Mükerrem ve Münevver Şehirlerde - II
Mete Çamdereli
İlk eve yolculuk vaktidir artık. Vakte uymak gerek. Hemen
hazırlanmalı ve ayrılığın sabrını, kavuşmanın sevincini kuşanmalı. Habibullah’tan
kabetullah’a, ensarın çıktığı yolculuğa çıkmak zamanı. Nebi’den, ravza’dan,
mescit’ten, cennet’ül baki’den eksile eksile ayrılmak zamanı; hicret yolunu
eksile eksile eksiltmek zamanı.
Habibullah’tan beytullah’a
Son peygamberden ilk eve, ensardan mühacirinin yüreğine,
tamamlanmış hicret yolunu eksiltmeye doğru seyahat. Bir misafirlikten diğerine,
evin sahibi’ne, mülkün sahibi’ne doğru bir seyahat; sanki yüzyıllardır
beklediğim seyahat. Lütfet evini, kabul et makamına; Sevgili’nin selamıyla
geliyorum Kabe’ne.
Yatsıdan sonra Medine’den Mekke’ye ensar gibi heyecan içinde yola
çıkıyoruz. İlk mola ve ilk niyet Zülhuleyfe’de. Zülhuleyfe Mekke yolunda ve
Medine’ye birkaç km uzakta. Medine’ye en yakın mikat yeri; Allah resulünün veda
haccına giderken ihrama girdiği yer, ihrama girme zamanının geldiğini
fısıldayan yer. Oraya hemen varıyor ve bundan böyle bir karıncayı bile
incitmeyeceğimize orada söz veriyoruz. İçim ferahlıyor caminin avlusunda.
Avlunun ortasında kubbemsi bir mekan var. İçinde su içmek için üç dört ayaklı
yüksek bir çeşme. Karşım kıble. Her şeyden soyunmuş ve kendimi giyinmiş olarak
serin bir ihram namazı. Niyet ve coşku dolu ilk dualar; Lebbeyk Allahümme
lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk…
Yol ağır, yolculuk ağır, kavuşmak çileli. Yolun kasisleri ile
kamyondan bozma otobüsün sarsıntıları geceyi uykusuz geçirmemize yetiyor.
Varınca, yorgunluk hafifliyor; doğru Mescid’ül Haram’a. Ezan okunmaya başlıyor
Kabe’de. Mescid’e girmeden, Kabe’yi görmeden oracıkta çağrıya uyuyor, vakte
tutunuyoruz.
Vakt-i salahın müntehası vuslat vakti; sıla hasretinin nihayet
vakti. Geldim Allah’ım, yettim, evine eriştim; arzın ilk evine, arzdaki ilk
evine, senin evine yetiştim. Bana kapılarını aç mescidine gireyim, beytini
göreyim, her yanımla evine kavuşayım. İzin ver, sılayı vuslata evireyim, sılamı
vuslat edeyim; tamamlanayım.
Ey beytü’l haram, ey beytü’l muharrem, ey beytü’l atik, ey beytü’l
mamur, ey beytullah, ey Allah’ın evi, erişiyorum sana. Göz kapaklarımla
heyecanımı perdeliyor, adımlarımı sıkılaştırıyor, kavuşma anını duyumsamaya
çalışıyorum. Refikamın uyarısıyla usulca perdeyi kaldırıyor, Kabe’ye bakıyorum,
kabetullaha bakıyorum; müeddep ama hayran, müeddep ama şaşkın, müeddep ama
sarhoş... Kabe’m karşımda, kıblem karşımda, tam karşımda; ilk bakış, ilk
karşılaşma, ilk temaşa, ilk seyir, ilk vuslat… her şey ilk; secdeler ilk,
gözyaşları ilk, gönül ve akıl tutulması ilk. Geldim Allah’ım geldim, arza değen
dudaklarla, arşa yükselen dualarla geldim. ilk kez geldim. Beytine vuslat
istedim, lütfeyledin, davet ettin. Davetine icabet edenleri gözettiğin gibi
beni de gözet. Aczimi ifade etmek için, rızanı talep etmek için buradayım.
Kulluğumu idrak etmek, deruhte etmek için buradayım. Neslim ve ceddim için
buradayım. Ümmetin mazlumları için buradayım, tüm yaratılmışlar için buradayım.
Bağışlanma dilemek için buradayım. Geldim Allah’ım, emrindeyim.
Doğruluyorum. Kabe’nin akan seline kendimi bırakıyorum; ne bir
eksiğim ne bir fazla. Hacerül Esved’i selamlıyor, avuçlarımı öpüyor, ümmete
eklemleniyorum, ümmet de bana. Dönüyoruz; her bir şavt bağışlanma, her bir şavt
arz-ı hal, her bir şavt talep, her bir şavt tasdik, her bir şavt tekbir, her
bir şavt fenâ. Dönüyor karışıyor, dönüyor karılıyoruz; dönüyor düğümleniyor,
dönüyor kenetleniyoruz; yek vücut oluyoruz, kopmamacasına.
Tavafın vedası hüzün; İbrahim’den Hacer’e, Hacer’den İsmail’e uzanan
hüzün. Safa tepesi hüzün. Merve tepesi hüzün. Arası tastamam hüzün. Koşar adım
şavt hüzün. Kabe’nin eteğinde bekleyen İsmail hüzün. Hacer’in ismail’e bakışı
hüzün, İsmail’i anlık terkedişi hüzün. Safa Merve arası hüzün. Hacer’in ayak
izleri hüzün. Biçare Hacer’in İbrahimsiz bırakılmışlığı hüzün. Hacer’in
teslimiyeti hüzün. Hacer’in canhıraş Merve’ye tırmanışı hüzün, canhıraş ricatı
hüzün. İsmail’i telaşla arayan, ama görünce soluklanan gözleri hüzün. İsmail
Hacer’e teslim. Hacer ismail’e. Hacer’in aczi ve meşakkati, İsmail. İsmail’in
muvaffakiyeti Hacer. İsmail Hacer’e soluk, Hacer İsmail’e serinlik. Ve zemzem.
Zemzem, lütuf ve armağan. Zemzem, teslimiyet imtihanının
kazanılmışlığı. Zemzem, ümmete Hacer’in hakedilmiş armağanı. Zemzem insanlığa
Hacer’in teslimiyet dersi. Hacer’in armağanı İsmail. İsmail’in armağanı Hacer…
Bir yanım İsmail, bir yanım Hacer, bir yanım İbrahim, bir yanım Kabe ama her
yanım teslimiyet. Zemzemi oluk oluk içiyor ve traş oluyorum. Zemzemin serinliği
derunumda; ihramla buluşmanın, ihrama kavuşmanın, ihramı tamamlamışlığın
müsterihliği iliklerimde.
Tamamlama ve tamamlanma uğraşının nihayetinde sevimli bir çocuk
bana gülümsüyor. İsmail bana gülümsüyor sanki. Kıvır kıvır saçları ve esmer
teniyle arap bir çocuk; mütebessim. İzin istiyorum ebeveyninden. Kucağıma
alıyorum, seviyorum. İsmail’i sever gibi seviyorum onu. Adının Cemal olduğunu
öğreniyorum, ama İsmail’in yumuk topuklarını öper gibi öpüyorum yanaklarından.
Sadakati öğret bana İsmail, teslimiyeti öğret bana İsmail, bana kulluğu öğret
İsmail...
İsmail ile düşlerde buluşmak niyazıyla bir uyku molası veriyoruz.
Sonrası Cuma vakti ve inanılmaz bir kalabalık. Ümmetin çokluğu Kabe’nin övüncü,
Kabe’nin sevinci. Ümmet Kabe’ye çok yakışıyor. Kabe ümmetle doluyor, ümmetle
genişliyor. Kabe’de irat edilen hutbe ümmeti genişletiyor. Tutumluluk
üzerineymiş hutbe; refikamın sol yanında hutbeyi dinleyen mağripli hanımdan
öğreniyorum bunu. İkindi öncesi ikinci katta tavaf. Kabe’den uzaklaşmışlık
duygusu kaplıyor birden içimi. Yakın olmalı, daha yakın, tavaf yakından olmalı,
diye kendimle söyleşirken, çağrıyı işitiyor ve itaat ediyorum. Mola, bu kez
salat için. Salatın müntehası şavtın tamamlanması; dönüyor, dönüyor, dönüyoruz.
Her şey gibi, herkes gibi, her yan gibi, arz ve arş gibi, herkesle birlikte,
aynı zaman ve mekanda dönüyoruz. Yatsıdan sonra bir daha, dönüyor, dönüyor,
dönüyoruz. Tövbe, istiğfar, rahmet ve selam; tam gün tavaf, tam gün dua. Dua,
durmaksızın dua. Kabe’de dua.
Kabetullah’ta vakt-i tavaf
Günü belirleyen ve her başlangıcı hatırlatan tek şey sabah ezanı
ve sabah namazı. Gayrisi zamansızlık. Zaman fark edilmiyor. Günler ayırt
edilmiyor. Akıyor zaman zamansızlıkta farkına varmadan. Tek zaman zamansızlığın
zamanı, vakitlerin zamanı. Günler arasında fark yok. Zamanlar arasında fark
yok. Zamanlar yok, vakitler zaman. Günlük zamanı değiştiren tek vakit Cuma,
diğerleri aynı zamansızlıkta. Tüm zamanlar zamansız Kabe vaktinde. Kabe bize
bakıyor, biz Kabe’ye. Kabe bize akıyor biz Kabe’ye. Kabe’de bütünleşiyoruz
zamansız, Kabe’de olgunlaşıyoruz zamansız. Kabe’de tamamlanıyoruz zamansız.
Kabe biziz, biz kabe...
*
Mescide girerken, mescitte ya da zaman zaman mescitten uzaklaşmak
gerektiğinde içerde veya dışarıda karşılaştığımız temizlik görevlilerinin içten
selamına mazhar oluyoruz. Ancak bunun sadece sünnet gereği bir selam mübadelesi
olmadığını, daha çok ziyaretçilerin tasaddukuna mazhar olma çabası olduğunu
anlıyoruz.
*
Mescit çıkışı kafamızı kaldırmamaya özen gösteriyoruz. Ama
görmemek mümkün olmuyor. Her çıkışta, Kabe’nin bir adım ötesinde koskocaman bir
bina ile karşılaşıyoruz. Dev bir bina; estetikten yoksun gayri insani bir
gökdelen, insafsız alışveriş merkezleri, oteller, çarşılar, kuleler…
Arınmışlığı ve arınmışları tehdit eden ve ismiyle müsemma olmayan bir kapitalizm
tapınağı; israf ve ihtiras cinneti. İblisin yeryüzünde uğramayacağı tek mekanın
yanıbaşında mütekebbir bir densizlik; mümin yüreklere cehennem azabı. Putlar
cahiliyede Kabe’deydi, postmodern cahiliyede iblisin şişinerek gezdiği her
yerde; Kabe’nin yanında, İbrahim’in put kırdığı yerin yanıbaşında. İbrahim yine
putları kır; yakınımdaki putları kır, ‘içimdeki putları kır İbrahim’, gözümdeki
putları kır, nefsimdeki putları kır, nebevi mirası tehdit eden her putu kır
İbrahim; devrin putlarını devir, devranı evir İbrahim.
*
Kabe’de vakitler dışındaki zamanlar
şantiye gürültüsüne mahpus. Vakitler dışında kendi sesinizi ve nefesinizi
işitmekten mahrumsunuz. Kesif ve keskin gürültü Kabe’nin içinde de dışında da
yakalıyor beni; sesimi, nefesimi ve zihnimi durmaksızın örseliyor. Medine
istasyonunun yapımında rayların altına keçe döşendiği ve çekiçlere keçe
sarıldığı rivayetlerini düşünüyor ve duyarlılıkların körleşmesine kahroluyorum.
*
Akşam vakti girerken gök gürlüyor
Kabe’de, bulutlar kararıyor fakat yağmur düşmüyor. Yatsı serin, tavaf serin.
Ayaklar çıplak. Ayaklarla topuklar yeryüzü fotoğrafı; toplu, şişman, zayıf,
çelimsiz, siyah, beyaz adımlar ile kadın, erkek, çocuk, genç ve yaşlı adımları.
Resmini nakşetmeye çalışıyorum belleğime, birbiri ardı sıra seyreden
topukların, rahmani yoldaki adımların. Birden adımlardan birinin geri döndüğünü
farkediyorum. Tavafta kalabalığı yararak gerisin geriye dönen bir abdullahın ne
yapmaya çalıştığını merak ediyorum. Bir yandan ilerliyor bir yandan dönüp
arkama bakıyorum. Geriye güçlükle giden abdullah birine bir şeyler söylüyor,
mahçup bir şekilde dil döküyor, beden dilinden anladığım kadarıyla muhatabından
özür diliyor. Muhatabına bakıyorum bu kez. İçim acıyor birden; âmâ bir abdullah.
Gerisin geriye giden abdullahın, mümin kardeşinin âmâ olduğunu farketmeden
ittiğini, onun âmâ olduğunun yanındakilerce kendisine hatırlatıldığını, sonra
özür dilemek için gerisin geriye döndüğünü anlıyorum. Yanındakilere yetişmek
için tavaf yönünde yeniden ilerlemeye çalışan abdullahın, vicdan azabının içini
kemirdiği her halinden belli, bitkin bir şekilde yere bakarken göz pınarları
ıpıslak. Aynı âmâya başka bir şavtta ben de rastlıyorum. Hafif eğrilen
güzergahını düzeltmeye çalışıyorum ama nafile. Bırak kolumu dercesine
kımıldanıyor. Hemen bırakıyorum kolunu. Yollarını ayetlerden işaretler üzerine
kuranların başkaca bir mihmandara niye ihtiyacı olsun ki…
Şavtlar tamamlanırken birileri ayaklarımdan iteliyor, bakıyorum ayakları
olmayan, daha doğrusu belinden aşağısı olmayan bir abdullah kendisine yol
açmamı istiyor. Talebine hemen mukabele ediyor ve ona yol açıyorum. Herkes
benim gibi yapıyor. Elleriyle yerden güç alarak sürdüğü bilyalı ilkel
arabasıyla şavtları tamamlamaya çalışıyor. Bense sözün bittiği yerdeyim.
Yarın Hira’ya ve Arafat’a gideceğiz.
Yüreğim yine pır pır…
Kelamullah ve arz-ı vuslat
Hira’dan ve Arafat’tan önce Sevr dağı. Sevr dağı, Sevr mağarası’nı
gizliyor; Sevr mağarası da resulü, resulün meşakkatini, Ebu bekr ile paylaştığı
çile güzergahını. Sevr, resul ile Ebubekir’e korunak, gözlere set çeken rahmani
himaye, tuzakları boşa çıkaran nebevi aklın stratejisi. Uzaktan bakıldığında
dahi çok yüksek Sevr; başdöndürücü şahikalarıyla göze çok ırak. İlahi dava için
yaşamak arzusu Sevr; tırmanışta kurtuluş. Sevr’de bekleyen Nebi sessiz, mağara sessiz.
Ayak sesleri dışarıda. İçerinin sesi, resul ile sadık dostunun duvarları
yalayan soluğu; hicrete çıkışın ilk hüznü. Kayalıklar bugün bile o günün hüznü;
biraz siyah, biraz gri.
*
Arafat, yeterince küçük bir tepe; yeryüzü hüznü, yeryüzünün hüznü.
Adem ile Havva’nın yeryüzü vuslatı. Adem ve Havva ile yeryüzü vuslatımız.
Yeryüzü yazısının başlangıcı, insanlık serüveninin bilgisi, ilmullahın
tecellisi. Bilginin, bilgilenmenin Kelamullahın tepesi Arafat. Yeryüzü
bilgisinin Adem ile Havva’daki tezahürü ve insandaki idraki; ceza ile
merhametin idraki, celal ve cemalin idraki. Başlangıcın ve yeniden başlangıcın
tepesi Arafat; buluşma, büyük buluşma ve hep buluşmanın tepesi Arafat. Buluşup
tamamlanma, tanıklıkla tamamlanma Arafat. Adem’den habibullah’a dek tamamlanma.
Veda ile tamamlanma, kelimetullah ile tamamlanma, resulullah’ın hitabı ile
tamamlanma. Ümmet ile tamamlanma. Tamamlanmışlığa tanığım ya rab. Resul’ün
vasiyet ve nasihatine tanığım. Tanıklığıma şahit ol ya rab. Arafat’ta ihrama
sarınmış umre niyetimi ahsen ve müyesser eyle; sevabını mazlumlara, ahbabıma,
ceddime ve neslime nail eyle.
Arafat’da, bir niyetin sorumluluğunu üstlenecek kadar kalsak da,
Muzdelife’de geceleyemediğimizden hacca vakıf olamıyoruz. Müzdelife vakfesi,
hacc zamanı haccın vukufiyeti ve idraki zira. Boynum bükük. Bir şafak vaktine
Müzdelife’de vakıf olabilmek niyazıyla Mina’ya doğru ilerliyoruz. Mina şeytanın,
şeytanların taşlandığı, şeytanın gözünün kör edildiği yer. İbrahim’e şeytanın
musallat olduğu yer. Kovalıyor şeytanı İbrahim; gitmiyor. Kovalıyor, gitmiyor. Bir
taş atıyor, gitmiyor. Sonunda, öyle bir taş fırlatıyor ki öfkeyle, ‘gözün kör
olsun’ diyor. Kör oluyor şeytan. İbrahim’den alıyor alacağını, ibrahim’den
buluyor bulacağını. Ancak vazgeçmiyor şeytan bugün vazgeçmediği gibi, tabii ki
İbrahim de vazgeçmiyor, onun nesli de. O gün bu gün şeytanın tasallutunu kırmak
için hep onu taşlamak gerekiyor, hep İbrahim gerekiyor, hep İbrahim’in nesli
gerekiyor. Sözle taşlanıyor şeytan; buğz ile taşlanıyor, el ile taşlanıyor ama
vazgeçmiyor şeytan, İbrahim de vazgeçmiyor, ibrahim’in nesli de. Şeytan
şeytanlığını yapıyor o gün de bugün de, İbrahim de elbet İbrahimliğini. Allahım
bizi İbrahim’e yakın tut, ilahi adaletin mümessili İbrahim’in ümmetinden
koparma, şeytanın lanetine bırakma bizi. Şeytanın şerrinden sana sığınırım; ısrarı
az olan küçüğünden de, ısrarı çok olan ortancasından da, laf anlamayan
büyüğünden de sana sığınırım; gözü hiç bir şey görmeyen, kör şeytana ilenir,
muhafaza için sana sığınırım.
*
Hira, Nur Dağı’nda bir sığınak, nur yağmış dağda ilahi bir
korunak. Dağ ile mağara, Nur ile Hira, yer ile gök ve mukadder buluşma. Hira
mağarası yemyeşil bir örtü, Nur Dağı masmavi bir hami. Nur bir inşirah, Hira
bir genişleme. Hira nurda vakur bir ulvilik, Hira nurda vakur bir yücelik, Hira
nurda vakur bir ihtişam. Hira metrelerce çaba, Hira saatlerce inziva, Hira
günlerce tefekkür ve sonunda Hira anlık mukabele; Cebrail ile resul’ün, resul
ile Hatice’nin, Hatice ile ümmetin ilk mukabele anları: ikra biismi rabbikellezi
halak… Nur ürperiyor, Hira ürperiyor, resül ürperiyor, Hatice ürperiyor, ümmet
ürperiyor.
Hira, vahyin varoluşa, varoluşun nura doğduğu, Nur’da doğduğu
mağara. Nur Dağı muttaki, Nur Dağı muvahhit, Nur Dağı muhsin. Nur Dağı vahiy
dağı, Nur Dağı mukabele dağı, Nur Dağı hakikat dağı, Nur Dağı nebi teriyle
apaydınlık, etekleri nebi adımlarıyla tertemiz. Hira, buram buram nebi kokusu,
buram buram vahiy coşkusu. Hira, vahye tanıklık etmiş ilk ocak…
*
Vahyin nurunu ve nebinin aydınlığını müşahade ediyor ve nebevi
idrakin gönlümüzde teçhizi için niyazlarda bulunuyorum. Sonra tekrar Kabe,
tekrar umre, tekrar salat, tekrar tavaf; güneş sımsıcak, ama yakmıyor. Yeryüzünün
yeryüzünden olmayan tek tanığı olarak Hacerül esved’in tanıklığı baki; şavtlar
ona işaretle, başlangıç ona işaretle, nihayet yine ona işaretle. Saçın iki teli
nihayetin teyidi, ihramın sükunu.
İhram, dillenecek olsa, Kabe’den tekliğe, teklikten daireselliğe,
dairesellikten birliğe, birlikten eşitliğe doğru gidiverecek gibi. Kimsenin
kimseden farklı olmadığını vurgulayacak, kimsenin kimseye bir üstünlüğü
olmadığını Nebi’nin ağzından haykıracak gibi: ey tüm kavimler! hey tüm
kavimler! ya eyyühennas! ‘arabın arap olmayana, arap olmayanın da arap üzerine
bir üstünlüğü yoktur; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli
üzerinde bir üstünlüğü yoktur’. Hırs ve ihtiraslarımız ihram bilinciyle
soluklansın.
*
Mimarisiyle bir yanı mağrip bir yanı maşrık izleri taşıyan Kabe Mescidi’nde
Müslüman coğrafyayla birlikte geçen günler nihayete ererken bir yandan yeni
tanıklıklar edinmeyi sürdürüyorum. Böylesi bir tanıklığın hiç bitmemesini niyaz
ederken, tavafta, tavaf yapanların işini kolaylaştırmaya çalışanları fark
ediyorum: Kiminin elinde zemzem, susayana ikram ediyor; kiminin elinde poşet rulosu,
ayakkabıları ellerinde olanlara uzatıyor; kimi hurma dağıtıyor, ihtiyacı olan
da olmayan da alıyor.
Kabe, büyük buluşmanın, muhteşem dayanışmanın, birlikte nefes
almayı öğrenmenin mekanı. Herkes burada ama kimse yok; yer yok, gök yok, arka
yok, ön yok, alt yok, üst yok, sağ yok, sol yok, renk yok, yaş yok, cins yok,
varlık yok, kapıya ve pencereye hacet yok. Varolan tek şey yokluk. Putların
kırıldığı, nefislerin azdırılmadığı, hırsların hatırlanmadığı bir uzamda yoklukta
varoluşu idrak ediyoruz. Aslında hep varoluştayız, yokoluşta varoluştayız,
varlığımız birbirine kenetlenmiş olarak varoluştayız, birlikte varoluştayız,
tavafta ve her yerde varoluştayız, başkaca bir varoluş yok…
Ne çok alıştım sana Mekke, kabe’min şehri, kıblemin şehri;
vuslatımın, varoluş idrakimin şehri. Başlangıcımın ve nihayetimin şehri. Senden
ıraklığımda, Altınoluk’a yöneldikçe yine Kabe’nde olacağım.
İlk ayrılık
Son fecir, son zuhur, son asr, son mağrip, son
işa ve tüm vakitler Kabe; her yer bembeyaz…
Mükerrem ve münevver şehirlere, birbirine aşık olduğu rivayet
edilen şehirlere, Mekke ile Medine’ye şimdilik veda vakti. Ayrılırken, yeniden
kavuşma duaları ve yeni günün ışıkları. Refikam yanımda. Adem ile Havva gibi
bakıyoruz ufka.
Ey aşık şehirler! şükran cezira; güneşin
uğurluyor bizi…
(Yedi İklim, Sayı 270, Eylül 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder