12 Temmuz 2012 Perşembe

mükerrem şehirde



Mükerrem ve Münevver Şehirlerde - II
Mete Çamdereli

İlk eve yolculuk vaktidir artık. Vakte uymak gerek. Hemen hazırlanmalı ve ayrılığın sabrını, kavuşmanın sevincini kuşanmalı. Habibullah’tan kabetullah’a, ensarın çıktığı yolculuğa çıkmak zamanı. Nebi’den, ravza’dan, mescit’ten, cennet’ül baki’den eksile eksile ayrılmak zamanı; hicret yolunu eksile eksile eksiltmek zamanı.
Habibullah’tan beytullah’a
Son peygamberden ilk eve, ensardan mühacirinin yüreğine, tamamlanmış hicret yolunu eksiltmeye doğru seyahat. Bir misafirlikten diğerine, evin sahibi’ne, mülkün sahibi’ne doğru bir seyahat; sanki yüzyıllardır beklediğim seyahat. Lütfet evini, kabul et makamına; Sevgili’nin selamıyla geliyorum Kabe’ne.
Yatsıdan sonra Medine’den Mekke’ye ensar gibi heyecan içinde yola çıkıyoruz. İlk mola ve ilk niyet Zülhuleyfe’de. Zülhuleyfe Mekke yolunda ve Medine’ye birkaç km uzakta. Medine’ye en yakın mikat yeri; Allah resulünün veda haccına giderken ihrama girdiği yer, ihrama girme zamanının geldiğini fısıldayan yer. Oraya hemen varıyor ve bundan böyle bir karıncayı bile incitmeyeceğimize orada söz veriyoruz. İçim ferahlıyor caminin avlusunda. Avlunun ortasında kubbemsi bir mekan var. İçinde su içmek için üç dört ayaklı yüksek bir çeşme. Karşım kıble. Her şeyden soyunmuş ve kendimi giyinmiş olarak serin bir ihram namazı. Niyet ve coşku dolu ilk dualar; Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk…
Yol ağır, yolculuk ağır, kavuşmak çileli. Yolun kasisleri ile kamyondan bozma otobüsün sarsıntıları geceyi uykusuz geçirmemize yetiyor. Varınca, yorgunluk hafifliyor; doğru Mescid’ül Haram’a. Ezan okunmaya başlıyor Kabe’de. Mescid’e girmeden, Kabe’yi görmeden oracıkta çağrıya uyuyor, vakte tutunuyoruz.
Vakt-i salahın müntehası vuslat vakti; sıla hasretinin nihayet vakti. Geldim Allah’ım, yettim, evine eriştim; arzın ilk evine, arzdaki ilk evine, senin evine yetiştim. Bana kapılarını aç mescidine gireyim, beytini göreyim, her yanımla evine kavuşayım. İzin ver, sılayı vuslata evireyim, sılamı vuslat edeyim; tamamlanayım.
Ey beytü’l haram, ey beytü’l muharrem, ey beytü’l atik, ey beytü’l mamur, ey beytullah, ey Allah’ın evi, erişiyorum sana. Göz kapaklarımla heyecanımı perdeliyor, adımlarımı sıkılaştırıyor, kavuşma anını duyumsamaya çalışıyorum. Refikamın uyarısıyla usulca perdeyi kaldırıyor, Kabe’ye bakıyorum, kabetullaha bakıyorum; müeddep ama hayran, müeddep ama şaşkın, müeddep ama sarhoş... Kabe’m karşımda, kıblem karşımda, tam karşımda; ilk bakış, ilk karşılaşma, ilk temaşa, ilk seyir, ilk vuslat… her şey ilk; secdeler ilk, gözyaşları ilk, gönül ve akıl tutulması ilk. Geldim Allah’ım geldim, arza değen dudaklarla, arşa yükselen dualarla geldim. ilk kez geldim. Beytine vuslat istedim, lütfeyledin, davet ettin. Davetine icabet edenleri gözettiğin gibi beni de gözet. Aczimi ifade etmek için, rızanı talep etmek için buradayım. Kulluğumu idrak etmek, deruhte etmek için buradayım. Neslim ve ceddim için buradayım. Ümmetin mazlumları için buradayım, tüm yaratılmışlar için buradayım. Bağışlanma dilemek için buradayım. Geldim Allah’ım, emrindeyim.
Doğruluyorum. Kabe’nin akan seline kendimi bırakıyorum; ne bir eksiğim ne bir fazla. Hacerül Esved’i selamlıyor, avuçlarımı öpüyor, ümmete eklemleniyorum, ümmet de bana. Dönüyoruz; her bir şavt bağışlanma, her bir şavt arz-ı hal, her bir şavt talep, her bir şavt tasdik, her bir şavt tekbir, her bir şavt fenâ. Dönüyor karışıyor, dönüyor karılıyoruz; dönüyor düğümleniyor, dönüyor kenetleniyoruz; yek vücut oluyoruz, kopmamacasına.
Tavafın vedası hüzün; İbrahim’den Hacer’e, Hacer’den İsmail’e uzanan hüzün. Safa tepesi hüzün. Merve tepesi hüzün. Arası tastamam hüzün. Koşar adım şavt hüzün. Kabe’nin eteğinde bekleyen İsmail hüzün. Hacer’in ismail’e bakışı hüzün, İsmail’i anlık terkedişi hüzün. Safa Merve arası hüzün. Hacer’in ayak izleri hüzün. Biçare Hacer’in İbrahimsiz bırakılmışlığı hüzün. Hacer’in teslimiyeti hüzün. Hacer’in canhıraş Merve’ye tırmanışı hüzün, canhıraş ricatı hüzün. İsmail’i telaşla arayan, ama görünce soluklanan gözleri hüzün. İsmail Hacer’e teslim. Hacer ismail’e. Hacer’in aczi ve meşakkati, İsmail. İsmail’in muvaffakiyeti Hacer. İsmail Hacer’e soluk, Hacer İsmail’e serinlik. Ve zemzem.
Zemzem, lütuf ve armağan. Zemzem, teslimiyet imtihanının kazanılmışlığı. Zemzem, ümmete Hacer’in hakedilmiş armağanı. Zemzem insanlığa Hacer’in teslimiyet dersi. Hacer’in armağanı İsmail. İsmail’in armağanı Hacer… Bir yanım İsmail, bir yanım Hacer, bir yanım İbrahim, bir yanım Kabe ama her yanım teslimiyet. Zemzemi oluk oluk içiyor ve traş oluyorum. Zemzemin serinliği derunumda; ihramla buluşmanın, ihrama kavuşmanın, ihramı tamamlamışlığın müsterihliği iliklerimde.
Tamamlama ve tamamlanma uğraşının nihayetinde sevimli bir çocuk bana gülümsüyor. İsmail bana gülümsüyor sanki. Kıvır kıvır saçları ve esmer teniyle arap bir çocuk; mütebessim. İzin istiyorum ebeveyninden. Kucağıma alıyorum, seviyorum. İsmail’i sever gibi seviyorum onu. Adının Cemal olduğunu öğreniyorum, ama İsmail’in yumuk topuklarını öper gibi öpüyorum yanaklarından. Sadakati öğret bana İsmail, teslimiyeti öğret bana İsmail, bana kulluğu öğret İsmail...
İsmail ile düşlerde buluşmak niyazıyla bir uyku molası veriyoruz. Sonrası Cuma vakti ve inanılmaz bir kalabalık. Ümmetin çokluğu Kabe’nin övüncü, Kabe’nin sevinci. Ümmet Kabe’ye çok yakışıyor. Kabe ümmetle doluyor, ümmetle genişliyor. Kabe’de irat edilen hutbe ümmeti genişletiyor. Tutumluluk üzerineymiş hutbe; refikamın sol yanında hutbeyi dinleyen mağripli hanımdan öğreniyorum bunu. İkindi öncesi ikinci katta tavaf. Kabe’den uzaklaşmışlık duygusu kaplıyor birden içimi. Yakın olmalı, daha yakın, tavaf yakından olmalı, diye kendimle söyleşirken, çağrıyı işitiyor ve itaat ediyorum. Mola, bu kez salat için. Salatın müntehası şavtın tamamlanması; dönüyor, dönüyor, dönüyoruz. Her şey gibi, herkes gibi, her yan gibi, arz ve arş gibi, herkesle birlikte, aynı zaman ve mekanda dönüyoruz. Yatsıdan sonra bir daha, dönüyor, dönüyor, dönüyoruz. Tövbe, istiğfar, rahmet ve selam; tam gün tavaf, tam gün dua. Dua, durmaksızın dua. Kabe’de dua.
Kabetullah’ta vakt-i tavaf
Günü belirleyen ve her başlangıcı hatırlatan tek şey sabah ezanı ve sabah namazı. Gayrisi zamansızlık. Zaman fark edilmiyor. Günler ayırt edilmiyor. Akıyor zaman zamansızlıkta farkına varmadan. Tek zaman zamansızlığın zamanı, vakitlerin zamanı. Günler arasında fark yok. Zamanlar arasında fark yok. Zamanlar yok, vakitler zaman. Günlük zamanı değiştiren tek vakit Cuma, diğerleri aynı zamansızlıkta. Tüm zamanlar zamansız Kabe vaktinde. Kabe bize bakıyor, biz Kabe’ye. Kabe bize akıyor biz Kabe’ye. Kabe’de bütünleşiyoruz zamansız, Kabe’de olgunlaşıyoruz zamansız. Kabe’de tamamlanıyoruz zamansız. Kabe biziz, biz kabe...
*
Mescide girerken, mescitte ya da zaman zaman mescitten uzaklaşmak gerektiğinde içerde veya dışarıda karşılaştığımız temizlik görevlilerinin içten selamına mazhar oluyoruz. Ancak bunun sadece sünnet gereği bir selam mübadelesi olmadığını, daha çok ziyaretçilerin tasaddukuna mazhar olma çabası olduğunu anlıyoruz.
*
Mescit çıkışı kafamızı kaldırmamaya özen gösteriyoruz. Ama görmemek mümkün olmuyor. Her çıkışta, Kabe’nin bir adım ötesinde koskocaman bir bina ile karşılaşıyoruz. Dev bir bina; estetikten yoksun gayri insani bir gökdelen, insafsız alışveriş merkezleri, oteller, çarşılar, kuleler… Arınmışlığı ve arınmışları tehdit eden ve ismiyle müsemma olmayan bir kapitalizm tapınağı; israf ve ihtiras cinneti. İblisin yeryüzünde uğramayacağı tek mekanın yanıbaşında mütekebbir bir densizlik; mümin yüreklere cehennem azabı. Putlar cahiliyede Kabe’deydi, postmodern cahiliyede iblisin şişinerek gezdiği her yerde; Kabe’nin yanında, İbrahim’in put kırdığı yerin yanıbaşında. İbrahim yine putları kır; yakınımdaki putları kır, ‘içimdeki putları kır İbrahim’, gözümdeki putları kır, nefsimdeki putları kır, nebevi mirası tehdit eden her putu kır İbrahim; devrin putlarını devir, devranı evir İbrahim.
*
Kabe’de vakitler dışındaki zamanlar şantiye gürültüsüne mahpus. Vakitler dışında kendi sesinizi ve nefesinizi işitmekten mahrumsunuz. Kesif ve keskin gürültü Kabe’nin içinde de dışında da yakalıyor beni; sesimi, nefesimi ve zihnimi durmaksızın örseliyor. Medine istasyonunun yapımında rayların altına keçe döşendiği ve çekiçlere keçe sarıldığı rivayetlerini düşünüyor ve duyarlılıkların körleşmesine kahroluyorum.
*
Akşam vakti girerken gök gürlüyor Kabe’de, bulutlar kararıyor fakat yağmur düşmüyor. Yatsı serin, tavaf serin. Ayaklar çıplak. Ayaklarla topuklar yeryüzü fotoğrafı; toplu, şişman, zayıf, çelimsiz, siyah, beyaz adımlar ile kadın, erkek, çocuk, genç ve yaşlı adımları. Resmini nakşetmeye çalışıyorum belleğime, birbiri ardı sıra seyreden topukların, rahmani yoldaki adımların. Birden adımlardan birinin geri döndüğünü farkediyorum. Tavafta kalabalığı yararak gerisin geriye dönen bir abdullahın ne yapmaya çalıştığını merak ediyorum. Bir yandan ilerliyor bir yandan dönüp arkama bakıyorum. Geriye güçlükle giden abdullah birine bir şeyler söylüyor, mahçup bir şekilde dil döküyor, beden dilinden anladığım kadarıyla muhatabından özür diliyor. Muhatabına bakıyorum bu kez. İçim acıyor birden; âmâ bir abdullah. Gerisin geriye giden abdullahın, mümin kardeşinin âmâ olduğunu farketmeden ittiğini, onun âmâ olduğunun yanındakilerce kendisine hatırlatıldığını, sonra özür dilemek için gerisin geriye döndüğünü anlıyorum. Yanındakilere yetişmek için tavaf yönünde yeniden ilerlemeye çalışan abdullahın, vicdan azabının içini kemirdiği her halinden belli, bitkin bir şekilde yere bakarken göz pınarları ıpıslak. Aynı âmâya başka bir şavtta ben de rastlıyorum. Hafif eğrilen güzergahını düzeltmeye çalışıyorum ama nafile. Bırak kolumu dercesine kımıldanıyor. Hemen bırakıyorum kolunu. Yollarını ayetlerden işaretler üzerine kuranların başkaca bir mihmandara niye ihtiyacı olsun ki…
Şavtlar tamamlanırken birileri ayaklarımdan iteliyor, bakıyorum ayakları olmayan, daha doğrusu belinden aşağısı olmayan bir abdullah kendisine yol açmamı istiyor. Talebine hemen mukabele ediyor ve ona yol açıyorum. Herkes benim gibi yapıyor. Elleriyle yerden güç alarak sürdüğü bilyalı ilkel arabasıyla şavtları tamamlamaya çalışıyor. Bense sözün bittiği yerdeyim.
Yarın Hira’ya ve Arafat’a gideceğiz. Yüreğim yine pır pır…
Kelamullah ve arz-ı vuslat
Hira’dan ve Arafat’tan önce Sevr dağı. Sevr dağı, Sevr mağarası’nı gizliyor; Sevr mağarası da resulü, resulün meşakkatini, Ebu bekr ile paylaştığı çile güzergahını. Sevr, resul ile Ebubekir’e korunak, gözlere set çeken rahmani himaye, tuzakları boşa çıkaran nebevi aklın stratejisi. Uzaktan bakıldığında dahi çok yüksek Sevr; başdöndürücü şahikalarıyla göze çok ırak. İlahi dava için yaşamak arzusu Sevr; tırmanışta kurtuluş. Sevr’de bekleyen Nebi sessiz, mağara sessiz. Ayak sesleri dışarıda. İçerinin sesi, resul ile sadık dostunun duvarları yalayan soluğu; hicrete çıkışın ilk hüznü. Kayalıklar bugün bile o günün hüznü; biraz siyah, biraz gri.
*
Arafat, yeterince küçük bir tepe; yeryüzü hüznü, yeryüzünün hüznü. Adem ile Havva’nın yeryüzü vuslatı. Adem ve Havva ile yeryüzü vuslatımız. Yeryüzü yazısının başlangıcı, insanlık serüveninin bilgisi, ilmullahın tecellisi. Bilginin, bilgilenmenin Kelamullahın tepesi Arafat. Yeryüzü bilgisinin Adem ile Havva’daki tezahürü ve insandaki idraki; ceza ile merhametin idraki, celal ve cemalin idraki. Başlangıcın ve yeniden başlangıcın tepesi Arafat; buluşma, büyük buluşma ve hep buluşmanın tepesi Arafat. Buluşup tamamlanma, tanıklıkla tamamlanma Arafat. Adem’den habibullah’a dek tamamlanma. Veda ile tamamlanma, kelimetullah ile tamamlanma, resulullah’ın hitabı ile tamamlanma. Ümmet ile tamamlanma. Tamamlanmışlığa tanığım ya rab. Resul’ün vasiyet ve nasihatine tanığım. Tanıklığıma şahit ol ya rab. Arafat’ta ihrama sarınmış umre niyetimi ahsen ve müyesser eyle; sevabını mazlumlara, ahbabıma, ceddime ve neslime nail eyle.
Arafat’da, bir niyetin sorumluluğunu üstlenecek kadar kalsak da, Muzdelife’de geceleyemediğimizden hacca vakıf olamıyoruz. Müzdelife vakfesi, hacc zamanı haccın vukufiyeti ve idraki zira. Boynum bükük. Bir şafak vaktine Müzdelife’de vakıf olabilmek niyazıyla Mina’ya doğru ilerliyoruz. Mina şeytanın, şeytanların taşlandığı, şeytanın gözünün kör edildiği yer. İbrahim’e şeytanın musallat olduğu yer. Kovalıyor şeytanı İbrahim; gitmiyor. Kovalıyor, gitmiyor. Bir taş atıyor, gitmiyor. Sonunda, öyle bir taş fırlatıyor ki öfkeyle, ‘gözün kör olsun’ diyor. Kör oluyor şeytan. İbrahim’den alıyor alacağını, ibrahim’den buluyor bulacağını. Ancak vazgeçmiyor şeytan bugün vazgeçmediği gibi, tabii ki İbrahim de vazgeçmiyor, onun nesli de. O gün bu gün şeytanın tasallutunu kırmak için hep onu taşlamak gerekiyor, hep İbrahim gerekiyor, hep İbrahim’in nesli gerekiyor. Sözle taşlanıyor şeytan; buğz ile taşlanıyor, el ile taşlanıyor ama vazgeçmiyor şeytan, İbrahim de vazgeçmiyor, ibrahim’in nesli de. Şeytan şeytanlığını yapıyor o gün de bugün de, İbrahim de elbet İbrahimliğini. Allahım bizi İbrahim’e yakın tut, ilahi adaletin mümessili İbrahim’in ümmetinden koparma, şeytanın lanetine bırakma bizi. Şeytanın şerrinden sana sığınırım; ısrarı az olan küçüğünden de, ısrarı çok olan ortancasından da, laf anlamayan büyüğünden de sana sığınırım; gözü hiç bir şey görmeyen, kör şeytana ilenir, muhafaza için sana sığınırım.
*
Hira, Nur Dağı’nda bir sığınak, nur yağmış dağda ilahi bir korunak. Dağ ile mağara, Nur ile Hira, yer ile gök ve mukadder buluşma. Hira mağarası yemyeşil bir örtü, Nur Dağı masmavi bir hami. Nur bir inşirah, Hira bir genişleme. Hira nurda vakur bir ulvilik, Hira nurda vakur bir yücelik, Hira nurda vakur bir ihtişam. Hira metrelerce çaba, Hira saatlerce inziva, Hira günlerce tefekkür ve sonunda Hira anlık mukabele; Cebrail ile resul’ün, resul ile Hatice’nin, Hatice ile ümmetin ilk mukabele anları: ikra biismi rabbikellezi halak… Nur ürperiyor, Hira ürperiyor, resül ürperiyor, Hatice ürperiyor, ümmet ürperiyor.
Hira, vahyin varoluşa, varoluşun nura doğduğu, Nur’da doğduğu mağara. Nur Dağı muttaki, Nur Dağı muvahhit, Nur Dağı muhsin. Nur Dağı vahiy dağı, Nur Dağı mukabele dağı, Nur Dağı hakikat dağı, Nur Dağı nebi teriyle apaydınlık, etekleri nebi adımlarıyla tertemiz. Hira, buram buram nebi kokusu, buram buram vahiy coşkusu. Hira, vahye tanıklık etmiş ilk ocak…
*
Vahyin nurunu ve nebinin aydınlığını müşahade ediyor ve nebevi idrakin gönlümüzde teçhizi için niyazlarda bulunuyorum. Sonra tekrar Kabe, tekrar umre, tekrar salat, tekrar tavaf; güneş sımsıcak, ama yakmıyor. Yeryüzünün yeryüzünden olmayan tek tanığı olarak Hacerül esved’in tanıklığı baki; şavtlar ona işaretle, başlangıç ona işaretle, nihayet yine ona işaretle. Saçın iki teli nihayetin teyidi, ihramın sükunu.
İhram, dillenecek olsa, Kabe’den tekliğe, teklikten daireselliğe, dairesellikten birliğe, birlikten eşitliğe doğru gidiverecek gibi. Kimsenin kimseden farklı olmadığını vurgulayacak, kimsenin kimseye bir üstünlüğü olmadığını Nebi’nin ağzından haykıracak gibi: ey tüm kavimler! hey tüm kavimler! ya eyyühennas! ‘arabın arap olmayana, arap olmayanın da arap üzerine bir üstünlüğü yoktur; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur’. Hırs ve ihtiraslarımız ihram bilinciyle soluklansın.
*
Mimarisiyle bir yanı mağrip bir yanı maşrık izleri taşıyan Kabe Mescidi’nde Müslüman coğrafyayla birlikte geçen günler nihayete ererken bir yandan yeni tanıklıklar edinmeyi sürdürüyorum. Böylesi bir tanıklığın hiç bitmemesini niyaz ederken, tavafta, tavaf yapanların işini kolaylaştırmaya çalışanları fark ediyorum: Kiminin elinde zemzem, susayana ikram ediyor; kiminin elinde poşet rulosu, ayakkabıları ellerinde olanlara uzatıyor; kimi hurma dağıtıyor, ihtiyacı olan da olmayan da alıyor.
Kabe, büyük buluşmanın, muhteşem dayanışmanın, birlikte nefes almayı öğrenmenin mekanı. Herkes burada ama kimse yok; yer yok, gök yok, arka yok, ön yok, alt yok, üst yok, sağ yok, sol yok, renk yok, yaş yok, cins yok, varlık yok, kapıya ve pencereye hacet yok. Varolan tek şey yokluk. Putların kırıldığı, nefislerin azdırılmadığı, hırsların hatırlanmadığı bir uzamda yoklukta varoluşu idrak ediyoruz. Aslında hep varoluştayız, yokoluşta varoluştayız, varlığımız birbirine kenetlenmiş olarak varoluştayız, birlikte varoluştayız, tavafta ve her yerde varoluştayız, başkaca bir varoluş yok…
Ne çok alıştım sana Mekke, kabe’min şehri, kıblemin şehri; vuslatımın, varoluş idrakimin şehri. Başlangıcımın ve nihayetimin şehri. Senden ıraklığımda, Altınoluk’a yöneldikçe yine Kabe’nde olacağım.
İlk ayrılık
Son fecir, son zuhur, son asr, son mağrip, son işa ve tüm vakitler Kabe; her yer bembeyaz…
Mükerrem ve münevver şehirlere, birbirine aşık olduğu rivayet edilen şehirlere, Mekke ile Medine’ye şimdilik veda vakti. Ayrılırken, yeniden kavuşma duaları ve yeni günün ışıkları. Refikam yanımda. Adem ile Havva gibi bakıyoruz ufka.
Ey aşık şehirler! şükran cezira; güneşin uğurluyor bizi…


(Yedi İklim, Sayı 270, Eylül 2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder