Mükerrem ve Münevver Şehirlerde - I
MÇ
Medine Havaalanı’na iniyoruz. Güneş tam tepede. Refikam yanımda.
Adımlar hızlı. Hasret kavi. Heyecan derin. Merak masum. Anlık bir susku; duru bir
söz, yalın bir sükunet ve soluksuz selam.
Sen olmasaydın kainat yaratılmazdı
İlk eve gitmeden, ilk o’na istilam; o’nun nezdinde, emin beldeye istilam;
o’nun huzurunda ilk selam: Esselatu vesselamu aleyke ya resulallah.
İlk nazar; gönüle, göze, yüreğe düşen ilk kımıltılar. Dualar
depreşiyor birden, bir biri ardısıra; gözpınanarları nurlandığında, arzdan arşa
arşdan arza rıza-i rahmanın rahmet çisentileri yürekleri serinletiyor. Yolun
yorgunluğu geçiveriyor; seferin meşakkati, yokluktan varlığa dönüşün doğum sancısı
ya da yokluktan varlığa yeni bir başlangıç oluveriyor…
Medine ile resul, resul ile Medine büsbütün. Medine resul şehri; elçi
şehri, elçiye ikamet şehri, elçiye istirahat şehri, muhacir ile ensarın dostluk
şehri, müminlerin kardeşlik şehri. Medine resulun gayretinde kemalat şehri,
resulun nazarında medeniyet şehri. Medine, takdir edilmiş mümessil şehir…
İlk namaz; nebi’nin mescidini temaşa, çocuk çığırtılarıyla kuş cıvıltılarına
tanıklık. Mescid-i Nebevi cıvıl cıvıl. Yürekler genişliyor. Cıvıltıların
arasında ilk secdeler soluksuz. Selamın ardı ev ile minber; bir cennet bahçesi.
o’nun secdegahında mihraba müteveccih iki rekat nafile, kevser; hem bir başka
alem bereketi hem müeddep taleplerin rahmeti…
İlk günü kevser mücaviri olarak geçiriyorum huzurda ve nazarda,
ama taşrama düşmüş refikamın maruz kaldığı kısıtlara da bir parça hayıflanıyorum.
İlk seher buluşması
İlk sabah namazı resule yakın, o’nun yanıbaşında, kuş cıvıltıları
arasında yine. Resul hemen orda. Elini uzatıverecek gibi. Resul çok yakın. Resul
bana yakın, resul herkese yakın. Her yanım, her yakam, her yamacım, her yönüm
yakınlık. Üstüm, altım, önüm, arkam, sağ yanım, sol yakam hep yakın. İlk
buluşmadaki yakınlık her cepheye sirayet ediyor; gönülden gönüle yakınlık,
müminden mümine yakınlık; ilk kavuşmadaki yakınlık. Her şey, her yer, her yan,
ezcümle birbirine yakın; zaman sehere yakın, ezanlar vakte yakın; siyah beyaza,
kısa uzuna, zayıf şişmana, cüsseli sıskaya yakın, herkes ve her şey birbirine yakın,
herkes yaradana yakın, yaradan yakarana yakın, sehere varmadan son ezan ile
secdelere yakın; secde yakın, selam yakın, dua yakın…
Sabah namazı sonrası, aklın uyarısıyla kısa süreliğine mescitten
uzaklaşıyorum. bir çırpıda bir şeyler atıştırıyor ve çok geçmeden yine mescide
dönüyorum; yine huzurda ve nazardayım. Her yanımla, tekliğimle, biricikliğimle,
her yanın, tekliğin, biricikliğin içindeyim. Midemdeki açlığı yatıştırırken
yüreğim Ravza’daydı, şimdi ise tüm benliğim. Ravza’dayım, onun yanıbaşında; her
yanımda tekliğim, biricikliğim. Haricim, her şeyden hariç. Tekliğin ve biricikliğin
dahilindeyim. Tevhidin dahiliyim; önüm, arkam, sağım, solum, altım, üstüm tevhit.
O’nun yanıbaşındayım, hep olmak istediğim yerde. Günahlarım, af ve
hüsn-ü amel taleplerim, evlad ü ıyalim, ümmetim ve tüm yaratılmışlar dualarımda.
İki rekat salat ve kirpiklerin mürekkebiyle yeniden iki satır dua. İşte buradayım,
nebevi güvenlik alanı içinde, başka yerde değil. Burada, hep olmak istediğim
yerde. Tertemiz korunakta. Güzellik bahçesinde. Hiç çıkmayayım istiyorum.
*
Kuşlar avluya çok yakışıyor. Bir o yana bir bu yana uçuşuyor,
mesajlar götürüp getiriyorlar her zaman yaptıkları gibi. Peygamberin dostlarını
gösteriyorlar bana. Cennet-ül Baki’ye yaklaşmaya henüz cesaret edemiyorum. Sadece
selam ediyorum bel kırarak; hürmet ettiğimi belli etmeye çalışıyorum peygamber
dostlarına. Onlarla olmayı, onlardan olmayı, onlar gibi olmayı niyaz ederek dolaşıyorum
avluda. Bir yanım kabe, bir yanım peygamber, bir yanım sahabe dolaşıyorum
avluda. Arzın hikayesini duyumsamaya çalışıyorum; Adem’in kaderini, İbrahim’in
nasibini, İsmail’in teslimiyetini, Ömer’in adaletini, Ebubekir’in sıtkını,
Osman’ın takvasını, Ali’nin cengaverliğini, yılmaz ve yıkılmaz Hamza’yı, yüreği
mahzun Bilal’i, çınar gibi validelerimizi düşlüyor, kadim mirası taşıyabilmenin
onur ve sorumluluğunu düşünüyorum. Mirasa adanmışlardan olmayı talep ve vaat
ediyorum. Arzda ve mescidindeyim; adanmışlığına tanıklığımı beyan ediyorum, talep
ve vaadime tanıklık etmeni, şefaatini niyaz ediyorum bir kez daha acz içinde...
İslam peygamberine daha da yakın olabilmek için ikindi vakti
girmeden yarım saat önce, Ravza tam soluma gelecek şekilde bir safa güçlükle
ilişiyorum. Müezzin mahfili ve Süleyman mihrabı da solumda. Sükunet içinde vakti beklerken bir gürültü kopuyor.
Neler olduğunu anlayamamaktan tasalanıyorum. Arka saflarda canhıraş bir
koşuşturma. Huzurda edebe aykırı bir davranışa tanıklık etmekten imtina
ediyorum. Gürültüye sebebin kalkan paravanlarla birlikte resul’e kavuşma telaşı
olduğunu anlayınca rahatlıyorum. Ani bir kararla ben de yerimi terk ediyorum.
Geç kalmışlığımla koşanların arkalarında bir yere ilişiyorum. Hemen sağımda
otuzlu yaşlardaki Pakistanlı Müslüman namaza kadarki zamanı Kuran okuyarak
değerlendiriyor; göz pınarları dopdolu. Bense cennet bahçesine yakın olmanın
hazzını yaşıyor, manasını deruhte etmeye çalışıyorum. Gözlerimde sabahki
dalgalar durulmuş emin ve sakin sularda duru bir sükunet içindeyim. Hafifliyorum,
genişliyorum. Sol tarafım kabrin nihayeti. Yüzümü kıbleden sağa doğru
kaydırıyorum; üç sütun var. Müezzin mahfili hemen sağ çaprazımda. Kıbleden
beriye beş sütun sayıyorum. Cennet bahçesinin kıyısındayım kuvvetle muhtemel. Yüreğim
kımıl kımıl. Avluya çıktığımda elimdeki rehberden bakıyorum. Yanılmamışım; bir
saf önüm cennet bahçesiymiş. Sükunet ve genişlik bundan; yakınında olmak korunaklı
bir beldede olmak gibi. Emniyet duygusu sarıyor her yanımı. Nasibe bağışlanmış
anlık sükunetin genişliğinde, İbrahim ümmetine yakışır bir mümin olmayı niyaz ediyorum.
Yatsı sonrası her zamanki gibi yüzüm kıblede; daim kıblede olabilmek
duasına fatiha, bakara, felak, nas’tan oluşan bir hatim ekliyorum. Bir yandan
yeryüzündeki nebi camilerini düşünüyorum; adı nebi olan tüm camileri. Tüm nebi
camilerini cem eden bir mescitteyim; peygamber mescidindeyim. Peygamber mescidi
tüm nebi camilerinin menşei; adı ne olursa olsun, tüm mescitler onun, o tüm
mescitlerin. Ezanlar nasıl Bilal ise tüm mescitler de nebi mescidi. Nebi’nin
talim ve terbiyesinden geçmiş, o’nun öğrettikleriyle imar ve inşa edilmiş,
o’nun bildiğini bilmiş, o’nun bildirdiğini bildirmiş tüm camiler nebi camisi. Tüm
camiler nebi’nin sesi, soluğu. Nebi’nin camisi tüm camilerin nebisi.
Avluda zemin sıcak. Terliklerimi minder yaparak oturuyorum. İkindi
sonrasında gittiğim Cennet’ül Baki’yi zihnime ve gönlüme kazımaya çalışıyorum.
Cennet’ül Baki, güvercin bahçesi. Ayaklarımın altından emin olamadığımdan
ilerlememeyi tercih ediyorum. Makber’ül Baki’deyim çünkü; yüzlerce sahabenin
arasında ve hikayemin tam ortasında. Sevgi ve muhabbet düşüyor gönlüme. Sahabe,
sevgilinin yanında güvercin bahçesinde; cennet bahçesinin yanıbaşında baki
cennette, Cennet’ül Baki’de. Hiç başı sonu olmayan ebediyette, ebedi salahta…
Beni onlara kar Allah’ım.
Yazmak istiyorum, yazarak dua etmek istiyorum, kalemi göz
pınarlarına ağarak saatlerce yazmak, gözyaşı mürekkebiyle saatlerce dua etmek istiyorum;
seher vaktine dek, her şey aydınlanana, her yer nurlanana, örtüler aralanana
dek. Engelleyemiyorum artık kendimi: sana geldik sana sığındık ya rab sen
aydınlığı karanlıktan ayırırsın, sen ayır bizi, sen iyiyi kötüyü güzeli çirkini
ayırırsın, sen bizdeki iyiyi güzeli ayır; ayır bizi. Sen ilim ile cehaleti
ayırırsın, sen ilmimizle ayır bizi; ayır bizi Allah’ım. Ayır ki, karanlıkta, karartılmışlıkta
kalmayayım, karalarda kalmayayım. Karayı ak
yapanlardan olayım. Ummetin alın yazısını karartanları aklığımla dağlayayım.
Kuşların sedası
Yasinlerin dualara karıştığı, küçümen kuşların
cennetül baki’deki güvercinlere dualar götürdüğü bir seher vakti; serin bir esinti ve tan ağartısı, baki olan
cennetin sınırlarında. Güneş, göründü görünecek. Göz kapakları ağırlaşıyor. Kubbet’ül
hadra’nın etekleri kuşların zikriyle doluyor. Adanan yasinler, toplu dualar resulullah’ın
yanıbaşında. Aminler, cennet’ül baki’nin tanıklığında. Kulların dertten
kurtulma, yükten hafifleme dileği, tek adres ve tek sığınak olan yaradana;
yaradanın hazinesine, hazineden nasiplenmeye…
Güneş doğarken Kuba istikametine seyir. Önce Uhud. Sözü
tutamayanlar ile müstakim duranların aynası uhud. Bugüne ayna. Bugün de her yer
uhud, her an uhud. Uhudlarımız hiç eksik değil, hiç eksik olmadı, ama “uhud
bizi sever biz uhudu severiz”. Yüreğimizi Hamza gibi, Musab bin Umeyr gibi
onlarca sahabede bırakarak ve uhudu bir daha ebediyen yaşamamak niyazıyla Uhud’dan
ayrılıyoruz. İki damla gözyaşı iki bin duanın yerine geçsin.
Kıbleteyn Mescidi’nde yönümüzü yeniden buluyor, kıblemizi yeniden
tayin ediyoruz. İstikamet üzere olunca istikametin izini sürmek gerekiyor;
istikametin izi sürülünce istikamet bağışlanıyor. İdrak etmek zor değil: müstakim
için istikamet önce gönüle düşüyor, gönüle düşünce vahye düşüyor, gönüle
gelince vahiyle geliyor. Önce gönüle gelecek ki sonra vahye gelsin. İki
istikamet de seçilmişliğinden değerli elbet, ama bir istikamet kıble. Kıble
artık Kabe.
*
Hendek savaşının yapıldığı mahalde hendek aranıyoruz; nafile. Beşbucuk
kilometrelik hendeklerden en ufak bir iz bile yok. Hendeklerin olduğu yere
mücavir Yedi Mescitler Mescidi. Bu kadar çok mescit için en azından bir tahiyyatül
mescit. Yedi mescidin yerine inşa edilmiş yeni mescit için de kaçınılmaz bir
tahiyyatül mescit. Çıkınca, sağ yanda ve bir parça yukarda yıkılmaktan
kurtulmuş bir küçük mescit: Fetih Mescidi. Rasulullah fetih için dua etmiş
orada. Merdivenle çıkıyoruz. İrani bir mollanın mihrabtaki asil duruşu bakışımı
derinden yakalıyor. Ayrılmak zorundayım, o ayrılmıyor. Buraya kıyasla biraz
çukurda kalan metruk mescide, hendeğin aklı Selman-ı Farisi Mescidi’ne
sarkıyorum, bakışlarımı da duvarlarından sarkıtıyorum. Zihnime kazımaya
çalıştığım tozlu halılar ve pejmürde iç mekan. Bu iki küçük mescit yedi
mescitlerden kalma ise yedi mescitler sadece beş mescidi mi temsil ediyor, diye
kendime soruyorum. Cevabını ararken yüzü hizasındaki kayalara mesh ederek
teyemmüm yapan bir kadın dikkatimi çekiyor; iki çocuğu, mahrem alanın yabancı
gözlerce ihlaline mahfaza.
*
Kuba mescidi: Medine’yi inşa eden mescit. Cumartesiyi
anlamlandıran mescit. Umre sevabını çoğaltan mescit. Mekke dışındaki ilk
mescit. Medine’nin ilk mescidi. Ayete de, tevbeye de konu olan ilk mescit. Ta
ilk günden takva üzere kurulan mescit, salaha uygun mescit. “temizlerin,
temizlenenlerin mescidi”. Kuşlara tünek ve sığınak olan mescit. Mekke dışındaki
ilk mescidimiz ol. Medine’yi inşa ettiğin gibi bizi de inşa et. Umulur ki,
takvalı mescitte dualar da takvalıdır. Bizim dualarımızı da takva üzere kur. Allah’ım,
bizi de Kuba mescidi gibi inşa et, yeniden inşa et…
*
Akşam namazı öncesi serinlemeye yüz tutmuş zeminde Ravza’ya nazır otururken,
Pakistanlı olduğunu sandığımız üç kız kardeş ile annesini farkediyoruz.
Giyimleri pek alışıldık pakistanlı kıyafeti değil. Gönüllerimiz hal dilinde yakınlaşırken,
Allah selamı çarçabuk köprüyü kuruveriyor. Soruyorum kıyafetlerini, İngilizce
öğretmeni olduğunu öğrendiğim ablalarına: ‘Hem Pakistanlı hem değil gibisiniz
kıyafetlerinize bakılırsa’, diyorum. ‘Hayır Keşmirliyiz, Azadi Keşmir’den,
sorunsuz taraftan’, diye cevap veriyor ve ekliyor: ‘hem sonra hepimiz
müslümanız, farklı kıyafetler içinde olsak da’. Halleşiyoruz biraz daha, sonra
onları sükunetlerine bırakıyoruz. Keşmir’i düşünüyorum, sorunlu tarafı, sorunlu
tarafın Keşmirlilerini; yaraya merhem olması dileğiyle ürettiğim dualar
tefekkürüme karışıyor…
Mescitte namaz öncesi Kuran okuyan çocuklar ile topluca iftar eden
bir gruba bakarken yanımdaki abdullah, selamıyla ve paltolu haliyle dikkatimi çekiyor.
Bu sıcakta bu palto niye, diye sormak aklıma gelmiyor. Tanış olma müdahale ve mukabelesinde
yeni müslüman olduğunu, önceden Hindu olduğunu, karısının Müslüman olduğunu,
onun sayesinde din olarak İslamı seçtiğini, ressamlık yaparak geçinmeye
çalıştığını, modern resim yaptığını öğreniyorum. Paltosunu hiç çıkarmıyor,
üstelik kapüşonunu da başına çekmiş halde… Akşam yemeği için mescitten
çıkıyorum. Yemek ilk kez sakin, kalabalıktan uzak bir masada, kulaklarım nefes
alıyor…
Yatsıdan sonra, aşır ve ilahiler eşliğinde irşad programına
katılıyorum. Cevap verilmemesi gereken sorulara cevap vermek zorunda kalan
hocalara üzülüyorum. İrşat sırasında Zaz melodili telefon densizliklerine
öfkeleniyorum. Ayrılamıyorum. Ravza’da, Kubbet’ül Hadra’da ya da avluda, değil
de neden buradayım. Bir otelin kupkuru duvarları ve kupkuru gündelik konular
arasında. Resul’un yakınında iken nasıl da uzağına düşüyorum. O’nu çok
özlüyorum bu akşam.
Bereket sağanağı
Sabah namazı sonrası, Nisa kapısına yönelirken ehl-i suffa’ya
bakıyor, resul’ün ihtimamla yetiştirdiği, yetişmeleri için tüm imkanları
seferber ettiği suffa talebelerini düşlüyorum. Peygamberin de, Medinelilerin de
çok sevdiği yoksul ve kimsesiz talebelerdi onlar; İslam’ın tebliğcileri, resulullah’ın
belleğiydiler. Ebu Hureyre’nin açlığını, süt bereketini, farklı yaşlardaki
yüzlerce talebeyi, talebeliğin ne olduğunu düşünüyorum, peygamber eğitimine
sevdalı suffayı düşlerken. İlmi, ilmin sahibini, ilim ehlini, ilmin ehlini, ilmin
muhtevasını, nerede, niçin, nasıl yapıldığını, yapılması gerektiğini
düşünüyorum…
*
Yeşil kubbe’nin önü yine izdiham. Çeşitli Müslüman diyarlardan
gelmiş kafilelerin sesleri birbirine karışıyor. Çok serin. Üşüyorum. Esinti
giderek daha da sertleşiyor. Yasinler ısıtsın istiyorum içimi. Okuyor, dinliyor,
mırıldanıyorum fasılasız. Kulaklarım, dilim, her yanım Kuran; gözüm, bedenim
peygamber. Dün de buradaydım, bugün de buradayım, yarın da burada olacağım. Hep
buradayım işte, hep buradayım, hep burada olayım istiyorum. Sabahları bu
birlikteliği hep yaşayayım, burada bu kalabalığın içinde, bu kalabalığa
karılırken yok olayım. Benzeri yok Mescid-i nebevi’nin, onunla benzerlikleri
olsa da yeryüzü mescitlerinin. Kubbem hep yeşil, yeşil hep kubbem olsun, ayır kubbemi
Allah’ım yeşil kubbe altında kalayım, ayrı tutma yeşil kubbe’den canımı, canparelerimi.
*
İkindi namazı sonrası, birşeyler karalayarak arınmak ve seyrelmek
istiyorum. Tam oturduğum sırada yağmur çiselemeye başlıyor. Dupduru bereket kupkuru
toprağa iniyor; buraya da iniyor, her yere indiği gibi iniyor. Doyasıya
çekiyorum içime, yüzümü yalayan serpintiyi. Sayfalarıma da rahmani mürekkep serpiliyor
adeta. Satırlarımı arındırdığın gibi beni de arındır Allah’ım. Damlalar
irileşince avludaki palmiyelerin altına seğirtiyorum. Medine’ye ansızın süzülen
bereket dalgasını seyre dalıyorum; yazacaklarımı da birikintilere bırakıyorum.
Yağmur, Gamame Mescid’ini hatırlamamıza neden oluyor. Gamame,
Resul’ü güneşli günlerde şemsiye gibi koruyan bulut. Gamame Resul’ü gözetirken
buralarda eyleşir, o’nun kapalı mekanlardan çıkmasını bekler, güneşe çıktığında
hemen o’na şemsiye olurmuş. Revakları bugün yağmura şemsiye olan Gamame Mescidi’nin
hemen yakınında Ali mescidi ile Ömer mescidi var. Biraz daha yürüyorum ve
kendimi Medine istasyonunda buluyorum. Yürürken Ali ve Ömer mescitlerinin kapalı
kapılarına ziyaretçilerce yazılan savruk yazıları düşünüyorum. Burada da kapılar
kapalı ama hiç değilse onlardan burada yok; ne istasyonda ne de istasyonun
karşısındaki kubbeli Amberiye Camii’nde. Haydarpaşa’ya ulaştırılmak üzere
tarihe selam bırakıyorum.
Medine Müzesi’nin buralarda bir yerde olduğunu söylemişlerdi.
Aranıyoruz. İstasyona paralel bir kurumun görevlisine soruyorum. Bilmediğini
söylüyor. Bu kez, kaldırımda bizimle ilgilenmek nezaketi gösteren Medineli
hanımlara refikamın yardımıyla soruyorum. Anlaşmakta güçlük çekiyoruz. Kadınlardan
birinin ısrarla ‘sabır, sabır’ demesiyle duralıyor, beklememiz gerektiğini
anlıyoruz. Telefonuyla meşgul olan hanım elindeki telefonu bize uzatıveriyor. Kulağıma
dayıyorum. Telefonda Türkçe konuşan bir erkek; Hataylı olduğunu, bize telefonu
uzatan hanımın aile dostları olduğunu, bize yardım etmek için kendisiyle bağlantı
kurmayı tercih ettiğini söylüyor. Medine Müzesi’ni ona soruyoruz, o da
bilmediğini söylüyor. Bilmesin varsın, diyoruz, bu tanıklığımız Medine
müzesi’ni gezmekten daha manidar, daha öğretici, daha hatırlatıcı. Bize bu
inceliği ve zerafeti gösteren hanımlara teşekkürlerin en güzeliyle mukabele
edebilme arzumuzu dillendirmesi için telefondaki sesten ricacı oluyoruz. Medine’de,
bir Medineliden gördüğümüz medeni bir davranış karşısında duygularımızın
yeterince inceldiğini hissediyoruz. Medeniyetin yeşerdiği topraklarda bir
Medineliden Medineliye yaraşır müşfik bir medenilik dersi aldığımızı düşünüyor
ve ensarın muhacirine gösterdiği kardeş sıcaklığını yeniden duyumsuyoruz.
Mescid’e dönüş yolunu biraz uzatıyor, ara sokaklara dalıyoruz.
Medine sokakları, evlerin dışarıdan bakımsız gibi görünen cepheleri kısmen de
olsa güney doğumuzu hatırlatıyor. Pencereler çok küçük. Eviçlerinde muhtemelen
perde kullanılmıyor. Güneşten korunabilmek için neredeyse hiç açılması gerekmeyen
pencerelerin ahşap kanatları, sanırım, perde işlevi görüyor. Sessiz sokaklardan
hareketli ara caddelere açılınca gördüğümüz ağaçlı yollar, ayrıca, şaşırtıyor
bizi.
Namazda Ravza’ya yaklaşmaya çalışırken bozuk Türkçesiyle bir
delikanlı dikkatimi çekiyor. Arkadan kendisini iteleyenlere kolaylıkla yerini ikram
ediyor ya da arkadakilerin ön saflara geçmesine kibarca izin veriyor. Münih’ten
gelmiş; yanındaki erişkine sorular soruyor ve olan biteni anlamaya çalışıyor. Ravza’dan
geriye düşmemesi için kımıldamamasını önermek zorunda kalıyorum.
Namaz bitiminde, zaman zaman enselerinde halka halka izler
gördüğüm bir mağripliye bunun ne anlama geldiğini soruyorum. ‘Hijama’ gibi bir
şey diyor ve ‘sağlık için’, diye ekliyor; onun sünnet olduğunu,
rahatsızlıklardan korunmak için yaptırdığını söylüyor. Üstelik, ensesinde benim
görebildiğimin iki tane olduğunu, sırtındakilerle birlikte toplam sekiz tane
olduğunu da belirtiyor. Yakı ya da dağlama gibi bir şey olduğunu sanıyorum
ilkin, ama sonra bizim daha çok hacamat dediğimiz şey olduğunu düşünüyorum.
*
Akşam üzeri önce, hurma, çay ve ekmek hayırı yapıyor birileri. Bize
de ısrarla ikram ediyorlar; almıyorum. Hem karnım aç değil hem de belki bir
ihtiyacı olanın nasibini engellerim endişesi taşıyorum. Ben yeterince besleniyorum
zaten burada, bu avluda, her yanım tok; şimdiye dek hiç yemediğimi yiyor, hiç
tatmadığımı tadıyorum, bir palmiye kaidesine yaslanmış bedenim ve canımla. Hani
canına değsin denir ya öyle bir şey. Her şey canıma değiyor. Yüzüm ravza’ya
değiyor, sağım cennetül bakiye, arkam kabeye, solum ali ve ömer mescidine.
Geniş bir güvenlik alanını duyumsuyor, emin beldede olmanın hazzıyla doyuyorum.
İçime çektiğim havayla doluyor, sükunetle incelen sakin yüreğimi tadıyorum. Ben
canımın istediği gibi soluklanırken bir çift el ve bir çift hurma birden
gözümün önünde beliriyor. Bir çocuk eli, bir kız çocuğu, yanında küçük erkek
kardeşi. Yüzlerine baktığımda, anlamadığım dilleriyle ikramı almamı istiyorlar
ve ilerideki ailelerini gösteriyorlar. Uzaktan onların da beden dilleriyle aynı
talebi tekrarladıklarını görüyorum. Bu kez, geri çevirmek hiç mümkün
görünmüyor. Bana ve eşime ikişer hurma veriyor masum küçücük eller; alıyor ve
afiyetle yiyoruz. Hurmalar bademliymiş. Hurmaların şekeri henüz damağımı
yakarken, yanımızdan geçen biri hiç sormadan ikişerden dört hurma bırakıveriyor
kucağımıza. Onları çantama koyuyorum. Ezan kurtarıyor bizi hayır sağanağından.
Doğru mescide şimdi. Resul’e daha da yakın olmaya; Ebubekir ile, Ömer ile, Ehl-i
suffa ile birlikte salat etmeye…
Namaz sonrası yemek, yemek sonrası namaz. Vakit de yatsı sonrası
artık. Hava serin. Yine yeşil kubbenin altındayım. Avlu yine ayetler ve dualar
ile dopdolu. Sanırım hep dolu. İyi ki ezan var, iyi ki namaz var, iyi ki ravza
var, iyi ki buradayım, iyi ki burada misafirim. Misafirliğimi idrak etmeye
çalışırken, misafirlikten sefere, seferden ikamete, ikametten asıla evrilen bir
güzergah bulunduğunu farkediyorum. Önce ikamet beldesindeydim şimdi asıl
beldede. Ayrıca, misafir ev sahibinin koruması ve gözetimi altındaysa, misafir
ile korunmuşluk, sefer ile himaye arasında derin bir ilişki olmalı. Dahası, misafir
edilen misafir eden tarafından koruma altındaysa, yeryüzü seferine ya da
yeryüzünde sefere çıkanların mülkün sahibince koruma altına alındığı kolaylıkla
fehmedilebilir. Müsaferet esnasındaki misafir densizlikleri de misafir edence görülmeyebilir,
yani densizlik olarak kabul edilmeyebilir. Zira onlar yaradanın misafirleridir.
Resul de bizce densizlik olanı, densizlik olarak telakki etmiyordur, eminim.
Zamansızlık vakti
Hesap ediyorum, kitap ediyorum,
kendimi zorluyorum, hangi günde olduğumuzu bir türlü bulamıyorum. Birden
kendimi zorlamaktan vazgeçiyor ve zamanı bulma kaygısından uzaklaşıyorum. Vakitsiz
değilim; zamansızlığın içine nüfuz etmeyi tercih ediyorum. Vakti yitirmeden zamanı
yitirmek, vakti yitirmeden zamanı yitirmeyi başarabilmek, tek vakitte ezeli
güzelliği ebede yaymak gibi; ati ile mazinin düğümüne bir vakitte tanıklık,
kördüğümüne vakitlice ilmek olmak gibi. Burada zamansız olmak, rahmanın ipinde
tutunacak bir ilmeği vakitlice bulmak demek, ya da vakti yitmemiş bir zamanda biteviye
yol alarak o ipte tutunulacak bir ilmek olmak demek.
*
İkindi vakti yine aynı yerde, hurma
bahçesinde, yeşil kubbenin karşısındaki duvarın dibindeyiz. Kelamullahı kıraat
ediyor, dilimizden, zihnimizden, gönlümüzden, kulağımızdan hiç eksilmesin diye mırıltılı
bir makam tutturuyor, tehlil ve tekbirler terennüm ediyoruz, bir yandan da
yaklaşan ayrılık vaktinin hüznüne yavaş yavaş yüreğimizi alıştırmaya
çalışıyoruz. Sesli dualar hüznümüzü yatıştırmıyor. İçimizi serinleten, salatı
müteakip yeşil halıya kavuşmamız. Cennet bahçesine yaklaşmak ve orada secdeye
varabilmek kısmen de olsa müsterih olmak için yeterli. Yeşil halının sınırları
dopdolu bir hafiflik ile sarılı sanki. Benzer duyguları sabah Kuba’da,
peygamberin adımlarını sürerken de hissettik. İzler daha berrak burada.
İzlerin ardı sıra yeniden Kuba’ya
giderken, Bilal’in mescidine uzaktan selam veriyor, oraya daha sonra yakınlaşmayı
umut ediyoruz. Kuba’ya bir an önce varalım, Kuba’da soluklanalım istiyoruz.
Mekke ile Medine arasındaki serin soluğu bir daha içimize çekelim istiyoruz.
Mekke ile Medine’nin buluştuğu ilk kavşak Kuba; Medine’nin Mekke’yi ağırladığı
ilk konak. Ayrılık ve kavuşma şehri Kuba; ayrılışın hüznü ile kavuşmanın coşkusu
arasındaki kavşak, bir birleşmenin, bir bilişmenin, bir tanışmanın kavşağı Kuba.
Kuba Mescidi artık çok tanıdık. Hiç
yabancılık çekmiyorum. Sanki defalarca gelmiş gibiyim. İç avluya giriyorum bir
kez daha, ama güvercinler giremiyor, yine giremiyorlar. Yukarıya bakınca,
güvercinlerin mahzunluğu çarçabuk anlaşılıyor. İç avluyu tamamen örten ağın
üzerinde sıralanmış ısrarla bize kuğurduyorlar. Ağdan engeli tek tük
aşabilenler iç avluda bizimle uçuşuyor. İki rekat tahiyyatül mescidi onlarla
birlikte eda ediyoruz, ardından iki rekat işrak. İşrakla henüz tanışmışken,
umre sevabına yazılması niyazıyla iki rekat daha, ve cumartesiymişçesine. Zira,
İslam peygamberi burayı ihmal etmez, özellikle cumartesileri gelirmiş.
Medine’ye günlerce kapı olmuş Kuba, Medineliye müjde olmuş. Resul buraya gelinmesini
hep teşvik etmiş ve cumartesi gelenlerinse umre sevabına nail olacağını müjdelemiş.
Ah n’olaydı cumartesi olaydı!...
Kuba’dan dönerken Medine yakınlarında
bir köprünün altından geçiyoruz. Kafile hocamız heyecanlanıyor birden ve
tanıklık ettiği bir olayı anlatıyor: “2003 yılında tam bu köprünün altından geçiyorduk.
Bakın şurada bir çöp yığını vardı. Çöplerin arasında sadece başı görünen bir adam;
capcanlı. Adama müdahale için durduk. Ona doğru ilerlerken, uyarısıyla duraladık.
Boğazına kadar battığı çöpün içinden sesleniyordu bize. ‘Zahmet etmeyin, ben
burada iyiyim, siz yolunuzdan kalmayın’. Merakımızı gidermek için orada ne
yaptığını sorduk. ‘Allah bana bir gün hacca gelmeyi nasip ederse çöpte yatmaya
razıyım demiştim, sözümü tutuyorum, siz yolunuza devam edin’ diye cevap verdi.
Onu kendi haline bırakarak oradan ayrıldık”.
*
Nebevi mescide dek her iz, her işaret, her alamet, her ayet
peygamber. Mescid’inse her yanı peygamber; avlu, kubbe, kapılar, iç avlu,
sütunlar, mahfiller, mihrablar, minber. Minber ile kabir, kabir ile mihrab,
mihrab ile ravza. Hiç kopmamacısına yeşil halı. Yine yeşil halı, rekatlar
sıralanıyor hiç bitmemecesine. Altı rekat, altıyüz rekat, hiç doymamacasına; şükür
eksilmemecesine. Cibril kapısı ile Babu’l-Baki arasındaki mekanın hakkına da
rekatlar düşüyor. Osman mihrabı, suffa tarafı, minber derken kabrin dört yanı
rekatlarla doluyor böylece. Her yan rekat, her yan salat, her yan hamd; yine
rekat, yine salat, yine hamd. Sayısız hamd ve senalar mülkün sahibine, yüceler
yücesi alemler rabbine.
Avluya çıkarken Cibril kapısından çıkıyorum. Onlarca kapıdan, hiç
değilse ravza’ya yakın olanları iyice idrak etmeye çalışıyorum. Nisa kapısından
yeniden giriyorum. Bu iki kapı arasına yayılan kısımda, yani ehl-i suffa
mekanında peygambere müteveccih Kur’an okuyanlar yoğunlaşıyor. Peygamberin
himayesinde ilim ehli yetiştiren ehl-i suffaya Kur’an çok yakışıyor. Kur’an
çağıltısıyla kırkbir kapılı Mescid’in bir kapısından girip öbür kapısından
çıkarken yenilerde yapılmış Babu’l-Baki çıkışını düşünüyorum, aynı zamanda hürmet
ve nezaketin şahikasında misafirlerin edebe mugayir terk-i diyar etmelerinin
mümkün olmadığı zamanı. Daha çeyrek yüzyıl önceymiş; Babüsselam’dan girilir
Cibril’den çıkılırmış, yarım yay çizilerek; kabir’e, ravza’ya, mescid’e sırt
çevirmeden.
Fırsat varken bir koşu Bilal Mescidi’ne, Bilal’den helallik
istemeye. Sabahki umut nasibe dönüşüyor ve Bilal’in mescidine giriyoruz. Bilal anısına
yapılmış camideki kadınlar kısmı dikkatimizi çekiyor; neredeyse erkeklerinki
kadar büyük. Arapların camilerde kadınlara bizden daha fazla yer açmaya
çalıştıkları muhakkak. Bilal, sesini kulaklarımıza dokundururken hüznümüzü
yüreğimize nakşediyor. Arzın Bilal ve çıraklarının sesinden mahrum kalmaması
için yakarırken, Bilal’in sesinin kulaklarımdan, hüznünün yüreğimden eksik olmaması
niyazımı yineliyorum…
İlk ayrılık
Mescid’de son seher vakti, son öğle vakti derken birazdan son
ikindi vakti olacak. Son olmasın, tüm ikindiler buradaki gibi olsun, ayrılık
hiç olmasın, diye mırıldanırken yanımdaki kot pantolon ve tunikli Pakistanlı
genç, yanındaki Arap genç tarafından uyarılıyor. Aralarındaki konuşma gayri
ihtiyari dikkatimi çekiyor. Pakistanlı genç bağdaş kurup oturmuş, pantolonunun diz
kısmında zorlukla fark edilebilen küçük bir yırtık oluşmuş; belli belirsiz. Pakistanlı
genç mahçup bir şekilde yanındaki akranından özür diliyor ve tuniğinin eteğini
çekeleyerek bir santim bile olmayan yırtığı örtmeye çalışıyor. Arap genç
uyarısını sürdürüyor; şimdi kapansa da onun namazda açığa çıkacağını söylüyor
ve bir kağıt mendil uzatıyor. Pakistanlı genç anlam veremiyor kendisine
uzatılan mendile. Arap genç el işaretleriyle onu ne yapacağını, nasıl o yırtığı
kapatacağını ifade ediyor. Kağıt mendil rulo yapılıp sivriltiliyor ve
pantolondaki minik yırtığa itiliyor. Pakistanlı gencin muti davranışını masum
bir takva önerisinin kabulü olarak değerlendiriyor ve salaha çağrıyla kendime
geliyorum.
Peygamberin mescidine gelenleri uyarmayı kendine görev sayanların
miktarı pek azımsanacak gibi değil. Dün sabah da bizim nasibimize düştü
yönlendirici uyarılar: Yeşil türbenin önünde topluca dua ederken bir anda kıbleye
dönmemiz gerektiği konusunda uyarılmış ve kolaylıkla itaat etmiştik. Uyarma
görev ve sorumluluğunun dinin doğru anlaşılması ve dosdoğru yaşanması uğruna
ifa edildiğini düşünerek rahatlıyor; sadece taat ve ibadatı değil, hayatı
kıbleye çevirmek gerekliliğini hatırlattıklarını vehmederek serinliyorum.
Yapılacak müteakip uyarıların sadece misafirlerle sınırlı tutulmaması
gerektiğini de kendilerine hatırlatamamaktan ıstırap duyuyorum.
İlk eve yolculuk vaktidir artık. Vakte uymak gerek.
(Yedi İklim, Sayı 269, Ağustos 2012)
(Yedi İklim, Sayı 269, Ağustos 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder