Küçük bir güneş·
Zekeriya Tamir
Türkçesi: Mete Çamdereli
Ebu Fahd eve dönüyordu. Belli aralıklarla sıralanmış sarı lambaların aydınlattığı dolambaçlı dar sokaklarda, ağır adımlarla hafif hafif sendeleyerek ilerliyordu.
Etrafındaki sessizlikten usanan Ebu Fahd alçak sesle bir şeyler terennüm etmeye başladı:
“Ben zavallı bir adamım, halim perişan.”
Neredeyse gece yarısıdır. Keyfi yerine gelen Ebu Fahd -daha önce üç kadeh arak içmişti-, ikinci kez daha rahattı:
“Ben zavallı bir adamım, halim perişan.”
Boğuk sesinin çok da hoş olduğunu düşünür ve yüksek sesle kendi kendine “ben bir hanendeyim!” der.
İnsanlar geldi bir an gözünün önüne, ağızları açık, elleri sallanan, bağrışan, alkışlayan. Uzunca bir süre güldü. Sonra kırmızı fesini hafifçe geriye itti. Neşe içinde terennüme devam etti:
“Ben zavallı bir adamım, halim perişan.”
Külrengi bir şalvar giyiyordu. Belinde eski sarı bir kuşak. Işığın karanlığa yenildiği yere, kemerin altına vardığında, duvara bağlı küçük bir kara koyun görünce şaşırdı. Ağzı açık bakakaldı. Neden sonra kendi kendine, “Sarhoş değilim ben. İyi bak ey Ebu Fahd, ne görüyorsun? Bu bir koyun! Sahibi nerde?” diyebildi.
Etrafına bakındı, kimseyi göremedi. Sokak büsbütün ıssızdı. Bakışlarını yeniden koyuna yönelterek, “sarhoş muyum yoksa?” diye sordu kendine.
Gülme krizine tutuldu ve “Allah kerimdir! Ebu Fahd ile Umm Fahd’ın bir haftadır et yemediğini bilir” dedi.
Ebu Fahd koyuna yaklaştı ve onu itekleyerek ilerletmeye çalıştı, ama hayvan kımıldamadı. Ebu Fahd bu kez iki boynuzundan yakaladı ve çekti. Koyun duvara yapışmış, kımıldamıyordu. Ebu Fahd öfkeyle baktı ona.
- Seni götüreceğim, dedi. Ananı da götüreceğim babanı da.
Ebu Fahd, onu tuttuğu gibi kaldırdı ve ön ayaklarını elleriyle kavrayarak sırtına attı. Sonra yeniden yola koyuldu. Artan sarhoşluğuyla neşe içinde şarkısını söylüyordu. Ama az sonra, koyunun boyunun büyüdüğünü, ağırlığının arttığını hissederek şarkıyı kesti. Ansızın bir ses duydu.
- Bırak beni!
Ebu Fahd alnını kırıştırdı ve “Allah belasını versin şu sarhoşluğun!”, diye söylendi.
Birkaç dakika sonra aynı sesi yeniden duydu:
- Bırak beni, ben koyun değilim.
Ebu Fahd titremeye başladı. Korkusu yüzünden koyunu sımsıkı kavradı, yürüyemedi. Ses yeniden:
- Cinler melikinin oğluyum ben. Bırak beni, istediğini vereceğim, dedi.
Cevap vermedi Ebu Fahd. Tersine, hızlı adımlarla yeniden yürümeye başladı.
- Sana yedi küp altın vereceğim, diye ekledi ses.
Ebu Fahd, çok yakın bir yerlerden çarparak yere düşen altın paraların şıkırtılarını duyduğunu sandı. Koyunu bıraktı, döndü ve “ver!” diye bağırdı.
Kendisini uzun dar sokağın ortasında buldu ve artık koyuna elini süremedi.
Birkaç dakika yerinde çakılı kaldı, ürkmüştü, sonra sakin bir adımla yeniden yola koyuldu. Eve vardığında karısı Umm Fahd’ı uyandırdı ve başından geçenleri ona anlattı.
- Şimdi uyu, dedi karısı, sarhoşsun.
- Üç kadehçik içtim.
- Yalnız biri bile senin başını döndürmeye yeter.
Ebu Fahd bir sataşma hissetti bunda ve kendini savunmaya geçti.
- Benim başım filan dönmez, velev ki bir fıçı arak bile içsem!
Umm Fahd cevap vermedi. Cinler ve gözleri hakkında çocukluğunda işittiği hikayeleri hatırlamaya çalıştı.
Ebu Fahd elbiselerini çıkardı. Elektriği söndürdü, karısının yanına uzandı, yorganı çenesine kadar çekti.
Umm Fahd haykırdı birden:
- Sana altını vermeden bırakmayacaktın onu.
Ebu Fahd cevap vermedi. Umm Fahd heyecanla ekledi:
-Yarın oraya git. Onu yakala ve bırakma.
Ebu Fahd üzgün ve yorgun biçimde esnedi
- Onu nasıl bulacağım? diye sordu bitkin haliyle.
- Kuşkusuz kemerin altında bulacaksın. Onu eve getir ve bize altın vermedikçe bırakmayacağız onu.
- Onu bulamam.
- Cinler gündüz yerin altında yaşarlar. Gece olduğunda yeryüzüne çıkarlar ve şafağa dek eğlenirler. Bir yeri severlerse, hep gelirler oraya. Koyunu kemerin altında bulacaksın.
Ebu Fahd elini kımıldattı, karısının göğüslerine kaydırdı ve orada öylece tuttu.
- Zengin olacağız dedi.
- Bir ev alacağız.
- Bahçeli bir ev.
- Ve bir radyo alacağız.
- Büyükçesinden.
- Bir de çamaşır makinası.
- Bir çamaşır makinası.
- Artık bulgur yemeyeceğiz.
- Beyaz ekmek yiyeceğiz.
Umm Fahd bir çocuk gibi gülüyor, Ebu Fahd ise devam ediyordu:
- Sana kırmızı bir esvap alacağım.
Umm Fahd sitemli bir edayla fısıldadı:
- Bir elbise mi sadece?
- Yüz! Elbiselerin hepsi senin!
Ebu Fahd bir an sustu, sonra sordu:
- Ne zaman doğuracaksın?
- Üç ay içinde.
- Oğlan olacak.
- Bizim gibi acı çekmeyecek.
- Açlık nedir bilmeyecek.
- Temiz ve güzel elbiseleri olacak.
- İş aramayacak.
- Okula gidecek.
- Ev sahibi ondan kira istemeyecek.
- Büyüyünce doktor olacak.
- Ben avukat olmasını isterim.
- Avukat mı yoksa doktor mu olmak istediğini ona sorarız.
Umm Fahd sevgiyle sokuldu kocasına ve kurnazca sordu:
- İkinci kez evlenmezsin değil mi?
Ebu Fahd hafifçe kulağını ısırdı karısının.
- Neden evleneyim? dedi. Yeryüzünde senden daha iyisi yok ki.
Bir süre neşe içinde sessizliğe gömüldüler. Ama az sonra Ebu Fahd ani bir hareketle yorganı itti.
- Neyin var? dedi Umm Fahd.
- Oraya şimdi gidiyorum.
- Nereye?
- Koyunu alıp getireceğim.
- Yarını bekle. Şimdi uyu.
Hemen yataktan fırladı, tavanda asılı lambayı yaktı ve giyinmeye başladı.
- Onu bulamayacaksın.
- Bulacağım.
- Onu kaçırmamaya dikkat et öyleyse, dedi Umm Fahd sarı kuşağını beline dolamasına yardım ederken.
Ebu Fahd başına bir şeyler geleceğini hissetti ve yanına hançerini de aldı. Eğri ağızlı kararmış bir hançerdi bu.
Evden ayrıldı ve çabucak uzaklaştı. Kemerin altına geldi. Düş kırıklığına uğradı, çünkü koyunu göremedi. Sokak boştu. Sokağın iki yanına sıralanmış evlerin pencerelerinde hiç ışık yoktu.
Ebu Fahd sırtını duvara yasladı ve kımıldamadan beklemeye koyuldu. Az sonra, giderek yaklaşan bir gürültü yankılandı. Sendeleyerek gelen sarhoş bir adam görmekte gecikmedi. Yeknesak sesiyle bağıran adam, sokağın duvarlarına çarparak sendeliyordu.
- Heyt! Var mı bana yan bakan...
Ebu Fahd’ın yanına geldiğinde durdu ve gözlerini kocaman açarak ona baktı, şaşırdı:
- N’apıyorsun orda? diye sordu geveleyerek ve neşeli sesiyle.
- Git başımdan!
Sarhoş düşünceli düşünceli alnını kırıştırdı, ardından yüzü neşeyle parladı.
- Valla ben de kadınları severim! Kadının sana kapıyı açması için kocasının uykuya dalmasını bekliyorsun, değil mi?
Ebu Fahd bozuldu. Adam devam ettikçe huzursuzluğu arttı.
- Nasıl, kadın güzel mi bari?
- Hangi kadın? diye sordu Ebu Fahd öfkeyle.
- Beklediğin kadın.
- Git kardeşim ya!
- Ben de seninle geleceğim.
Ebu Fahd’ın öfkesi artıyordu. Koyunun sarhoş adam yüzünden ortaya çıkmadığından kaygılanıyordu.
- Bas git yoluna kardeşim, yoksa ağzını burnunu dağıtırım! dedi sertçe.
Sarhoş geğirdi ve şaşkın bir edayla haykırdı:
- Sen bana emir veremezsin. Kimsin sen ya?
Bir an sustu ve yeniden başladı:
- Gel de ağzımı burnumu dağıt bakalım, haydi ne duruyorsun?
- Defol, rahat bırak beni, dedi Ebu Fahd. Ağzını burnunu dağıtmak istemiyorum.
- Hayır hayır, dedi sarhoş dayılanarak, ağzımı burnumu dağıt!
Hafifçe geri gitti ve neşeli bir edayla, “Seni kevgire çevireceğim!” dedi.
Sarhoş elini pantolonunun cebine attı ve uzun ağızlı bir ustura çıkardı. Adam üzerine gelirken Ebu Fahd da hançerini çıkarmak için hemen elini kuşağına götürdü.
Hançeri kaldırdı ve adamın eline davrandı. Sarhoş beklenmedik ani bir hareketle sola kaydı ve hançer ona değmedi. Adam “al!” diye bağırarak elindeki usturayı Ebu Fahd’ın göğsüne sapladı. Geri çekilirken usturayı da çekti. Ebu Fahd toprak duvara yaslandı ve ikinci bir kez hançerini kaldırdı. Ama sarhoşun usturası onu bir kez daha göğsünden vurdu, üçüncü kez ise sağ omzundan. Aldığı bu darbeyle Ebu Fahd’ın kolu kımıltısız biçimde sarkmaya başladı. Parmakları hançerin toprağa düşmesini engelleyemedi.
Sarhoş onun etrafında dönüp dururken “Al, al” diye bağırıyordu. Bu kez tam böğrüne vurdu. Ebu Fahd bir hırıltı çıkardı. Dizlerinin çözüldüğünü hissetti. Ayakta kalmayı denedi, ama ustura yakasını bırakmıyordu. Onu acımasızca paralayan usturanın darbelerine karşı koyamıyordu.
- Al, diye bağırıyordu sarhoş.
Bu kez karnına vurdu. Neredeyse barsakları parçalanacaktı. Ebu Fahd elini karnına bastırdı. Sıcak, ıslak ve ürperticiydi. Olduğu yere yığılıp kaldı. O esnada yanına dikilmiş sarhoş eğildi, defalarca öksürdü, kustu ve koşarak uzaklaştı ordan.
Ebu Fahd koyunun kendisine “Yedi küp altın”, dediğini duydu. Küçük bir güneş gibi parıldayan çil çil altın yağmaya başladı. Sonra yavaş yavaş kayboldu koyunun sesi.
· Bu hikaye yazarın ilk derlemelerinden Rabia firramad’ta (1963) yer alır. Biz hikayeyi, Boutros Hallaq’ın Nouvelles arabes du Proche-Orient (Paris, Presses Pochet, 1989) adlı derlemesinden çevirdik. (ç.n.)
(Hece Öykü'de yayımlanmıştır)
(Hece Öykü'de yayımlanmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder