İnek İstasyonu
Mohammed Dib
Türkçesi: Mete Çamdereli
Mohammed Dib
Türkçesi: Mete Çamdereli
İsmi neredeyse orada yaşayanlar dışında pek bilinmeyen Cezayir’in merkezindeki bu obada, sadece Hamadi ve Hamadi’nin gücüne güç katan işçileri vardı. Hamadi, talep olursa, onları, akşam ya da öğle yemeği karşılığında karın tokluğuna işe gönderirdi: ama bu küçük yerde şimdilik çok işçi vardı. Oraya çok uzak olduğu sanılan Fransa Hamadi’yi biliyor, işçilerine de göz dikiyordu. Fransa onu çağırdı.
Ve işte bugün bir inşaat şantiyesinde, evet bayım Paris’te iş başındalar. Orada çalışıyor, sağda solda sürtmüyor, tamamen işleriyle ilgileniyorlar. Hamadi Fransızca konuşamıyor; henüz az Paris Fransızcası konuşuyor. Hamadi’nin buna ihtiyacı da yok, yapacak çok işi var... henüz okuma yazmayı da az biliyor. İş yerinde görülmedik bir durum değil bu. Hemşerilerinden beş kişiyle paylaştığı odadan şantiyeye giderken basit bir okuma sistemi keşfetti. Bunu, kendisi gibi aynı odada kalan kıdemli bir arkadaşının yardım ve nasihatiyle yaptı. Hemşerisi bilgi küpüydü; kendisi gibi okur-yazar değil ama çok kibar bir adamdı.
İlk gün metroda ona eşlik ederken, onunla birlikte indi. Oraya nasıl gidileceğini, orayı yeniden bulabilmek için ne yapması gerektiğini ona gösterdi.
Hamadi artık kalabalığın ortasında yapayalnızdır. Gözleriyle her şeyi inceler, istasyonun en küçük ayrıntısını hafızasına kaydeder. Özellikle, bir reklam afişi dikkatini çeker. Diğerlerinden daha büyük olan bu afiş, devasa büyüklükteki bir ineği resmetmektedir. İnek Hamadi’ye tebessüm eder durur. İyi başlangıç doğrusu. Zahmetsizce çözdüğü bir görüntü bu; hayvanla arası da iyi. Afişteki inek, küpeleri ve tebessümüyle Hamadi’nin hafızasına iyice kazınır; böyle şeyler unutulmaz.
Hamadi, biten her iş günü dönüşte bir kez görür onu. Giderken, bunu yapamaz: direk hat kullanarak son durağa varır çünkü.
Başka amaçlar için tasarlanmış bir işaretin anlamını saptırdığını düşünmeden, metro istasyonuna İnek İstasyonu adını verdi.
Başlangıçta yaptığı bu saptama sayesinde, Hamadi, bu ilk ve müteakip günler işine güvenle gider gelir.
Her şey belli bir süre yolundadır. Sonra bir gün, kendisininkine benzer bir hat üzerinde, onu da götüren aynı tren gitmeye devam ediyor, ama belli ki İnek İstasyonu’na uğramıyor. Hamadi, diğer yolcuların yaptığı gibi gözlerini bir saniye bile kapatmadığından da emindir. Metro, beklenmedik bir biçimde yolunu mu şaşırdı? Hamadi, hemen ilk zamanlardaki sıkıntılı haline bürünür. Oradadır; sırlara ve işaretlere düşkün, etrafındaki tuhaflık dünyasına, güven duymadığı dünyaya yeniden direnir. Koltuğuna çakılmış, kımıltısız bir şekilde saatlerce gider, İnek İstasyonu’nu yeniden görebilmek umuduyla her istasyona bakar durur. Nafile. Şimdiden çok geç olmuş, ama metro hep gitmektedir. Hamadi, kuşkusuz, belli zamanlarda afişlerin değiştirildiğini bilmezdi.
O ara aklına bir iki kelime gelir, istasyonu için bir defasında ona söylenen şey: bou burnous, pelerinli adam, hani şu Bedevilerin örtündüğü büyük pelerin. Neresi olduğunu bilmeden, küçük bir sevinçle trenden iner ve hızlıca seğirtir, peronda birini bırakıp diğerine sokulur ve yaklaştığı herkese aynı heceleri, bou burnous’u anlaşılmaz biçimde geveler durur.
İnsanlar onun tuhaf konuşmasını anlamaya çalışmazlar. Hemen yanımdan uzaklaşsın diye mütereddit halleriyle kenara çekilirler. Onun gülünç haliyse zaten kayda değer bir şey ifade etmez, tersine tehlikeli bir deliyle karşı karşıya kalındığını düşündürür herkese… Ta ki, biri yaklaşarak ona cevap verene dek:
- A, Montparnasse istasyonu mu?
- Evet bayım! Evet, evet bayım!
- Onu göstereyim sana.
Kuzey Afrika’da yaşadığı anlaşılan bu adam Hamadi’yi yeniden trene bindirir ve İnek istasyonu değil ama adına bou burnous denilen istasyona dek ona refakat eder.
Bugün, bunca saflık içeren bu anılar Hamadi’yi eğlendiriyor.
Aradan birkaç yıl geçti, ama Hamadi, henüz, kenara biraz para koymaktan başka bir şey yapmamıştır. Onu da Cezayir’deki obaya kendisine bir eş bulmaları için gönderir. Düğün, orada aile içinde ve onun isteği doğrultusunda yapıldıktan sonra, karısı ona gönderilir.
Karısı Yanma gelir. Meğer, birbirini çocukluktan tanırlarmış. Yanma, hiç vakit geçirmeden Samet adında bir erkek ile Huriye adında bir kız çocuğu dünyaya getirir. Yanma, hiçbir dilde okuma-yazma bilmez, ama önce kreşe, sonra anaokuluna, daha sonra da ilkokula götürdüğü çocukları sayesinde Fransızca konuşmayı öğrenir. Çocuklar liseye, sonra da fakülteye giderler, artık annelerine ihtiyaçları kalmamıştır.
Yanma, mahallede alışveriş yaparken, biraz düzensiz de olsa okulda öğretilmeyen ve bir dilin dehasını gösteren kimi deyimleri de kapar. Ama, doktorların tam olarak kestiremediği, bedensel olmayan, daha çok, Fransızların karakter dedikleri hatırda görülen[1] bir hastalıktan ölür. Defnedileceği ülkesine bu şekilde yeniden döner.
Şimdilerde, Hamadi emeklidir. İki odalı evinden çok az dışarı çıkar. Çıkınca da, komşu parkta bir banka oturur, güvercinlere ekmek parçaları atarak vakit geçirir. Kuşlar da onu tanır gibidir, çünkü onu fark eden bir çok kuş derhal sevinç gösterilerine başlar, sürüler halinde çoğalır, genişler, ters hareketler yaparak titrek bir bulut gibi onun etrafında dönerler. Bu hayvancıklarla birlikteyken kelimeler gereksizdir. Ve, kesinlikle, bu binlerce kanat vuruşunun ortasında, onun yaşadığı mutluluğu ifade edecek kelime yoktur.
Hamadi eski iş arkadaşlarıyla da görüşür. Arada bir, kuşkusuz. Aile bağlarıysa kendi içinde sürer hale gelmiş ve memleketlerindeki ailenin yerine geçmiştir. Öte yandan, her Pazar özenle hazırlanan kuskus, oğlu Samet ve kızı Huriye’yle birlikte onları bir araya getirir. Yalnızca bunun için bir araya gelmezler tabii, o bunu bilir. Güzel bir günde Huriye’sinin edebiyat[2] öğretmeni çıktığını öğrenir. Şöyle düşünür: benim gibi yazmakta yetersiz kimselerin yazılarını yazacak kızım; tanrının bir lütfu o bana.
Kızı, düşüncelerini yüksek sesle ifade eden babasını dinlerken güler:
- Hayır baba! Öyle değil.
Edebiyat öğretmeninin ne olduğunu babasına anlatır. Hiçbir şey anlamaz babası, bir kelime de etmez. Oğlu bir hastanede hekimdir, ama en azından bunun anlaşılması onun için pek zor değil.
Her neyse, artık lafa karışmadan onları dinlemeyi yeğler. Ayrıldığı, kaçmadığı köyünde de zaten sessiz bir çocuktu. Belki buraya geldiğinden beri biraz daha öyle olmuştur.
Kimi zaman başkalarıyla birlikteyken de tuhaf bir biçimde, beklenmedik tarzda sesini, birden, bir rüyadan uyandırılmış gibi yükseltir ve Paris’i bütün ayrıntılarıyla tanımak için bir adamın bulunduğunu, bu kişinin de kendisi olduğunu ilan eder. Salt elleriyle bütün mahalleleri yeniden yeniden inşa etmedi mi? Bu Paris’te dolaşmak konusunu orada doğmuş olanlara, örneğin kendini bou burnous’lu sayanlara öğretirdi…
Huriye, pırıl pırıl inciler dökülen tebessümüyle, her defasında sabırla konuşur:
- Montparnasse, baba.
Ve ona kendisi gibi bou burnous dedirtemediğinde yine söyler.
- Hayır baba, Montparnasse, Montparnasse. Tekrar et.
O zaman babası dudaklarını sıkar, kırıştırıp büzerek öne çıkarır; hiçbir şey eklemez, bakışı çekilir ve ne düşündüğünü artık bilmezdi. Kızmazdı, çocuklarına karşı kızma hakkını kendinde görmezdi, Tanrı da zaten buna izin vermezdi.
Hamadi, kesinlikle Fransızca konuşmayı öğrenmedi ve hiçbir dilde okuma-yazmayı da bilmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder