Özbek ülkesi, ilim ve marifet diyarı
1990’lı yılların başlarıydı orayla ilk düşünsel temasım. SSCB haritaları
içine mezcedilmiş o memleketleri düşleyişim, merak edişim, oralara gitmek
isteyişim. Bir kitap tercüme etmiştim, Sovyet Müslümanları diye. Çok soru vardı
kafamda. Yer isimleri bile unutulmuş ya da farklılaşmıştı neredeyse. Firunzeler,
Bişkekler, Alma-Atalar, Almatılar birbirine karışıyordu. Maveraünnehir ve
doğusunda neler oluyordu, anlamak kolay değildi. Daha çok batıya ve yaşadığımız
coğrafyaya kilitliydik o zamanlar. O coğrafya bizden çok uzaktı, biz de ondan
çok uzak.
Türkistan’ı ve Orta Asya Müslümanlarını anlama hevesim kursağımda kalmıştı
o yıllar. Üzerinden çok zaman geçmiş ve epey de küllenmişti merakım, sorularım,
öğrenme heyecanım. Gitmek için bir iki kez niyet ettiğimi fakat nasip
olmadığını hatırlıyorum. Yakın zaman önce hava yolu seferlerinin başladığını
öğrenmiş ve artık gitmeliyim diye düşünmeye başlamıştım. Tam bu kaygıları kendi
kendime dillendirirken, gelen bir davet içimdeki küllenmiş koru
yeniden tutuşturdu. Davete hemen icabet ettim.
*
Taşkent’teyim. Şöyle bir çıkıyorum heyecanla sokaklara. İlk izlenimler önemli. Tertemiz bir şehir görüyorum ve tahmin edemeyeceğim kadar sükunet. Milyonlarca insanın yaşadığı bir yer nasıl oluyor da bu denli temiz ve bakımlı olabiliyor, sorusunun cevabı herkesin temizliğe katılmasında yatıyor. Öğrenciler belirli mıntıkalarda her hafta temizliğe çıkıyorlarmış. Ayrıca temizlik görevlileri de var tabi. Caddeler geniş, kaldırımlar geniş, parklar bol ve yemyeşil. Kaldırımlardaki ağaçlar şehri baştan başa gezen kanallar marifetiyle sulanıyor. Trafik sıkışıklığı yok. Yaya kalabalığı yok. Çok katlı devasa binalar yok. Yayalar karşıdan karşıya geçerken araçlar yol veriyor. Yürürken kendimi bir parkta buluyorum. Yemyeşil, envai çeşit çiçekle bezeli. Uzunlamasına fıskiyeli bir havuz ve bitiminde leylek heykelcikleriyle örülü bir tak. Leylekler buraya çok gelirmiş. Müstakillik Meydanı diyorlar buraya. Leylekleri geçince az ilerisi Cumhurbaşkanlığı Sarayı. Biraz berideyse ahşap sütunlarıyla şehitlik anıtı. Sarı plakalarda sayfalarca isimler. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaşırken şehit olanlar. Tahminen bir milyon isim, vilayet vilayet ayrımlanmış. Şehitlikte sönmeyen bir meşale ve ciğerparesini bekleyen yüreği kanayan bir anne heykeli de var. Sönmeyen meşale yaşmaklı anne gibi ziyaretçilerin de yüreğini tutuşturuyor. Büyük acıyı hissetmeye çalışırken bir yükseltide soluklanan bir özbek ile göz göze geliyoruz. Soruyor, nerelisin diye. Türkiye deyince, iyice yakınlaşıyor; İstanbul, Endülüs gibi bir dizi şehir sıralıyor, kucaklaşıyoruz. Güleç yüzü hiç eksilmiyor halleşirken…
Taşkent’teyim. Şöyle bir çıkıyorum heyecanla sokaklara. İlk izlenimler önemli. Tertemiz bir şehir görüyorum ve tahmin edemeyeceğim kadar sükunet. Milyonlarca insanın yaşadığı bir yer nasıl oluyor da bu denli temiz ve bakımlı olabiliyor, sorusunun cevabı herkesin temizliğe katılmasında yatıyor. Öğrenciler belirli mıntıkalarda her hafta temizliğe çıkıyorlarmış. Ayrıca temizlik görevlileri de var tabi. Caddeler geniş, kaldırımlar geniş, parklar bol ve yemyeşil. Kaldırımlardaki ağaçlar şehri baştan başa gezen kanallar marifetiyle sulanıyor. Trafik sıkışıklığı yok. Yaya kalabalığı yok. Çok katlı devasa binalar yok. Yayalar karşıdan karşıya geçerken araçlar yol veriyor. Yürürken kendimi bir parkta buluyorum. Yemyeşil, envai çeşit çiçekle bezeli. Uzunlamasına fıskiyeli bir havuz ve bitiminde leylek heykelcikleriyle örülü bir tak. Leylekler buraya çok gelirmiş. Müstakillik Meydanı diyorlar buraya. Leylekleri geçince az ilerisi Cumhurbaşkanlığı Sarayı. Biraz berideyse ahşap sütunlarıyla şehitlik anıtı. Sarı plakalarda sayfalarca isimler. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaşırken şehit olanlar. Tahminen bir milyon isim, vilayet vilayet ayrımlanmış. Şehitlikte sönmeyen bir meşale ve ciğerparesini bekleyen yüreği kanayan bir anne heykeli de var. Sönmeyen meşale yaşmaklı anne gibi ziyaretçilerin de yüreğini tutuşturuyor. Büyük acıyı hissetmeye çalışırken bir yükseltide soluklanan bir özbek ile göz göze geliyoruz. Soruyor, nerelisin diye. Türkiye deyince, iyice yakınlaşıyor; İstanbul, Endülüs gibi bir dizi şehir sıralıyor, kucaklaşıyoruz. Güleç yüzü hiç eksilmiyor halleşirken…
Has İmam Camii’ne giderken yolda çok sayıda park görüyorum. Parklar ve yol
kenarlarındaki yeşillikler arasında ilerlerken şehrin ekosistemini destekleyen
kanallar görüş alanınızdan neredeyse hiç uzaklaşmıyor. Kanallar şehrin
damarlarına nüfuz etmiş… Has İmam’ın (asıl adı, Ebu Bekr Muhammet Kafal Eş-Şaşi’nin)
minareleri ve turkuaz kubbesi uzaktan bile görkemli. Yakınlaşınca tuğla
duvarlarla örülü olduğunu görüyorum. Avluya açılan cümle kapısına, taçkapıya
varınca mavili beyazlı desenler yakalıyor gözümü. Alınlıktan ve kapının
yanlarındaki çini desenleri seyrederken avluyu sarmalayan ahşap direk ve
kaplamalardaki muhteşem motiflere uzanıyorum. Kafamı biraz yere eğince, zemindeki
parkelere nakşolmuş ustaların parmak izleri yüreğime dokunuveriyor. Pişmiş tuğla
ile ahşap sütunların mezcedildiğini Anadolu’daki kimi Selçuklu camilerinden
hatırlamak mümkün belki ama buradaki nakış inceliği tarifsiz. Ahşap sütunlar
sandal ağacıymış, Hindistan’dan getirilmiş. Sandal ağacı nemi emince ya da
yağmurdan ıslanınca etrafa rayiha saçarmış. Caminin hoş kokusu bundanmış. Has
Camii bu kadarla bitmiyor, müştemilatında başka yapılar, kütüphane ve medreseler
var. Biri Özbekistan’daki din hizmetlerinin yürütüldüğü müftülük binası olarak
kullanılıyor; Sovyet döneminde de faalmiş ve Sovyet Müslümanlarının yegane
medresesiymiş. Bir diğeriyse duvarlarının arasında sakalı şerif, kubbesinin
altında hazreti Osman Mushafı’nı saklıyor. Hazreti Osman’a nispet edilen ceylan
derisi Mushaflardan biriyle karşılaşmanın heyecanıysa bir başka alem. Mushaf’ın
buraya nasıl geldiği uzun hikaye. Kubbenin altında duvarlara ve sahifelere sarınarak
bir an Kabe’nin, Yesrib’in hayaline bırakıyorum kendimi. Bir yandan da neden
burada bir medrese bırakıldığını anlamaya çalışıyorum. Sebepler cirit atıyor
zihnimde, emin olamıyorum. Sovyet doğusunun buradan kontrol edilmesi, dinin
Sovyet çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmesi, Özbeklerin güçlü
direnişlerine verilen taviz, İkinci Dünya Savaşında cepheye asker göndermek
için dinden yararlanılması, belki uzun vadede radikal oluşumlara karşı bir
sigorta sistemi gibi bir dizi olası gerekçe sıralıyorum kendime.
*
Semerkant üzerinden Buhara’ya hızlı tren üç buçuk saat ve rahat. Karayolu
üç misli bir zamana matuf ve zahmetli. Yolcular da görevliler de tren de yine
tertemiz. İnsanlar sakin ve kompleksiz. Taşkent’in yeşili yol boyu geniş
düzlüklerde devam ediyor. Kumlu gibi görünen topraklarda ekinler nasıl da
yeşerivermiş. Tohum toprağa düşmeye görsün, umut oluverir. Engin düzlüklerin
umudu olmuş ekinler, sayısız dut ağacıyla çevrelenmiş. Tarlaların sınırlarına
ekilen reyhanlar gibi dikilmiş dut ağaçları sıra sıra, göz alabildiğine. Yol
ipek olunca, dutların bereketini anlamak mümkün. Başka ağaçlar da var elbet,
meyveli meyvesiz. Yol boyunca yer yer yerleşim yerleri gözüme çarpıyor. Tek
katlı, avlulu ve metal çatılı kooperatif evlerinden başka Taşkent’teki gibi
tuğla yığma yapıları da zihnime kaydetmeye çalışıyorum. Altyapı ve yerleşim
düzeni açısından şehirde ne varsa köyde de o var denebilecek bir yaşam
kalitesinden söz etmek mümkün gibi. Bir perişanlık ya da yoğun bir yoksulluk
sezilmiyor uzaktan.
Buhara’ya vardığımda envai çeşit kuş sesi duyuyorum ve sanatın içine doğmak,
bir kültür birikiminde yoğrulmak böyle bir şey diye düşünüyorum. Oteller,
lokantalar, dükkanlar, hatta sokaklardaki çöp kutuları bile tezyin edilmiş,
tarihten ve gelenekten kopuk olmayan tasarımlarla. Güncelde tarihi tarihte
günceli buluyorsunuz adeta. Nereye dönseniz hayranlığınızı kışkırtan yapı
tasarım ve tezyinatla karşılaşıyorsunuz. Kuşlar da bu sanat ve zanaat senfonisini
terennüm ediyor olmalılar. Haddi aşmamaya itina eden insanın ilmi ve bedii
sınırlarına tanıklık ediyor ve Buhari eserlerin mütemmim cüzü olmayı zakir cıvıltılarıyla
sürdürüyorlar.
Muhayyilemin pencerelerini ardına dek açmışken kendimi Nakşibendi hazretlerinin
huzurunda buluyorum. Ama önce annesi Arife hanımı ziyaret gerek. Öyle vasiyet
etmiş Şah-ı Nakşibend; kendisini ziyaret edenleri önce annesine yönlendirmiş.
Annesinin türbesini ziyaret sonrasında sohbet ehli Nakşibendi hazretleri ‘el kârda
gönül yârda’ diyor sizi karşılarken. Medfun bulunduğu geniş mekana
ulaşıldığında halkaya ve dualara karışıyorsunuz diz kırarak. Yan tarafta oturan
Özbek teyzeler -sanki bizim komşu köydenler- soruyorlar nerden geldin,
nerelisin diye. İstanbul deyince sevgi ve coşku dolu cümlelerle mukabele etmeye
çalışıyorlar. Biz hep geliriz buraya diyorlar. Gönlüm genişliyor, kardeşliği
duyumsuyorum onları dinlerken. Nakış yapan gönül ehli, ilmiyle ve ismiyle müsemma
nakışlı bir mahalde yayıyor parıltısını. Dutların gölgesi, havuzun serinliği, arkadaki
kubbeli kuyunun bezemeleri dualara ve mütehassis yüreklere tanıklık ediyor. Kabrin
başında bir direk ve direğin ucunda bir nar ile at yelesi dikkatimi çekiyor; hem
alimi hem mühim bir şahsiyetin burada olduğunu simgeliyormuş; burada bir hatme
okumayı unutmayın diyor.
Sohbetleriyle manevi bir ziynet halkası işleyen Nakşibendi’nin makamında
Yâr ve Yâren bir kez daha gönüllere nakşediliyor. Güzel insanlar güzel işlere
vesile oluyor; müzeyyen mekanın ahşap kokusu gibi gönüllere müzeyyen kârlar
işliyor. Her türlü çatışma ve gürültünün sohbetle sakinleştiğinin anlaşıldığı,
birbirini anlamanın sohbetten geçtiğinin hatırlandığı, sükunet ve durulma
ikliminin hüküm sürdüğü Nakşibendi makamından ayrılırken mekana eklemlenmiş
mescitteki şükür secdeleri ile içilen üç yudum su, dili de gönlü de şad etmeye
yetiyor. Buhara da artık zihnimde yerini Buhara-i Şerif’e bırakıyor.
Capcanlı bir manevi mekandan bir müze kaleye geçiyorum. Ark Kalesi
Buhara’nın en eski yapılarından, hanlara, emirlere mekan olmuş. Yüksek tuğlalı
duvarları ve silindirik burçlarıyla göz kamaştırıyor. İçinde bir de mescit var.
Geleneksel ahşap mimariyle şekillenmiş muhteşem tavan tezyinleri, mihrap ve
minber desenleri turistik seyrin hizmetinde. Turistler kalenin her yanını
gezerken buraya da uğruyor. Minberin ilk basamağına oturup soluklanan, mihrabın
önünde laflayan turistleri ağırlıyor. Kapısında Cuma mescidi yazıyor ama artık
ibadet mekanı olmaktan çok seyirlik müze mekanına dönüşmüş. İçim acıyor yine, bir
secde sathını herkes gibi duyarsızca adımlarken.
Kaleden çıkıp şehre süzülürken bir mahalle camisine yaklaşıyorum. Namaz
vaktine denk gelmişim. İçeriye giriyorum ve iç mimarisiyle birlikte vakti
bekleyen cemaati görüyorum. Sımsıcak bakışlarıyla hoş geldin, gel aramıza, tek
saf olalım, yeryüzündeki saflara eklemlenelim diyorlar sanki. Muhabbet okuyorum
yüzlerinden; bir de kubbenin altında dört duvarı bir kemer gibi saran divani
tarzdaki hattı. Her halleriyle bize ne kadar benziyorlar diye düşünürken
minberde dikine duran mızrağı farkediyorum. Kılıçtı, bayraktı bilirim de minberde
mızrak pek hatırlamıyorum. Çıktığımda camiinin adına dikkat ediyorum: Oy Binok.
Bir başka adı da var, belki sıfatı: Cuma mescidi. Kalede de görmüştüm. Cuma
için belirli mesafelere denk gelen kimi camilerin olabileceğini fehmediyorum. O
esnada ezan okunuyor, hemen kapı önünde. İnsan sesi dışında bir cihaz aracılık
etmiyor ezana. Belki de bu yüzden hiç ezan sesi duyulmuyor şehrin sokaklarında.
Taşkent’te de duymadığımı hatırlıyorum. Ezanı duymak için bir camiye çok yakın
bir yerlerde olmak gerektiğini anlıyorum. Bu sessizlik geleneğini ülkenin yakın
geçmişindeki siyasal yaptırımlara mı bağlamalıyım, bilmiyorum ama onsekiz yaş
öncesi çocuklarla öğrencilerin camide ibadet yasağının daha düne kadar olduğunu
biliyorum.
Şehrin sokaklarını arşınlarken her yanı medreselerle örülü bir havuz
mekanına çıkıyor yolum; Leb-i Havuz’a, yani havuz kıyısına, havuz meydanına. Havuzun
serinliği ilmin bereketine karışıyor. Ardımda tüm görkemiyle bir taçkapı.
Yaklaşıyorum: Nadir Divan Begi Medresesi. Alınlığındaki muhteşem tasvire dikkat
kesiliyorum. İnsan yüzlü bir güneş ve uçan bir ejder, biraz Uzakdoğu imgesi
derken sonunda onun simurg olduğunu öğreniyorum ve pençelerinde bir hayvanı
taşıdığını görüyorum. Simurg güneşe gidiyor; eline ilmini almış güneşe
karılmaya, güneşte fena bulmaya, varlıkla bir olmaya. Artık güneş tasvirinin
neye tekabül ettiğini fehmetmek güç olmuyor.
Su medeniyetinde ilerledikçe yol boyu medreseler birbiri peşi sıra
diziliyor. Nerdeyse medresesiz adım atmak mümkün değil. Medreseler şehrin
ilmine bir imza, bir ilim şehrinin nişaneleri, bir şehirde ilme verilen değerin
telaffuzu, Buhara’nın nasıl Buhara-i Şerif olarak tavsif edildiğinin teyidi.
Buhara’yı gezmek medreseler arasında tarihi solumak gibi bir şey. Hanlar,
hamamlar, camiler de var elbet, ama medrese belli ki her şeyin üstünde. İlim
herşeyin üstünde. İlimsiz bir hayatı düşlemek hiç mümkün değil. Açılan her kapı,
seğirtilen her koridor, dahil olunan her sokak hep bir medrese gölgesinde. Bir
medreseden diğerine değişen motifler ilmin güzergahlarını sezdiriyor sanki.
Mimari uyum ve birliktelik ise tevhidi. Mimari tasarımlar dün ile bugünü
birleştirdiği gibi döneminin bütünlüğünü de ele veriyor. Yeni yapılan bir bina
ile eskisini birbirinden ayırt etmek bu yüzden zorlaşıyor. Geleneğe sahih
dokunuş ve geleneği hakikatli kavrayış bu olsa gerek diye düşünüyorum. Zaman ve
mekan tekleşiyor. Geçmiş ve şimdi tekilleşiyor. Gelenek sağlam olunca,
gelenekte ısrar da makulleşiyor. Yeni olan da böylelikle kendiliğinden
gelenekselleşmiş oluyor.
Medreselerin arasında ilerlerken rahle-i tedristen geçiyor, akletmenin,
fikretmenin, fıkhetmenin ilmetmekle mümkün olduğunu bir kez daha idrak
ediyorum. Yeryüzüne ilim kaynağı olabilmek için ilme yatırım yapmanın önemli
olduğunu bir kez daha yerinde müşahade etmiş oluyorum. İlmi kaybeden aklı
kaybeder, fikri kaybeder, adaleti kaybeder, dolayısıyla dünyayı imar etme
hakkını ve hükmünü kaybeder. Bir zamanlar ilme beşiklik eden medreselerin
mütekamil düzeni bugün yine dünyaya sesini haykırsa, yeryüzündeki sorunları
ilimleriyle çözse, yorgun dünyaya nizam verse diye geçiriyorum içimden.
Medreseleri seyrederken, ilmek ilmek ipek işleyen atölyeler, ipekli,
adraslı, atlaslı kumaşlar satan dükkanlar, fırçalarıyla göz alıcı tasvirler
yapan minyatür sanatçıları ve satışa sunulmuş eserleri, sergilenen fevkalade
motifli halılar, nar ve karanfil bezeli değişik örtüler, farklı işlemeli boy
boy çantalar sokakları tezyin ediyor. Asırlara tanıklık etmiş yaşlı dutlar da
şehrin canlı tanıkları. Hayatın içindedir medreseler, hayatın içidirler.
Arastadan medreseye, medreseden camiye, camiden sokaklara doğru seyreden
mütemmim bir hayat akışı var medreseli sokaklarda.
Her medrese bir kapı aynı zamanda, bir taçkapı; hem hayat ile ilmin ayrımı,
hem hayat ile ilmin birleşimi; hem sınırları farkediş hem sınırsızlığın idraki.
Taçkapıların alınlık ve cephe bezemelerindeki ihtişam bu birlikteliği
vurguluyor; bu kapıdan mutlaka geçilmesi gerektiğini, hayatın ve ilmin idrakinin
bu kapıdan geçtiğini, ilmin ve had bilmenin bu kapıyla başladığını söylüyor. Kapıların
değişik motifleri birbirleriyle yarışmıyor, birbirlerinin önüne geçmiyor,
tersine birbirlerini tamamlıyor; dayanışık bir geleneği, asırlara sari bir
bilgi birikimini, maziyi derç eden bir bedii birikimi temsil ediyorlar. Kimi
geometrik motifleri mündemiç kimi bir hayvan figürünü muhtevi, ama hepsi tekil
bir sesi terennüm ediyor; bir’i ve bir’liği açımlıyor adeta. İnsanın
sınırlarını biliyor, idrakini biliyor. İnsan da kendi sınırlarını biliyor,
haddi biliyor. Medrese, insana insan eliyle yaklaşıyor, insan elinden ulaşıyor
ve ona nihayetsiz değer veriyor.
Medreseyle camileri ayırmakta zorlanırken, hali hazırda aktif medrese
eğitimi yapan (ve hukuki sorunların çözümünde kamuda görev üstlenecek talebeler
yetiştiren) muhteşem Poyi-Kalon külliyesinin karşı cephesinde muhteşem Mir Arap
Camii’ni görüyorum. Medreseyle cami bir meydanla buluşuyor. Minare camiye yakın
konumda ama hem camiye hem medreseye hem çevreye seslenecek şekilde meydanın
kenarında. Görkemli kapılar, görkemli avlular, görkemli mihrab/minberler,
cepheleri zarif işlemeli revaklar kimseyi ezmiyor, kimseyi küçültmüyor, kimseyi
aşağılamıyor, sadece geleni içine alıyor; ilmiyle, marifetiyle, maneviyatıyla
besliyor. Mir Arap’ın geniş avlusu ve çevresini saran revakların gölgesinde bir
Cuma namazını, bir bayram coşkusunu, sokaklardan meydana, oradan avluya oluk
oluk akan mahşeri kalabalığı, nihayetinde meydandan tekrar sokaklara dağılan
müminleri hayal ediyorum yaslanarak avludaki dut ağacına.
Bir İslam şehrinden diğerine gitmeye hazırlanırken Buharilerin, Tirmizilerin,
Harezmilerin, Ali Şir Nevailerin, hatta Hoca Nasrettinlerin buralara yollarının
düştüğünü ve buralardan aldıkları ilhamla yeryüzünü bereketlendirdiklerini
düşünüyorum.
*
Semerkant yolunda Hacegan silsilesinin ilk ismi Abdulhalık Gucdüvani
hazretlerini makamında ziyaret ediyor, hem kabrin yakınında hem de medresede kıraat
edilen aşr-ı şeriflere tanıklık ediyorum. Dutların gölgesinde serinlerken
kârinin yanındaki üçgenimsi küçük lokmaların da hayır olduğunu farkediyorum.
Gelen geçen alıp yiyor. Türbenin arkasında kalan medresede herkesin yüz sürmeye
çalıştığı, duvara yaslanmış demir perdeli ahşap bir çerçeve dikkatimi çekiyor.
Anlamaya çalışıyorum. Nafile. Soruyorum görevlilere. Eski türbedeki kabri saran
üç pencereden geriye kalan tek parça olduğunu söylüyorlar. Müminlerin ilgisine
böyle mazhar olmasına ses çıkarmıyorlar.
Semerkant’a varınca ilk durak Registan meydanı. Dünyanın en eski
şehirlerinden birinde ve dünyanın en güzel meydanlarından birindeyim. Semerkant
için ‘dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü’ dendiğini hatırlıyorum. Registan da
Semerkant’ın güneşe dönük en güzel yüzü olmalı diye düşünüyorum. Çünkü ilk
karşılaşma insanın soluğu kesecek cinsten. Güzellik tarifsiz. İnsanı görkemi
karşısında ezmeyen, tersine insana sınırlarını hatırlatarak yücelten bir
güzellik. İlk şoku atlattıktan sonra, tarifsiz güzelliğin içime işlemesine
gayret ediyorum. Birbirinden güzel ve birbirinin güzelliğini tamamlayan üç dayanışık
medreseyle karşı karşıyayım, her biri bir diğerinin neredeyse kopyası gibi,
aynı plan üzere yapılmış. Az farkları var. Karşıdaki Tilla-Kari Medresesi’ni
gezerken farkediyorum bunu. Hem medrese hem mescit olarak inşa edilmiş
diğerlerinden farklı olarak. Mescid altın kaplama ve tezyinatıyla göz
kamaştırıcı. Adı da buradan geliyor. Bizim daha çok gümüş işlemeciliği olarak
bildiğimiz telkâriyi, burada altın işlemeciliği olarak düşünebilirsiniz.
İçerdeki mescit böyle bir şey. Mescide girince altının içinde buluyorsunuz
kendinizi ama namaz kılmak isterseniz öyle sere serpe pek mümkün değil.
Ayasofya’da olduğu gibi sembolik bir alan ayrılmış…
Soldaki medrese Uluğbey Medresesi, buradakilerin en eskisi. Taçkapısını çevreleyen hadis, medrese konseptini belirliyor ve kadın-erkek
her müslüman için ilim öğrenmenin farz olduğunu hatırlatıyor. Uluğ Bey
Medresesi’yle bakışımlı olan sağdaki medrese Şir-Dor Medresesi ya da kaplanlı medrese. Taçkapılar
bakımından en ayrıksı olanı. Alınlığında kaplan figürü var. Ceylan ve insan
yüzlü güneş kaplana eşlik ediyor. Kaplan talebe, ceylan ilim, güneş de -Simurg’da
olduğu gibi- tanrısal göndermeler içeriyor. Kaplan ceylanı yakalarsa güneşe
erişebilecektir. Talebe ilm ederse hakikate erişir diye de tercüme edebiliriz. Kaplan
ile güneşte bulunan sarılıkların aslında şimdiye dek bir çok desende gördüğüm
maviliklerle birlikte egemen bir renk olduğunu farkediyorum. Ve özellikle
sarılıkların ilimle edinilmiş hikmet ve hakikati simgeleyebileceğini düşünmeden
edemiyorum. Desenlerdeki yeşilliklerin azlığını belki iç avludaki dut ağaçları
gideriyordur ama bunu meydan için söylemek mümkün değil. Meydanı zarif rögar
kapakları süslerken ağaçların esamisi okunmuyor.
Registan meydanından ayrılmaya zorlarken kendimi, son bir kez etraflıca
görebilmek için gözümün üç medreseyi de sarmalayacağı bir uzaklığa erişmeye
çalışıyorum. Başardığımdaysa, hiç yalnız olmadığımı farkediyorum. Seyir
teraslarında benim gibi yapmaya çalışan sayısız göz buluyorum. Uzun süredir orada
olanlarla birlikte medreseleri ve meydanı temaşa ediyoruz. Kimi mana, kimi
sükun arayışında, kimi de salt seyirle eğleşiyor. Ve eser ne demektir sorusunun
cevabının saatlerce meydana bakan gözlerde saklı olduğunu düşünüyorum. Bir
kitap yazılır da asırlarca okunur ya, tam da öyle bir şey; bir mimari tasarım,
bir tezyinat, bir renk rikkati de asırlarca okunabilir. Seyirlik nesneler
okunabilir hale gelirse yıllara saridir. Asırlara sirayet eden eserler
asırlarca okunarak çoğaltılırlar, gönülden gönüle düşerler, yeniden dillenir
yeni metinler yazarlar, tıpkı Registan’da olduğu gibi. Ben de çoğaltırken
çoğaldığımı derinden hissediyorum. Bir de bu medreselerin bugün olduğu gibi
sadece seyirlik mekanlar olmadığını, talebe yetiştirdiğini düşleyecek olursak,
mekanın dilinde değer bulan talebelerin nasıl çoğaldıklarını ve
seçkinleştiklerini fehmetmek zor olmayacaktır. Buhara’da da duyumsadığımız gibi,
medreseler hayatın içinde, hayat da medreselerin içinde tasarlanmış. Onları hayattan
çıkarmak hayat damarlarını kesmek gibi. Şu halleriyle bile salt seyirlik nesne
haline gelmemeye direndikleri besbelli. Dile gelselerdi kendilerini çok daha
vazıh biçimde ifade edeceklerinden kuşku duymuyorum. O şaşalı günlerde olduğu
gibi, işlevlerini yine kuşanmak isteyeceklerinden eminim.
Registan’da zihin ve gönül sepetimi doldurarak Emir Timur’a doğru hareket
ediyorum. Yol güzergahında Semerkant sokaklarının temizliği, yeşilliği ve
sükuneti yine dikkatimi çekiyor. Emir Timur’a varınca mavili turkuazlı kubbesiyle,
lafzullahla mücehhez minaresiyle, müzeyyen taçkapısıyla mamur bir külliyeyi
uzaktan seziyorum. Yaklaştıkça külliyenin ihtişamı da halka halka sarıyor her
yanımı. Türbe mimarisinin en güzel örneklerinden biriyle, Gûr-i Emir (hükümdar
türbesi) ile karşı karşıya olduğumu biliyorum. Avluda, iki taç kapı arasında
hissettiğim görkem muhteşem işlemeli bir ahşap kapıdan içeriye girince daha da büyüyor.
Bu kez her yana nakşedilmiş altın varakların doyumsuz lezzetine varıyor ana
kubbenin, yan duvarların, pencere alınlıklarının mümtaz tasarımlarını
doyumsuzca seyrediyorum. Tüm bu bedii zarafet ve mimari güzelliklere, bir
hükümdarın huzurunda okunan aşırlar ve ziyaretçilerin müeddep tavırları
eklemleniyor. Dualara ve aşırlara tutunanlara ben de karışıyorum at yelesinin
tanıklığında. Hanedan soyundan gelenlerle birlikte bir aile kabristanı olarak
şekillenen türbede yine o at yeleli bayrak direğini görüyorum. Ancak bayrağı
yok bu kez ama olsun bildiğim şeyi yineliyor bana; burada önemli bir insan
medfun mesajı veriyor.
Semerkant’ın farklı sokaklarına ve tramvayına tanıklık ederek geniş
caddelerini geride bırakırken daha önce benzerini görmediğim türden gariban bir
mahallenin sokakları arasında yemyeşil bir türbedeyim; imam Maturidi’nin
türbesinde. Yemyeşil olan aslında türbenin bulunduğu çimli ve ağaçlı mekan,
türbe ise yine yörenin geleneksel mimarisine müntesip zarif turkuaz
bezemeleriyle bu yeşilliğin arasında konumlanmış kubbeli ferah bir yapı. İçte
mütevazı bir sanduka ve sanduka çevresine sıralanmış uzun çay taşları gözüme
çarpıyor. Hanefi mezhebinden olanların itikat imamına gönderilen fatihaların
ardından o taşlara dikkat kesiliyorum. Üzerlerinde çok titizlikle kazınmış arap
harfli metinler var. Biraz zorlasam neredeyse okuyuverecekmişim hissine
kapılıyorum. Sarih ve berrak satırlar. Okuyabilenlere onların ne olduklarını soruyorum.
Muhaddislerin mezar taşları diyorlar. Semerkant’ta yaşayan Yahudilerin
evlerinden çıkmış. Buraya gelirken hatırı sayılır büyüklükte bir Yahudi
maşatlığının önünden geçtiğimi hatırlıyorum birden. Buhara’da da Leb-i Havuz’a
açılan bir sokakta mütevazı bir sinagog görmüştüm. Yahudiler hiç eksik olmamış
buralarda. Buhara Yahudileri’nin uzaklara göçmüş bugünkü nesilleri sadece
yoğurt ve ekmek yemeyi özleyerek gelirlermiş Buhara’ya... Aklı öne çıkaran ama
nakilden de kopmayan, vahyi akıl ile nakli dengeleyerek anlayan Maturidi
hazretlerinin makamından Kusem bin Abbas hazretlerinin makamına ya da
Semerkantlıların deyişiyle Şah-ı Zinde’ye (yaşayan sultan) geçiyorum.
Efrâsiyâb tepesi diye bilinen yerde medfun
bulunan Kusem bin Abbas İslamı yaymak üzere bölgeye geliyor ve burada şehit
oluyor. Kusem bin Abbas’ın makamına giden yolda ziyaretçi kalabalığına tanıklık
ediyor ve birbirine eklemlenmiş tezyinatları muhteşem çok sayıda türbe
arasından mezarşaha doğru yokuş yukarı yürüyorum. Ziyaretçilerin bir kısmı
iniyor, bir kısmı çıkıyor. Birileri yandaki bir türbeye giriyor, birileri bir
diğerine, öbürleri berikine gidiyor, berikiler öbürlerine. Türbeler sokağı
capcanlı, karıncalar gibi. Birbirinden müzeyyen türbelerin müntehasında Allah
resulüne simasıyla ve ahlakıyla en çok benzeyen sahabenin makamına, bir diğer
tavsifle peygamberin amcasının oğlunun makamına, türbelerin şahikasına,
mezarşaha ulaşıyorum. Kabir önü dar bir alan ve kabrin ziyaret yeriyse ancak üç
beş kişinin zorlukla sığabileceği darlıkta. Kabir önündeki dar alandaki ensiz
sekilere sıralanan müminler fatihalar ve dualar bırakıyorlar makama. Ben de
onlara katılıyorum. Aynı görkem değil ama bir yandan da Ebu Eyüp el- Ensari’yi ve
Eyüp kabristanını hatırlıyorum. Orası da burada olduğu gibi Eyüp Sultan’a yakın
olmak için türbeye mücavir alanlara zamanla yapılan
definlerlerden oluşuyor...
Semerkant’ta gelip de Uluğ bey rasathanesini görmeden, ilmin doruğuna
varmadan, gökyüzünün hareketlerini gözlemlemeden olmaz. Girişteki Uluğ bey
heykelini hızlıca geçmeye çalışırken, heykelin kaidesine çiçek bırakan bir
gelin-damat görüyorum. Ne yaptıklarını anlamaya çalışırken, nesillerinin Uluğ
bey gibi alim ve büyük insan olması için düğün öncesi buraya geldiklerini
anlıyorum. Böyle bir gelenek olduğunu söylüyorlar. Fazla oyalanmadan rasathaneye
gidiyorum. Ortalık yerde bir taçkapı, geleneksel motiflerle tezyin edilmiş. İçerisi;
uzun ve aşağıya kavisli bir tünele döşenmiş dekovil hattına benzer kızaklar,
çukurlaşarak verev upuzun bir hat ve uç kısımda ışık. Daha sonra yandaki
müzeye geçtiğimde daha iyi anlıyorum. Çok katlı silindirik bir yapıdan bugüne
kalan yegane parçaymış meğer o taçkapı. Uçtaki küçük delikten sızan ışığın
hareketleri, o taçkapıdan görülen tüneldeki uzun hatta an be an gözlemleniyor
olmalı. Matematikten astronomiye dek bir dizi beşeri ve ilahi ilimler için sadece
medreseler inşa edilmediğini, aynı zamanda devasa rasathanelerin ya da böylesi
ilmi külliyelerin kurulduğuna da sevinerek tanıklık etmiş oluyorum. Zihnimden
bir an Konya’daki Karatay ve İnce Minare Medreseleri geçiyor… Çocuk yaşında
hafız da olan Uluğ bey, hem bilgin hem devlet adamı; sadece medreseler kurarak
değil kurduğu rasathanede titiz bilimsel gözlemleriyle bilim dünyasına ciddi
katkılar sağlıyor. Görkemli dönemler böylesi görkemli mekanlar ve çalışma
imkanları doğurmuş. Böylesi imkan ve mekanlarda yapılan ciddi çalışmalar da
coğrafyayı ilmin ve medeniyetin merkezi haline getirmiş. O günlerde yapılabilmiş,
ama yine yapılabilir diye iç geçiriyorum. Geçmişin verdiği özgüvenle gelecekten umutlanıyorum
ve her şeyin başı ilim diyorum yineleye yineleye. İlim olursa adalet de olur,
emniyet de, marifet de, bediiyat da, mimari de, şehircilik de.
Semerkant’tan Taşkent’e doğru yola alırken din ve ilime ömür vermiş bir
alimin, Buhari hazretlerinin türbesine uğruyorum. Bir yandan da kendi kendime,
ilmin aşkla peşinde olmak, çile çekmeyi de gerektiriyor diyorum. İşte ilme
talimin her türlü çilesine göğüs germiş bir alimin, büyük hadis aliminin
makamındayım. Buhari hazretleri apaydınlık, Maturidi hazretleri gibi,
zihinlerimizi ve gönüllerimizi bereketlendiren tüm alimler ve gönül erleri
gibi. Yeşillerle turkuazın sarmalandığı türbe ve müştemilatındaki geniş avlu,
bahçe, cami ve külliye ziyaretçilere çok ferah bir mekanda soluklanma imkanı
sağlıyor. İlim ehli ve tavır timsali Buhari hazretleri genç yaşında hacca
gidiyor ve orada kırk yıl kalıyor. Memleketine döndüğünde Buhara valisinin
baskısından yılıyor ve Semerkant yakınlarındaki akrabalarının yanına geliyor.
Semerkantlıların davetiyle Semerkant’a gideceği günün gecesi akrabalarının yanında
vefat ediyor. Kabri de orada, Hartenk kasabasında. Kabrinin başında aşırlar,
dualar, fatihalar birbirini izliyor… Makama giderken ve oradan ayrılırken bir
satıcı koridoruna tanıklık ediyorum. Upuzun. Havanın yakıcı sıcağına rağmen
derme çatma tezgahlarından bir şeyler satmaya çalışıyorlar, yolun iki yanında
sıra sıra. Şehirlerde pek hissedemediğim yoksulluğu (fukaralık demiyorum, çünkü
fuqarolik vatandaşlık anlamına
geliyor) burada derinden hissediyorum.
*
Ayrılık vakti yine hüznüyle dolaştırıyor Taşkent sokaklarını. Çarşı, pazar,
Orta Asya’nın ilk metrosu derken bir medreseyle karşılaşıyorum. Taçkapıya
iliştirilmiş metal levhadan okuyabiliyorum ismini: Kökeldaş medresesi. Gönüldaş
diye yakıştırıyorum bir çırpıda. Değilse bile öyle olsun istiyorum, gönüldaşım
olsun istiyorum. Gönlüm genişliyor insanı yücelten taçkapısının önünde. İçerisi
de öyle, fazlasıyla gönül alıcı; çok ferah, serin ve yemyeşil avlusuyla,
mütebessim ve çalışkan müminleriyle. Medresenin hücrelerinde aktif eğitim
yürütülüyor zira. Girişteki panoda fen ve dil eğitimiyle ilgili müfredatı
görüyorum. Hücreler faal, talebeler tedrisatta. Bir hücredeyse el emeğiyle
üretilen metal minyatürlerin rikkat ve güzelliği...
Havaalanına geçerken, Taşkent’te gördüğüm son güzelliği, gönüldaşımı tüm
güzelliklerin simgesi olarak gönlüme ve zihnime kazıyorum. İlim, irfan,
marifet, kültür, sanat, edebiyat mekteplerinden mezun olamadan, ama büyük bir
istifade ve hayranlıkla ayrılıyorum medeniyet şehirlerimizden. Sepetim dopdolu.
Maveraünnehr’in aziz ve vakur şehirlerine, islam şehirlerine, şehirlerimize,
özbekler diyarına ‘assalam allaykum’ diyerek veda ediyor, yine geleceğimi kulaklarına
fısıldayıveriyorum. Hüznümü ve asırlık hasretimi yanıma alıyorum.
(*) Yedi İklim, Sayı 340, Temmuz 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder