını tekrar yaşamak isterdim. Kapıyı açsın ve kırışmış anlımla yere bakarak, olması gerektiği gibi durayım. Halen gözlerim, renk ve şekilleri hafızama kazınmış acem halısına sabitlenmiş durumda. Ders çalıştığım zamanlarda üzerine yüzüstü uzanır, bir karpuzun sık çizgilerine benzettiğim motiflerini seyre dalardım. Kanepeye oturduğumda, çizgileri uzun dişli bir tarağa dönüşürdü. Dört bir yanını çevreleyen gül demetleri kadife çiçeği gibi lal renkliydi. Yaz gelirken annem onu naftalinler, dolar ve dolabın üstüne kaldırırdı. Oda sonbahara kadar tatsız tuzsuz olur ve hüzünle dolardı. Sonbaharın gelişiyle annem halıyı dama serer, yazın nemi ve sıcaklığıyla bir çoğu eriyen küçük naftalin topaklarını toplardı. Süpürgeden geçirir ve dama bırakırdı. Akşamında eve indirir ve odaya yeniden sererdi. Çok sevinirdim. Hayat odaya çok daha neşeli renklerle geri dönerdi. Annemin ayrılmasından birkaç ay önce, halı güneşlendirildiği sırada damdan aşağı kaymış ve kaybolmuştu. Annem onu almak üzere öğleden sonra dama çıktığında, yerinde bulamamıştı. Annem hemen babamı ünlemişti. İlk kez babamın yüzünü öyle kıpkırmızı görmüştüm. Damdan indiklerinde, annem öfke ve şaşkınlıktan bağırıp çağırıyordu. Sesine komşular geldi. Herkes halıyı görmediklerine yemin ediyordu. Annem birden haykırdı: “Elias!”. Babam, ben, kardeşim; herkes dilini yutmuş gibiydi. Kendimi tutamadım: “Elias, inanılır gibi değil, ne tuhaf!”
Elias, mahalledeki her eve sık sık gelip giden ve kör olduğu sanılan bir adamdı. Hasır sandalyeleri yenilerdi. Sıra bizim evdeyken, okul dönüşlerimde onu sekiye oturmuş halde görürdüm. Güneşin altında parlayan kızıl sarı saçlarını ve önünde öbek öbek toplanmış kamış saplarını hatırlıyorum. Parmaklarını uzatır ve, balığın gerilen ağa kolayca takılması gibi ufacık kamışı zahmetsizce yakalardı. Onu bir deliğe ustaca ve canlı bir edayla daldırdığını, yuvarladığını, önceki ve sonraki dairelerin de büyüklükleri ile biçimlerinin aynı şekilde olabilmesi için, onu iskemlenin altından yeniden çıkardığını görürdüm. Elleri makine gibiydi. Süratine ve parmaklarının çevikliğine hayret ederdim. Sanki görüyormuş gibi kafası öne eğik otururdu. Bir defasında, karanlıklardan başka şeyi farketmediğinden kuşku duymaya başlamıştım. Kırmızımsı ya da pembemsi yüzüne bakarak karşısına çömeldim. Gözlüklerinin arkasındaki gözlerini gördüm. Beyaz bir çizgi vardı gözlerinde. Yüreğim burkuldu. Elias’a bir şeyler verebilmek için mutfağa koştum. Masanın üzerinde bir paket hurma gördüm. Elimi daldırdım ve tabağa koyduğum bir avuç hurmayı Elias’a ikram ettim.
Halıya bakmaya devam ediyorum. Kırmızı yüzü ve saçlarıyla Elias’ın görüntüsü geçti gözlerimin önünden. Elini yeniden görüyorum: merdiveni yalnız çıkıyor, sandalyesine oturuyor, pazarlık ediyor, yemek yiyor, tabağının içindekileri ne zaman bitirdiğini iyi biliyor, testiyi dikerek suyu boğazına zahmetsizce akıtıyor. Bir öğle vakti geldiğinde (babam, annemin örtüsüz olabileceği ihtimali yüzünden, ona kapıyı vurmadan ve girmeden önce “Allah” demeyi öğretmişti) annem hemen üzerine çullandı, halı ile ilgili sorgu sual etti. Elias hiç cevap vermedi, yalnızca hıçkırığa benzer bir ses çıkardı. İlerlemek istediğinde ilk kez sendeledi ve masaya çarptı. Yaklaştım ve elinden tuttum. O da elimi tuttu. Beni tek dokunmayla tanımış, fısıltılı bir sesle “önemli değil, yeğenim” bile demişti. Gitmek için döndü. Ayakkabılarını bağlamak üzere eğildi ve bir damla gözyaşının yanaklarından süzüldüğünü farkettim. Babam onu hemen bırakmadı ve “Elias, doğruyu söylersen Allah seni affeder” dedi. Elias, merdivenin korkuluğuna tutunurken üzgündü. Basamakları iniyordu. Gözden kayboluncaya dek, her zamankinden farklı olarak ağırdan alıyor, yolunu bulmaya çalışıyordu. Onu bir daha hiç görmedik.



· Hanane Cheikh, 1945 Lübnan doğumlu. El-Nehar gibi Lübnan’daki günlük gazetelere yazılarıyla katıldı. El-Hasna dergisine öyküler yazdı. Ölmüş Bir Adamın İntiharı (1971) ile Şeytanın Atlısı (1975) adlı iki romanını Kahire’de kaleme aldı. İç savaş yüzünden, Zehra’nın Hikayesi’ni (1980) yayımladığı ülkesine kesin dönüş yapamıyordu. Londra’da yaşarken hikayelerini Çölün Gülü (1984) başlığıyla derledi.
Biz, bu öyküyü, Boutros Hallaq’ın Nouvelles arabes du Proche-Orient (Paris, Presses Pochet, 1989) adlı derlemesinden çevirdik. (ç.n.)

(Hece Öykü'de yayımlanmıştır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder