12 Nisan 2020 Pazar

bir yeryüzü çizeri

Hasan Aycın’ın sıkı dostları olarak Cemal Şakar, Ömer Lekesiz ve siz, sırasıyla Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj, Hasan Aycın’ın Çizgi’si ve Çizgiyi Okumak Hasan Aycın Çizgilerinde Görselin İnşası’nı yayınladınız. Bu monografiler bir üçleme mi? Ortak paydaya baktığımızda eser üçlemesi diyebilir miyiz?
Diyebiliriz ama demeyelim isterseniz. Evet bir üçleme olabilir ama planlanmış bir üçleme değil, nasip olmuş bir üçleme. Kendi tevazuunu içkin ama bir o kadar da sınırlarını çizmenin zor olduğu bir üçleme. Bir yazardan neşet etmemiş ama aynı yürekte vücut bulanların kaleminden sadır olması itibariyle evet, olabilir. Üçleme demenin önemli bir riski var, görmezden gelmeyelim. Üçleme bir dördüncüsünü gerektirmez. Halbuki bu üç çalışma da olası müteakip çalışmaların öncelidir. Üretilmeleri esnasında selef halefi belirleyici olmuştur, selef halefin ilham ve sezdirme kaynağı olmuştur.
İlk seziş Ömer Lekesiz’e ait elbet. İlk adımı o attı. Başlatıcı o. Cemal Şakar onu izledi ama başka bir cepheden yaklaştı.  Her ikisi de Hasan Aycın’ı ve dünyasını anlamada son derece yetkin çalışmalar. Haklarını teslim edelim. Benimkiyse ikisinden mülhemdir. Dolayısıyla, bir üçlemeden çok, uslup ve içerikleri ayrı olarak birbirini izleyen üç kitap, Hasan Aycın çizgisini anlama ve anlamlama çabasında değişik açılımlarla birbirini izleyen üç kitap desek daha doğru sanki. Kitaplardaki izleklerin farklılığı yazarlardaki kaygı ortaklığına halel getirmez. Öncel olsunlar, öncü olsunlar ama üçleme olmasınlar. Üçleme bir nihayettir, bir sınırdır, dördüncüyü kabul etmeyen bir sınırlılıktır. Halbuki bir dördüncüsü, bir beşincisi de olacaktır bu çalışmaların, olmalıdır.

Müslümanca yaşamak düşüncesinin, Aycın’ın çizgilerinde ve sizin okumalarınızda altını çizmeli miyiz?
Başka neyin altını çizmeliyiz ki! Elbette öyle, ama çok kestirmeden, çok özet bir çıkarsama bu. Çünkü arz ile arş arasında, güneşin altında ne varsa onun çizgilerinde de o var. Tanıklığı nispetince var ve sadece onun bakışıyla var, sadece ona yansıyan kadarıyla var. Bu tanıklık zamanın ve zamanının farkında bir müslümanın tanıklığıdır elbet; çizgisine Allah’ın ipine tutunur gibi tutunmuş bir müslüman sanatçının yaşadığı zamana, mekana, insana, yani aleme tanıklığıdır. Bunların altını çizelim tamam ama asıl vurgulamamız gereken, bunların altını çizen çizerin çizgi dünyasıdır, çizgiyle buluşma kaygısıdır, çizgisiyle var olan bir çizerin çizgisine ayan beyan nüfuz eden kulluk idrakidir; çizgisiyle kulluk sorumluluğunu yerine getirmeye çabalayan bir çizerin çağın sorunlarıyla mücadelesi, çağın meşakkatine çizgisiyle direnişi, göğüs germesidir; kendine özgü çizgisiyle aczin serencamını dillendirmesi ama aynı zamanda, insanın hali pür melalini cüretkarca tasvirden kaçınmamasıdır. Bizim okumalarımızda da herhalde bu ve benzeri kaygılar bir nebze de olsa tebarüz etmiştir ama bunun cevabı bizde değil, okurda olmalı.
Çizgiden sızan anlam korkunç mu bazen, alışılmadık mı? Bir düğüm ya da bir açmaz mı bu yoksa netlik mi?
Niye korkunç olsun! Ama alımlayıcıyı, evet, elbette dehşete düşürebilir kimi zaman, yüreğini kanatabilir, zihin konforunu bozabilir, rahatını kaçırabilir. Bunların hepsi olur, alışılmadık mesajlar verebilir; uyarır da, korkutur da ama Hasan Aycın çizgisindeki korkunçluk korkanadır, korkması gerekenedir. Korkutmak için çizilmezler, farkettirmek için çizilirler; olası bir yarayı anlatabilmek, duruşu müstakim kılabilmek için çizilirler. Korkan varsa korksun, buna da müdahil olunmaz. Ayrıca, çizgilerin korkunçluğundan çizgilerin mükemmelliğini anlamak gerekirse, ki öyledir, ama yine de nasıl ve nereden baktığımıza bağlı. Mesaj olarak, estetik olarak, desenli desensiz olarak, zahmet ya da meşakkat üzerinden,.. hepsiyle bakılabilir. Bazen sorduğunuz gibi düğümlü, çetrefil, bazen kördüğüm, karmaşık olur, bazen yalın bir çizgi içinden çıkılamazdır, doğru ama tüm bunlar muhatabıyla ilişkilidir. Çünkü genellikle sade anlatımlı, apaçık ve besbellidirler. Bir çizginin anlaşılamaması o çizginin müphem olduğu anlamına gelmez. Çizgilerde kahir ekseriyette müphemlik yoktur, muamma yoktur. Muamma ya da müphemlik durumu, çizgilerle ünsiyet kuramayan muhataptandır. Çünkü Hasan Aycın çizgisinin dili herkesin anlayabileceği denli sarih, berrak ve nettir; okuruyla oynamaz, onunla asla şakalaşmaz. Şaka olsun diye söylemez. Dili sarih, sözü ciddi ve vakurdur, deyim yerindeyse bilgecedir.
Bilgeliği anlamak için daha büyük bir bilgelik gerekmez mi?
Gerekebilir. Daha büyük bir bilgelik aramak gerekirse onu sahih kültürel ve itikadi kodlarda bulmak mümkündür. Büyük bilgelik, açık deyişle, peygamberî deneyimde, peygamberî yaşanmışlıkta, peygamberin örneklik eden nesep ve dostlarındadır. Güncelden kopmadan köprü olmaya çalışır çizer köken bilgeliğe. Çizgiler bunu kolaylıkla ele verir. Bazen İslamın bütüncül tarihinden bir kesit, bazen Kitap’tan bir kıssa, bazen İslam düşünürlerinden bir kelam düşüverir çizginin kayıtlarına.  Bir yanda kadim bir medeniyet izleği bir yanda zamanının yaşanmışlığı köken bilgeliği inşa eder durur yeniden çizgilerde. Adalet, liyakat, hıyanet, ihtiras, fedakarlık, aşk, vefa, acz,… gibi sayısız imge de hep köken bilgeliğe ya da köken bilgeliğin sahih yaşanmışlığına yaslanır.
Murat Pay bir söyleşisinde bu çizgilerin estetik kaygı gözetmediğini ve dolayısıyla estetik açıdan değerlerdirilmemesi gerektiğini ifade etmişti. Sizce, estetik yaklaşım anlam ve ifşanın önünü açmaz mı?
Murat Pay’ın neyi kastettiğini anladığımı sanıyorum. Estetik kaygı gözetilmediği doğrudur çizgilerde. Hasan Aycın’ın böyle bir kaygıyla hareket etmediğini fehmetmekse hiç zor değil. Estetik açıdan değerlendirilmemesi gerektiği de doğru olabilir ama bu yargı, çizgilerin estetik olmadığı anlamına gelmez. Estetiği kabaca bir güzellik olarak anlayalım isterseniz; biçim olarak kendine özgülük taşıyan bir güzellik olarak düşünelim. Onun coşku ve heyecanı da bulunan bir güzellik olduğunu vehmedelim. Böylesi bir tanımlamaya estetik dersek, Hasan Aycın’ı da kolaylıkla kendi estetiğini kurmuş, inşa etmiş, nevi şahsına münhasır bir sanatkar olarak belirleyebiliriz. Onun bir estetik geleneğine bağlı bir anlayışı yoktur, bir geleneğin estetiğinden el almaz. Durum bu olunca ister istemez salt kendi estetik geleneğini, salt kendi güzellik anlayışını, belagat ve bediiyatını inşa eder. Onun bir hocası yoktur, bir önceli, bir örnekliği yoktur ama inşa ettiği görsel türün bir güzelliği vardır, kendine özgü görüntüsel bir tasarım ve stilizasyon estetiği vardır, coşkusal bir öyküleme estetiği vardır. Ama estetik olsun kaygısı taşınmadan inşa edilmişlerdir. Her biri mümtaz bir estetik göndergeyi haiz sayısız çizgisel tasarımı onun kendine özgü estetiğini, güzellik usul ve uslubunu ortaya koymaya yeterlidir. Çizgilerinde ya da çizgisel sözünde belagat ve bediiyat varsa, ki aksini iddia etmek mümkün değildir, estetik kaçınılmazdır. Ama kaynağı, felsefesi, tavrı, imge, simge ve değer düzeneği, yaratıcılığı başkacadır, bildik değildir, kendine özgüdür ve çizgisinin söyleminde, anlatısında, usul ve uslubunda içkindir. Bu bakımdan estetiği yok diyemeyiz ama bildik estetikten kasıtla değerlendirilmemek gereğini anlamak mümkündür. Sanırım Murat Pay da bunu demek istiyor. Bildik ya da öğretilmiş gölge estetiğinden, bildik ışık estetiğinden, bildik siyah beyaz estetiğinden ya da estetik kuramlarındaki köken verilerden, kuramların beslenme kaynaklarından uzak düşünmek gereği doğrudur. Bu durum onun çizgilerinin kendi kurguladığı tasarım ve öyküleme estetiğini ilga etmez, geçersizleştirmez. Estetik yaklaşım anlam ve ifşanın önünü açsın diyedir, tek amaç değildir. Tek amaç estetik olursa -ki çizgilerde böyle bir şey söz konusu değildir, tersine estetik ikincildir ya da sadece anlam ve ifşaya aracılık eden mütemmim cüzdür-, o zaman soruda ima ettiğiniz çıkarsama gerçekleşir, yani anlam ve ifşanın önü tıkanır, salt bir hazdan, salt haz üzerine kurulu bir estetikten söz edilebilir. Çizgideki estetik niyet, çizerin niyetinden bağımsız olmadığına göre, böyle bir şeyi düşlemek bile çizerin estetik kaygılarına ciddi bir haksızlık olur. Çizginin estetik kodlarını çözmek için çizerin neyi nasıl çizdiğine bakmak yeterlidir.     
Neyi çizdiğine bakarsak neden çizdiğini anlar mıyız? Ya da şöyle sorsak, neden çizdiğini anlarsak neyi çizdiğini anlar mıyız?
Elbette, yeter ki neyi çizdiğini okuyabilelim. O çizginin neden çizildiğini bir biçimde anlarız. Çizgi, çizilme gerekçesini ele verir ama bir şartla, o da dikkatli okur olmayı gerektirir. Yani çizerin dünyasına bir parça da olsa nüfuz edebilmeyi gerektirir. Bir olay, bir kişi ya da çizerin bizzat yaşadığı bir durum, belki daha önce anlatılarında yazdığı bir karakter, oradaki çizginin sebebi olabilir. Bu yüzden çizerden bağımsız değildir. Çizgi kamuya düşmeden önce çizerin gönlüne düşmüştür. Gönle düşmeyen, kaygıya, hüzne, acze karşılık gelmeyen çizgiye de gelmemiştir. Çizgide olan nedenlidir ve okura, kendi nedenini büyük ölçüde ifşa eder ama çizerin gönül evrenine bir parça sokulabilmiş okura. Neyi çizdiğini anlarsak neden çizdiğini böyle, onun kaygılarına yaklaşarak anlarız, tabi tersi de mümkün. Neden çizdiğini bilebilme imkanımız varsa, -ki çoğukez mümkün olmaz bu- neyi çizdiğini elbette daha kolay anlarız. Ayrıca çizer çizdiklerini bilinsin için çizmiştir, derdini izhar için çizmiştir, o yüzden çizgiler meçhul ya da gizli kapaklı bir söylem üretmezler.
Hasan Aycın Çizgilerinde her bir görselin inşasının tasvir ve temsil düzeyde milimetrik izahatına çalışmışsınız. İzahata çalıştıkça anlamı bozuyor muyuz?
Bilakis, görülemeyen ortaya çıkıyor. Kaynağına inilmeye çalışılıyor, konudan kopmadan, mesajdan uzaklaşmadan. Bu tutumun sıradan bakış konforunu bozabileceği doğrudur, ilk etkiyi, ilk izlenimi sarsacağı doğrudur, ama derinliğine okumalar doğası gereği buzdağının görünmeyen yüzünün üzerinde durduğunu bilerek hareket eder. Buzdağına görünmez yüzünden bakar. Görünmeyen yüzü olmasaydı buzdağının görünen yüzünün olamayacağını çok iyi bilir ve görünenin neyin üzerine oturduğunu, neyin yalın bir kesiti olduğunu anlamaya çalışır. Temsil ve tasvir düzeyinde yapılmaya çalışılan da bundan ibaret. Aslolan temsil düzeyidir, tasvir bizim için sadece bir arayüzden ibarettir. Temsil edilen olmasa temsili tasvir eden olmaz, yani anlam bozulmuyor, tersine ayrıntısıyla kavramsallaştırılıyor. Yapılmaya çalışılan kabaca bu.
Aycın’ın sanatı bize neyi öğütlüyor? Sorular mı soruyor cevaplar mı veriyor?
Sorular da soruyor, cevaplar da veriyor ama tek kelimeyle, müstakim bir yol öğütlüyor. İnatla ve ısrarla öğütlüyor. Sarsıyor, silkeliyor, kimi zaman haykırıyor, kimi zaman fısıldıyor, kimi zaman itiraz ediyor, kimi zaman el uzatıyor ama bunu yaparken söyleşmeyi hiç ihmal etmiyor, hep halleşiyor. Hasan Aycın çizgileri söyleşir, söyleşen çizgilerdir. Herkesle ve her dilden söyleşir. Çizgisinin dili başkaca dillerle iletişim kuran insanlarla da söyleşir. Yeryüzünün bir köşesinde onu tanıyan ya da tanımayan herhangi bir insan onun çizgilerinden bir şeyler çıkarabilir. Çizer, dilini bilmedikleriyle de söyleşir. Sadece iyilerle değil kötülerle de söyleşir, alan alacağını alsın kalan kalacağına kalsın diye. İmge ve simge diline tutunarak tüm insanlarla söyleşen çizgiler, çizerini yeryüzü çizeri yapar ve öğüdünü yerelde bırakmaz.
İmgesel ve simgesel düzlemde çığır açan böyle bir değerin ulusları aşması gerekmez mi? Bunca yayınevi ve imkan varken Hasan Aycın çizgileri neden ötelere geçmiyor?
Hasan Aycın ömrünce çizdi, ömrüyle çizdi, çizgi ile ömürlendi. Takdir onda böyle tecelli etti. O da hakkını verdi, gayrısının umurunda olduğunu sanmıyorum. Ama umurunda olması gerekenleri ilgilendiren bir soru bu. Ayrıca, bunca yayınevi varken dediğiniz zamanlar çok yenide. İmkanlar çok yenide. Fakat imkansız dönemlerde bile yurtdışında kimi dergilerde çizgileri çıktığını hatırlıyorum. Yine de çıkıyordur belki. Bilmiyorum, kendisi de bilmiyor olabilir. Ancak gereği gibi yani kendi coğrafyasına sığmayan bir yeryüzü çizerinin hakkı teslim edilmiyor diyorsanız, haklısınız. Ama gelecek yüzyıllar onun hakkını çağdaşlarından daha fazla teslim edecektir, bunun farkındayım. Hasan Aycın çizgileri yeryüzüne bırakılmış çizgilerdir. Aktarma, iletme kaygısı taşıması gereken kişi ve kurumların sorunuzdaki kaygı ve hassasiyetten kendilerine görev çıkarmalarını umalım ve bir kültür politikasının, bir sanata özgü iletişim yönetiminin eksikliğini her anlamda derinden hissettiğimizi de sorunuzdan istifadeyle ifade etmiş olalım.


(*) Söyleşen : Abdullah Yalın Karadağ, YEDİ İKLİM, SAYI 361, NİSAN 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder