2 Şubat 2012 Perşembe

claude hagege ile söyleşi


CLAUDE HAGÈGE İLE SÖYLEŞİ

Türkçesi: Mete ÇAMDERELİ


1936’da Tunus’ta doğan Claude Hagège, çocukluğunu, bir çok dille tanışmaya elverişli bir ortamda geçirdi. Üniversiteye 1950’li yıllarda başladı. E. Benveniste, A. Martinet, L. Renou et M. Cohen gibi ustalardan etkilendi. Çeşitli diller üzerine kuramsal çalışmalar yaptı. Arapça, Macarca, İbranca, Rusça, Hintçe, Çince, Peulce, Japonca gibi çok sayıda dil öğrendi (1953-59). 1971’de doktorasını tamamladı. Çok sayıda yetkin yapıt ve makalenin yazarı Claude Hagège, halen Collège de France’da Profesör. Aşağıda okuyacağınız söyleşi son kitabı Halte à la mort des langues’ın (Dillerin Ölmesine Son) yayımlanması üzerine yapıldı.



"HER ON BEŞ GÜNDE BİR DİL YOK OLUYOR"

94 yaşında bir kadın 1987 yılında Californiya, Pala’da öldü. Kupeno dilini bilen son insandı. Artık kimse bu eski Kuzey-Amerika dilini konuşmuyor. Kupeno dili bitti. Ama aynı zamanda Matipu, Amape, Sikiana dilleri de... Apaika, Koiari, Yimas dilleri gibi... Yugh, Palaung, Bahnar dilleri unutuldu... Yaşlılar çekip gittiler, diller de. Günümüzdeki 5 000 dilin yarısı, bir yüzyılda kaybolmuş olacak...

Siz değerli bir araştırmacısınız, daha çok da birikiminiz ve nezaketiniz ile tanınıyorsunuz, ama aynı zamanda dünyadaki dillerin kaybolmasına öfkeleniyor ve bunu yüksek sesle dile getiriyorsunuz. Çok mu tehlikeli bu?
Bugün dünyada konuşulan yaklaşık 5 000 dil var. Her on beş günde bir dil kayboluyor. Yıldaysa yirmi beş. Hesap edin: bir yüzyılda, dil mirasımızın en azından yarısını kaybetmiş olacağız; daha çok da, gelişkin iletişim araçlarının sağladığı hız yüzünden kuşkusuz. Bu olgu Endonezya, Yeni-Gine ve Afrika dillerini etkiliyor (860 Papua-Yeni-Gine dilinin yarısından fazlası yok olma aşamasında, 600 Endonezya dilinin yarısı can çekişiyor), ama Amerikancanın tehdit ettiği diğer dünya dillerini de kapsamına alıyor. Kayıtsız kalındıkça şiddetlenen gerçek bir tufandır bu.

Bu durumun sizin gibi bir dilbilimciye üzüntü vermesini anlıyorum. Ama bizim için hangi açıdan önemli bu?
Kaybolan bir dil, yalnızca kaybolan metinler değildir. Can veren kültürlerimizden kopan bir parçadır. Dil ile birlikte, doğayı anlama, dünyayı algılama, onu sözcüklere aktarma biçimi ölür; şiir, akıl yürütme tarzı, yaratıcılık şekli kaybolur. İnsani aklın (intelligence) yoksullaşması söz konusu olur. Nesneleri kategoriler halinde (uzun, yuvarlak, yenilebilir, yenilemez, vb.) düzenleyerek belirten -Afrika dilleri gibi- “sınıflı” dilleri alalım örneğin. İnsan zihninin, canlı türlere ilişkin bilgisinde olduğu gibi, Evreni de bir düzene koyarak kavrayabildiği bu önemli sınıflandırmaları yitiriyoruz pekala.

Bir dil nasıl ölür?
Genellikle bir başka egemen dilin kurbanı olarak. Erk ve parayı elinde bulunduranlara ya da medya, okul, ordu yoluyla kendini zorla benimsetenlere özgüdür bu başka dil; siyasal, ekonomik, toplumsal bir hegemonyaya sahiptir, dahası saygındır. Hindistan’da, Afrika’da sömürgeleştirilmeye direnmiş bir çok dil, bugün de, Svahili, Peul (Orta Afrika’da), Hausa (Nijerya’da ve Kamerun’da) ya da Uolof (Senegal’de) gibi Hint ve Afrika dillerinin tehdidi altındadır. Bu diller, özellikle, yabancının dili olma kuşkusu yaratmadıkları ve büyük Afrika dillerinin saygınlığına sahip oldukları için tehlikelidir.

Yani, diğerlerini yiyerek beslenen diller var mı diyorsunuz?
Evet, saygınlıkları ile yapıyorlar bunu. Başlangıçta iki dilin, ev ve sokak dilinin birlikte yaşamaları söz konusu oluyor. Eşitlik içermeyen bir ikidillilik olgusudur bu. Amerika’ya okumaya giden Fransız burjuvazisinin çocuklarındaki ikidillilikle hiçbir ilgisi yoktur bunun. Bir an gelir, kabilenin dili artık işe yaramaz, kimlik bir değer ifade etmez ve terk edilir... Günümüzde bir çok dil, bunun ilk aşamasındadır, henüz hayattadırlar ama evin dışına çıkamazlar. Bazen kültür, kendini korur: eski Sovyetler Birliği’nde, bir ya da iki Kafkas dili, ikidillilik durumunda bile, Rusçanın baskısına direnmeyi ve yaşamını sürdürmeyi başardı, ama pek seyrek görülür bu... Kenya’daki bazı Afrika kabilelerinde, avcı-toplayıcı statüden yerleşik-besici statüye geçerken yitirilir diller: avcı-toplayıcı bir Dahalo, besici topluluktan bir Masai kızıyla evlendiğinde, aile içinde yetişen çocuklar Masai dili konuşurlar. Çocuklarca artık konuşulmayan bir dil tehdit altındadır. Dilsel çeşitliliğin yavaş yavaş kaybolması böyle olur.

Dilsel çeşitlilik, kuşkusuz, insanlığın başlangıç döneminde yoktu. Antropologlar, bütün dillerin türediği bir anadilin bulunduğu varsayımını ileri sürüyorlar.
Köken bir dil arayışı benim karşı çıktığım bir eğilimdir. Diller öylesine ayrıktır (karşıt) ki, 40 000 yaşındaki Homo Sapiens’e bile uzanıldığında, dilsel bir çeşitlilik bulunacaktır. Üstelik diller evrimini hep sürdürdü. Örneğin Rönesans, Latince nitelikli tek yazı dili olduğunda bile, bir gelişme dönemiydi: orada, bugünün iki katı sayıda, aşağı yukarı 10 000 dil olması gerekiyordu. Ama çok geçmeden, özellikle Avrupalıların Amerika’yı sömürgeleştirmesiyle yoğun bir kaybolma evresi yaşandı. Misyonerler yerlilere, Tanrının yerli dillerini sevmediğini öğretiyorlardı, zira yerli dilleri iblisin diliydi... Ve Avustralya’da, XIX. yüzyıl boyunca, Aborijin çocukları, İngilizceden başka bir dil konuşmasınlar diye, hapishane gibi yatılı okullara konulmak suretiyle ailelerinden koparılıyorlardı. Bazı dillerin yok olması böyle bilinçli olarak örgütlendi.

Ama bu her zaman bir kıyımla olmadı. Bazen de insanlar, moderniteye erişme olanağı veren bir dili benimsemek üzere eski dillerini bizzat kendileri terk ettiler.
Kesinlikle öyle. Keltçenin durumu budur örneğin. Galya savaşından sonra, Kelt aristokrasisi en kısa zamanda Latinceye geçmeyi arzuluyordu. Bu yüzden din adamları yaşlı sokak serserileri, saygınlıktan yoksun çatlak büyücüler durumuna düştüler. Çok geçmeden de dilleri kayboldu. Fransızcanın söz dağarında Keltçe kökenli olduğu saptanan ancak yüz kadar sözcük kaldı geriye: “chêne” (meşe), “braguette” (pantolon yırtmacı; “küçük pantolon” anlamına gelen Latinceleşmiş Keltçe sözcük), Lyon (Keltçe Lugdunum’dan yuvarlama) gibi bazı yer adları. Latinceleşme sonucu Keltçeyle birlikte Keltiberce, Trasça, İllyrce, Dasça da toptan yok olmaya itildi böylece. Bugün de hemen hemen aynı durum geçerlidir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, burjuvaziyi temsil eden bir çok aile, saygın dil olarak İngilizceyi benimsedi. Bir zamanlar Latincenin yaptığını şimdi İngilizce yapıyor, dilleri yok oluşa sürüklüyor.

“Ölme”den, “kaybolma”dan... söz ediyorsunuz. Diller canlı türlermiş gibi.
XIX. yüzyılın yaşam felsefesinden (vitalizm) alınan bu eğretilemenin kendi sınırları var. Diller, diğer canlı türlerin tersine yeniden dirilebilirler. Modern dilbilimin kurucusu, babası büyük Saussure, dil ile söz arasında kesin bir ayrım yapıyor. Söz ölür ama dil ölmez, hele bir de yazılı edebiyatı varsa. Akadça, Sümerce, Kıptice, Konfüçyus Çincesi, Hititçe, Ön Asya’nın eski dilleri bağlamında mezar taşları ya da kil tabletlere yazılan yazılar var elimizde. Sözün yok olmasına karşın, bunlar bize, bu dillere ait gramerler oluşturma ve onlardan kalan izleri koruma olanağı vermiştir.

Onları uyandırmak yetecektir öyleyse, Uyuyan Güzel gibi.
Maalesef, şu an kaybolan dillerin çoğu, sözlü geleneğe sahip kabilesel toplumların dilleridir. Örneğin, tonlu diller var; onlarda ezgisel yükseliş, melodi, sözcüğün anlamını değiştirir. İşte biz dilbilimciler, bunun için, bir dilin kalıntılarını henüz mırıldanabilen son yaşlıları -diğerleri İngilizceye, Fransızcaya, İspanyolcaya geçmişlerdir çünkü- bizzat yaşadıkları yerlerde incelemeye gideriz. Bir gramer, bir sözlük yazmak, bir dili korumanın tek yoludur. Ama yetmez bu çaba. O dilin yeni baştan konuşulması için topluluk gerçek bir irade göstermeli, gerçek bir talepte bulunmalıdır.
Bu talebin ortaya çıktığı örnekler var mı?
Var tabi. İbranca bunun en çarpıcı örneği. 1920-1925 yıllarında, 2520 yıldan beri ölüydü İbranca. İsa’nın doğumundan altı yüz yıl önce, II. Nabukodonosor Yahudileri Babil’e sürdüğünden beri, Nasıra Yehovası İsa bile, zamanının bütün Yahudileri gibi Aramca konuşuyordu. 1920’de, Yahudi diasporası Yahudi Almancası ya da Yiddiş, Yahudi İspanyolcası ya da Yudismo konuşuyordu. İbranca, sözünü kaybetmişti, ama litürjik dil olarak kullanıldığından ritüel yaşamın içinde her zaman vardı. Özellikle genç Rus Yahudi Ben Yehuda sayesinde, köken dile yeniden dönüldü. Neden? Büyük bir edebiyatları, Kutsal Kitap’ları olduğundan, kuşkusuz. Ama ayrıca, büyük bir irade ortaya çıktığından: Amalik’den Hitler’e kadar sayısız soykırım girişimleriyle yüz yüze gelmiş bir hayatta kalma iradesidir bu. Bir insan topluluğu gerçekten dilini yeniden diriltmek isterse, bunu başarabilir. Ama ne yazık ki, Aravak, İrokua, Algonkin gibi, Beyazların ölüme sürükledikleri bu güzel Amerika dillerinin yeniden diriltilmesi çok daha zor olacaktır, çünkü bu dillere tanıklık edenler oldukça az sayıdadır.

Tuhaftır, diller ulusalcılığın uyanışıyla kurtulabiliyor.
Evet. Onda dokuzu böyle, siyasal ulusalcılık dilsel ulusalcılık ile perçinleniyor. İkinci Dünya Savaşından sonra, Hindistan’ın parçalanması ve Pakistan’ın ortaya çıkması sırasında, insanlar aynı dilin iki değişkesini birbirinden ayırmak için kanlı biçimde savaştılar. Aynı dilin Müslüman değişkesi Urduca ve Brahman değişkesi Hintçe bugün iki ayrı dil olmak üzere. Hırvatlara bakınız. Onlar da, Dubrovnik ve başka yerlerdeki lehçeleri alarak, Sırpçadan ayrı bir Hırvatça oluşturmaya çalışıyorlar. Yine de “iyi” bir ulusalcılık olduğunu, dillere yararı dokunan kimlik bilinci doğrultusunda bir rönesans yaşandığını sanıyorum. Ama dilleri kurtarmak için -özellikle Amerika karşısındaki Avrupa ülkeleri için-, başat koşul ekonomik bir güç oluşturmaktır. Amerikanca en güçlü ülkelerin dili olduğu için istilacıdır. Dilsel sorunun çözümü ekonomidedir.

Adadaki· okullarda zorunlu Korsika dili vermek bu türden bir çözüm değil ama.
Bu güne değin Korsika dilinde yaşayan Korsika kimliği, benim için çok saygındır. Bunun yanı sıra, Cumhuriyetin bir kararıyla ortaya çıkan zorunlu Korsika dili öğretimi, adanın gerçek ekonomik gelişmesine uygun düşmezse, boşa gider; özellikle Fransa gibi çok jakoben bir ülkede. Anımsayınız. Rahip Grégoire, şiddetle, bölgesel dilleri ölüme mahkum eder. Çünkü o anda, Barrère’in dediği gibi, “fanatizm Baskça konuşuyor, federalizm ve batıl Bretonca konuşuyor”. Ayrıca, Kralcılar Cumhuriyete karşı Vendée olarak savaşırlar, Fransız olarak değil. Fransa’da dil sorunu ciddi bir sorundur. Ayrıca, bölgesel bir dilin çıkarına alınan jakoben önlemler art düşüncelerle dolu...

Kökenlerinizi arayışınız mı sizi dillere karşı böylesine tutkulu yapan?
Fransızca, İtalyanca, çeşitli biçimleriyle Arapça ve başka bir çok dilin birbirine karıştığı ”Babilleşmiş” büyük bir Akdeniz limanı olan eski Kartaca’da, Tunus’ta, çocukluğumdan beri böyleyim ben. Okumaya başladığımda beş yaşındaydım. Bir vitrinde, kapağı muhteşem ve gizemli göstergeler içeren bir kitap görmüştüm. Kitapta bir yazı biçiminin konu edildiğini anlamış, büyülenmiştim... Çince karakterlerdi bunlar. Annem-babam, Çin Dili ve Yazısı adlı bu kitabı bana armağan etti.

O kadar küçük bir çocuk için ilginç bir uğraşı...
Kurşun askerler ya da elektrikli trenler biraz olsun ilgimi çekmiyordu. Yalnız, dilleri betimleyen kitaplar beni ilgilendiriyordu. Tunus’ta, annemi kaygılandıracak derecede hep yabancılara giderdim, zira benim gözümde, olağanüstü biri olmak için bir yabancı dili konuşmak yetiyordu. Annem-babam bunun tek tutkum haline geldiğini kabul ettiler sonunda. Bu tutkudan kurtulamadım gördüğünüz gibi. Benim hayatım bu. Dilleri kitaplardan, kasetlerden büyük bir keyif alarak öğrendim.

Kaç tanesini konuşuyorsunuz?
Onlarca belki... Saymadım. Bir dili işittiğimde, çoğu kez onu tanıyabilirim. Onu anlamazsam ya da az anlarsam, korkunç bir eksiklik duygusuna kapılırım. Benim için, bir dili mükemmel düzeyde bilmek, doğuştan kullanıcılarca çok hızlı bir tonda söylenen sözcük oyunlarını yakalamaya ve bir yabancı gibi algılanmayacak biçimde onu konuşmaya yetenekli olmaktır. Bu ölçütler göz önüne alınırsa, İngilizce konuşan gerçek ikidillilerin sayısı oldukça azalır. Zira, sanıldığının tersine, İngilizce çok zor bir dildir.

Söylediklerinizden, dillerin kendilerine özgü bir yaşamı, onları vareden insanların uzağında bir yaşamları olup olmadığını anlamakta güçlük çekiyoruz.
İnsan dehası, kendilerine özgü varoluşları olan araçlar üretir. Ama beynimiz son yüz bin yılda yeterince evrim geçirmedi. Bu anlamda timsahlara oldukça yakınız, ama entelektüeller inanmaz buna. Daha henüz savaş, çarpışma, çatışma üreten o tırtıklı beynimize itaat ediyoruz. Dilde yeterlilik, bizi göstergelerden ayıran şeydir. Ve dilimiz, daha insan yanımızdır. Onları korumak için yeterli bir neden değil mi bu?

SöyleşenDominique Simonnet
(02.11.2000 tarihli L’Express’den)



· Korsika’dan söz ediliyor. (çev.)


(Hece, Sayı 49, Ocak, 2001)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder