11 Temmuz 2012 Çarşamba

münevver şehirde


Mükerrem ve Münevver Şehirlerde - I

Medine Havaalanı’na iniyoruz. Güneş tam tepede. Refikam yanımda. Adımlar hızlı. Hasret kavi. Heyecan derin. Merak masum. Anlık bir susku; duru bir söz, yalın bir sükunet ve soluksuz selam.
Eğleşmemeli, tez olmak gerek; Resulullah bekliyor!...
Sen olmasaydın kainat yaratılmazdı
İlk eve gitmeden, ilk o’na istilam; o’nun nezdinde, emin beldeye istilam; o’nun huzurunda ilk selam: Esselatu vesselamu aleyke ya resulallah.
İlk nazar; gönüle, göze, yüreğe düşen ilk kımıltılar. Dualar depreşiyor birden, bir biri ardısıra; gözpınanarları nurlandığında, arzdan arşa arşdan arza rıza-i rahmanın rahmet çisentileri yürekleri serinletiyor. Yolun yorgunluğu geçiveriyor; seferin meşakkati, yokluktan varlığa dönüşün doğum sancısı ya da yokluktan varlığa yeni bir başlangıç oluveriyor…
Medine ile resul, resul ile Medine büsbütün. Medine resul şehri; elçi şehri, elçiye ikamet şehri, elçiye istirahat şehri, muhacir ile ensarın dostluk şehri, müminlerin kardeşlik şehri. Medine resulun gayretinde kemalat şehri, resulun nazarında medeniyet şehri. Medine, takdir edilmiş mümessil şehir…
İlk namaz; nebi’nin mescidini temaşa, çocuk çığırtılarıyla kuş cıvıltılarına tanıklık. Mescid-i Nebevi cıvıl cıvıl. Yürekler genişliyor. Cıvıltıların arasında ilk secdeler soluksuz. Selamın ardı ev ile minber; bir cennet bahçesi. o’nun secdegahında mihraba müteveccih iki rekat nafile, kevser; hem bir başka alem bereketi hem müeddep taleplerin rahmeti…
İlk günü kevser mücaviri olarak geçiriyorum huzurda ve nazarda, ama taşrama düşmüş refikamın maruz kaldığı kısıtlara da bir parça hayıflanıyorum.
İlk seher buluşması
İlk sabah namazı resule yakın, o’nun yanıbaşında, kuş cıvıltıları arasında yine. Resul hemen orda. Elini uzatıverecek gibi. Resul çok yakın. Resul bana yakın, resul herkese yakın. Her yanım, her yakam, her yamacım, her yönüm yakınlık. Üstüm, altım, önüm, arkam, sağ yanım, sol yakam hep yakın. İlk buluşmadaki yakınlık her cepheye sirayet ediyor; gönülden gönüle yakınlık, müminden mümine yakınlık; ilk kavuşmadaki yakınlık. Her şey, her yer, her yan, ezcümle birbirine yakın; zaman sehere yakın, ezanlar vakte yakın; siyah beyaza, kısa uzuna, zayıf şişmana, cüsseli sıskaya yakın, herkes ve her şey birbirine yakın, herkes yaradana yakın, yaradan yakarana yakın, sehere varmadan son ezan ile secdelere yakın; secde yakın, selam yakın, dua yakın…
Sabah namazı sonrası, aklın uyarısıyla kısa süreliğine mescitten uzaklaşıyorum. bir çırpıda bir şeyler atıştırıyor ve çok geçmeden yine mescide dönüyorum; yine huzurda ve nazardayım. Her yanımla, tekliğimle, biricikliğimle, her yanın, tekliğin, biricikliğin içindeyim. Midemdeki açlığı yatıştırırken yüreğim Ravza’daydı, şimdi ise tüm benliğim. Ravza’dayım, onun yanıbaşında; her yanımda tekliğim, biricikliğim. Haricim, her şeyden hariç. Tekliğin ve biricikliğin dahilindeyim. Tevhidin dahiliyim; önüm, arkam, sağım, solum, altım, üstüm tevhit.
O’nun yanıbaşındayım, hep olmak istediğim yerde. Günahlarım, af ve hüsn-ü amel taleplerim, evlad ü ıyalim, ümmetim ve tüm yaratılmışlar dualarımda. İki rekat salat ve kirpiklerin mürekkebiyle yeniden iki satır dua. İşte buradayım, nebevi güvenlik alanı içinde, başka yerde değil. Burada, hep olmak istediğim yerde. Tertemiz korunakta. Güzellik bahçesinde. Hiç çıkmayayım istiyorum.
*
Kuşlar avluya çok yakışıyor. Bir o yana bir bu yana uçuşuyor, mesajlar götürüp getiriyorlar her zaman yaptıkları gibi. Peygamberin dostlarını gösteriyorlar bana. Cennet-ül Baki’ye yaklaşmaya henüz cesaret edemiyorum. Sadece selam ediyorum bel kırarak; hürmet ettiğimi belli etmeye çalışıyorum peygamber dostlarına. Onlarla olmayı, onlardan olmayı, onlar gibi olmayı niyaz ederek dolaşıyorum avluda. Bir yanım kabe, bir yanım peygamber, bir yanım sahabe dolaşıyorum avluda. Arzın hikayesini duyumsamaya çalışıyorum; Adem’in kaderini, İbrahim’in nasibini, İsmail’in teslimiyetini, Ömer’in adaletini, Ebubekir’in sıtkını, Osman’ın takvasını, Ali’nin cengaverliğini, yılmaz ve yıkılmaz Hamza’yı, yüreği mahzun Bilal’i, çınar gibi validelerimizi düşlüyor, kadim mirası taşıyabilmenin onur ve sorumluluğunu düşünüyorum. Mirasa adanmışlardan olmayı talep ve vaat ediyorum. Arzda ve mescidindeyim; adanmışlığına tanıklığımı beyan ediyorum, talep ve vaadime tanıklık etmeni, şefaatini niyaz ediyorum bir kez daha acz içinde...
İslam peygamberine daha da yakın olabilmek için ikindi vakti girmeden yarım saat önce, Ravza tam soluma gelecek şekilde bir safa güçlükle ilişiyorum. Müezzin mahfili ve Süleyman mihrabı da solumda. Sükunet içinde vakti beklerken bir gürültü kopuyor. Neler olduğunu anlayamamaktan tasalanıyorum. Arka saflarda canhıraş bir koşuşturma. Huzurda edebe aykırı bir davranışa tanıklık etmekten imtina ediyorum. Gürültüye sebebin kalkan paravanlarla birlikte resul’e kavuşma telaşı olduğunu anlayınca rahatlıyorum. Ani bir kararla ben de yerimi terk ediyorum. Geç kalmışlığımla koşanların arkalarında bir yere ilişiyorum. Hemen sağımda otuzlu yaşlardaki Pakistanlı Müslüman namaza kadarki zamanı Kuran okuyarak değerlendiriyor; göz pınarları dopdolu. Bense cennet bahçesine yakın olmanın hazzını yaşıyor, manasını deruhte etmeye çalışıyorum. Gözlerimde sabahki dalgalar durulmuş emin ve sakin sularda duru bir sükunet içindeyim. Hafifliyorum, genişliyorum. Sol tarafım kabrin nihayeti. Yüzümü kıbleden sağa doğru kaydırıyorum; üç sütun var. Müezzin mahfili hemen sağ çaprazımda. Kıbleden beriye beş sütun sayıyorum. Cennet bahçesinin kıyısındayım kuvvetle muhtemel. Yüreğim kımıl kımıl. Avluya çıktığımda elimdeki rehberden bakıyorum. Yanılmamışım; bir saf önüm cennet bahçesiymiş. Sükunet ve genişlik bundan; yakınında olmak korunaklı bir beldede olmak gibi. Emniyet duygusu sarıyor her yanımı. Nasibe bağışlanmış anlık sükunetin genişliğinde, İbrahim ümmetine yakışır bir mümin olmayı niyaz ediyorum.
Yatsı sonrası her zamanki gibi yüzüm kıblede; daim kıblede olabilmek duasına fatiha, bakara, felak, nas’tan oluşan bir hatim ekliyorum. Bir yandan yeryüzündeki nebi camilerini düşünüyorum; adı nebi olan tüm camileri. Tüm nebi camilerini cem eden bir mescitteyim; peygamber mescidindeyim. Peygamber mescidi tüm nebi camilerinin menşei; adı ne olursa olsun, tüm mescitler onun, o tüm mescitlerin. Ezanlar nasıl Bilal ise tüm mescitler de nebi mescidi. Nebi’nin talim ve terbiyesinden geçmiş, o’nun öğrettikleriyle imar ve inşa edilmiş, o’nun bildiğini bilmiş, o’nun bildirdiğini bildirmiş tüm camiler nebi camisi. Tüm camiler nebi’nin sesi, soluğu. Nebi’nin camisi tüm camilerin nebisi.
Avluda zemin sıcak. Terliklerimi minder yaparak oturuyorum. İkindi sonrasında gittiğim Cennet’ül Baki’yi zihnime ve gönlüme kazımaya çalışıyorum. Cennet’ül Baki, güvercin bahçesi. Ayaklarımın altından emin olamadığımdan ilerlememeyi tercih ediyorum. Makber’ül Baki’deyim çünkü; yüzlerce sahabenin arasında ve hikayemin tam ortasında. Sevgi ve muhabbet düşüyor gönlüme. Sahabe, sevgilinin yanında güvercin bahçesinde; cennet bahçesinin yanıbaşında baki cennette, Cennet’ül Baki’de. Hiç başı sonu olmayan ebediyette, ebedi salahta… Beni onlara kar Allah’ım.
Yazmak istiyorum, yazarak dua etmek istiyorum, kalemi göz pınarlarına ağarak saatlerce yazmak, gözyaşı mürekkebiyle saatlerce dua etmek istiyorum; seher vaktine dek, her şey aydınlanana, her yer nurlanana, örtüler aralanana dek. Engelleyemiyorum artık kendimi: sana geldik sana sığındık ya rab sen aydınlığı karanlıktan ayırırsın, sen ayır bizi, sen iyiyi kötüyü güzeli çirkini ayırırsın, sen bizdeki iyiyi güzeli ayır; ayır bizi. Sen ilim ile cehaleti ayırırsın, sen ilmimizle ayır bizi; ayır bizi Allah’ım. Ayır ki, karanlıkta, karartılmışlıkta kalmayayım, karalarda kalmayayım. Karayı ak yapanlardan olayım. Ummetin alın yazısını karartanları aklığımla dağlayayım.
Kuşların sedası
Yasinlerin dualara karıştığı, küçümen kuşların cennetül baki’deki güvercinlere dualar götürdüğü bir seher vakti;  serin bir esinti ve tan ağartısı, baki olan cennetin sınırlarında. Güneş, göründü görünecek. Göz kapakları ağırlaşıyor. Kubbet’ül hadra’nın etekleri kuşların zikriyle doluyor. Adanan yasinler, toplu dualar resulullah’ın yanıbaşında. Aminler, cennet’ül baki’nin tanıklığında. Kulların dertten kurtulma, yükten hafifleme dileği, tek adres ve tek sığınak olan yaradana; yaradanın hazinesine, hazineden nasiplenmeye…
Güneş doğarken Kuba istikametine seyir. Önce Uhud. Sözü tutamayanlar ile müstakim duranların aynası uhud. Bugüne ayna. Bugün de her yer uhud, her an uhud. Uhudlarımız hiç eksik değil, hiç eksik olmadı, ama “uhud bizi sever biz uhudu severiz”. Yüreğimizi Hamza gibi, Musab bin Umeyr gibi onlarca sahabede bırakarak ve uhudu bir daha ebediyen yaşamamak niyazıyla Uhud’dan ayrılıyoruz. İki damla gözyaşı iki bin duanın yerine geçsin.
Kıbleteyn Mescidi’nde yönümüzü yeniden buluyor, kıblemizi yeniden tayin ediyoruz. İstikamet üzere olunca istikametin izini sürmek gerekiyor; istikametin izi sürülünce istikamet bağışlanıyor. İdrak etmek zor değil: müstakim için istikamet önce gönüle düşüyor, gönüle düşünce vahye düşüyor, gönüle gelince vahiyle geliyor. Önce gönüle gelecek ki sonra vahye gelsin. İki istikamet de seçilmişliğinden değerli elbet, ama bir istikamet kıble. Kıble artık Kabe.
*
Hendek savaşının yapıldığı mahalde hendek aranıyoruz; nafile. Beşbucuk kilometrelik hendeklerden en ufak bir iz bile yok. Hendeklerin olduğu yere mücavir Yedi Mescitler Mescidi. Bu kadar çok mescit için en azından bir tahiyyatül mescit. Yedi mescidin yerine inşa edilmiş yeni mescit için de kaçınılmaz bir tahiyyatül mescit. Çıkınca, sağ yanda ve bir parça yukarda yıkılmaktan kurtulmuş bir küçük mescit: Fetih Mescidi. Rasulullah fetih için dua etmiş orada. Merdivenle çıkıyoruz. İrani bir mollanın mihrabtaki asil duruşu bakışımı derinden yakalıyor. Ayrılmak zorundayım, o ayrılmıyor. Buraya kıyasla biraz çukurda kalan metruk mescide, hendeğin aklı Selman-ı Farisi Mescidi’ne sarkıyorum, bakışlarımı da duvarlarından sarkıtıyorum. Zihnime kazımaya çalıştığım tozlu halılar ve pejmürde iç mekan. Bu iki küçük mescit yedi mescitlerden kalma ise yedi mescitler sadece beş mescidi mi temsil ediyor, diye kendime soruyorum. Cevabını ararken yüzü hizasındaki kayalara mesh ederek teyemmüm yapan bir kadın dikkatimi çekiyor; iki çocuğu, mahrem alanın yabancı gözlerce ihlaline mahfaza.
*
Kuba mescidi: Medine’yi inşa eden mescit. Cumartesiyi anlamlandıran mescit. Umre sevabını çoğaltan mescit. Mekke dışındaki ilk mescit. Medine’nin ilk mescidi. Ayete de, tevbeye de konu olan ilk mescit. Ta ilk günden takva üzere kurulan mescit, salaha uygun mescit. “temizlerin, temizlenenlerin mescidi”. Kuşlara tünek ve sığınak olan mescit. Mekke dışındaki ilk mescidimiz ol. Medine’yi inşa ettiğin gibi bizi de inşa et. Umulur ki, takvalı mescitte dualar da takvalıdır. Bizim dualarımızı da takva üzere kur. Allah’ım, bizi de Kuba mescidi gibi inşa et, yeniden inşa et…
*
Akşam namazı öncesi serinlemeye yüz tutmuş zeminde Ravza’ya nazır otururken, Pakistanlı olduğunu sandığımız üç kız kardeş ile annesini farkediyoruz. Giyimleri pek alışıldık pakistanlı kıyafeti değil. Gönüllerimiz hal dilinde yakınlaşırken, Allah selamı çarçabuk köprüyü kuruveriyor. Soruyorum kıyafetlerini, İngilizce öğretmeni olduğunu öğrendiğim ablalarına: ‘Hem Pakistanlı hem değil gibisiniz kıyafetlerinize bakılırsa’, diyorum. ‘Hayır Keşmirliyiz, Azadi Keşmir’den, sorunsuz taraftan’, diye cevap veriyor ve ekliyor: ‘hem sonra hepimiz müslümanız, farklı kıyafetler içinde olsak da’. Halleşiyoruz biraz daha, sonra onları sükunetlerine bırakıyoruz. Keşmir’i düşünüyorum, sorunlu tarafı, sorunlu tarafın Keşmirlilerini; yaraya merhem olması dileğiyle ürettiğim dualar tefekkürüme karışıyor…
Mescitte namaz öncesi Kuran okuyan çocuklar ile topluca iftar eden bir gruba bakarken yanımdaki abdullah, selamıyla ve paltolu haliyle dikkatimi çekiyor. Bu sıcakta bu palto niye, diye sormak aklıma gelmiyor. Tanış olma müdahale ve mukabelesinde yeni müslüman olduğunu, önceden Hindu olduğunu, karısının Müslüman olduğunu, onun sayesinde din olarak İslamı seçtiğini, ressamlık yaparak geçinmeye çalıştığını, modern resim yaptığını öğreniyorum. Paltosunu hiç çıkarmıyor, üstelik kapüşonunu da başına çekmiş halde… Akşam yemeği için mescitten çıkıyorum. Yemek ilk kez sakin, kalabalıktan uzak bir masada, kulaklarım nefes alıyor…
Yatsıdan sonra, aşır ve ilahiler eşliğinde irşad programına katılıyorum. Cevap verilmemesi gereken sorulara cevap vermek zorunda kalan hocalara üzülüyorum. İrşat sırasında Zaz melodili telefon densizliklerine öfkeleniyorum. Ayrılamıyorum. Ravza’da, Kubbet’ül Hadra’da ya da avluda, değil de neden buradayım. Bir otelin kupkuru duvarları ve kupkuru gündelik konular arasında. Resul’un yakınında iken nasıl da uzağına düşüyorum. O’nu çok özlüyorum bu akşam.
Bereket sağanağı
Sabah namazı sonrası, Nisa kapısına yönelirken ehl-i suffa’ya bakıyor, resul’ün ihtimamla yetiştirdiği, yetişmeleri için tüm imkanları seferber ettiği suffa talebelerini düşlüyorum. Peygamberin de, Medinelilerin de çok sevdiği yoksul ve kimsesiz talebelerdi onlar; İslam’ın tebliğcileri, resulullah’ın belleğiydiler. Ebu Hureyre’nin açlığını, süt bereketini, farklı yaşlardaki yüzlerce talebeyi, talebeliğin ne olduğunu düşünüyorum, peygamber eğitimine sevdalı suffayı düşlerken. İlmi, ilmin sahibini, ilim ehlini, ilmin ehlini, ilmin muhtevasını, nerede, niçin, nasıl yapıldığını, yapılması gerektiğini düşünüyorum…
*
Yeşil kubbe’nin önü yine izdiham. Çeşitli Müslüman diyarlardan gelmiş kafilelerin sesleri birbirine karışıyor. Çok serin. Üşüyorum. Esinti giderek daha da sertleşiyor. Yasinler ısıtsın istiyorum içimi. Okuyor, dinliyor, mırıldanıyorum fasılasız. Kulaklarım, dilim, her yanım Kuran; gözüm, bedenim peygamber. Dün de buradaydım, bugün de buradayım, yarın da burada olacağım. Hep buradayım işte, hep buradayım, hep burada olayım istiyorum. Sabahları bu birlikteliği hep yaşayayım, burada bu kalabalığın içinde, bu kalabalığa karılırken yok olayım. Benzeri yok Mescid-i nebevi’nin, onunla benzerlikleri olsa da yeryüzü mescitlerinin. Kubbem hep yeşil, yeşil hep kubbem olsun, ayır kubbemi Allah’ım yeşil kubbe altında kalayım, ayrı tutma yeşil kubbe’den canımı, canparelerimi.
*
İkindi namazı sonrası, birşeyler karalayarak arınmak ve seyrelmek istiyorum. Tam oturduğum sırada yağmur çiselemeye başlıyor. Dupduru bereket kupkuru toprağa iniyor; buraya da iniyor, her yere indiği gibi iniyor. Doyasıya çekiyorum içime, yüzümü yalayan serpintiyi. Sayfalarıma da rahmani mürekkep serpiliyor adeta. Satırlarımı arındırdığın gibi beni de arındır Allah’ım. Damlalar irileşince avludaki palmiyelerin altına seğirtiyorum. Medine’ye ansızın süzülen bereket dalgasını seyre dalıyorum; yazacaklarımı da birikintilere bırakıyorum.
Yağmur, Gamame Mescid’ini hatırlamamıza neden oluyor. Gamame, Resul’ü güneşli günlerde şemsiye gibi koruyan bulut. Gamame Resul’ü gözetirken buralarda eyleşir, o’nun kapalı mekanlardan çıkmasını bekler, güneşe çıktığında hemen o’na şemsiye olurmuş. Revakları bugün yağmura şemsiye olan Gamame Mescidi’nin hemen yakınında Ali mescidi ile Ömer mescidi var. Biraz daha yürüyorum ve kendimi Medine istasyonunda buluyorum. Yürürken Ali ve Ömer mescitlerinin kapalı kapılarına ziyaretçilerce yazılan savruk yazıları düşünüyorum. Burada da kapılar kapalı ama hiç değilse onlardan burada yok; ne istasyonda ne de istasyonun karşısındaki kubbeli Amberiye Camii’nde. Haydarpaşa’ya ulaştırılmak üzere tarihe selam bırakıyorum.
Medine Müzesi’nin buralarda bir yerde olduğunu söylemişlerdi. Aranıyoruz. İstasyona paralel bir kurumun görevlisine soruyorum. Bilmediğini söylüyor. Bu kez, kaldırımda bizimle ilgilenmek nezaketi gösteren Medineli hanımlara refikamın yardımıyla soruyorum. Anlaşmakta güçlük çekiyoruz. Kadınlardan birinin ısrarla ‘sabır, sabır’ demesiyle duralıyor, beklememiz gerektiğini anlıyoruz. Telefonuyla meşgul olan hanım elindeki telefonu bize uzatıveriyor. Kulağıma dayıyorum. Telefonda Türkçe konuşan bir erkek; Hataylı olduğunu, bize telefonu uzatan hanımın aile dostları olduğunu, bize yardım etmek için kendisiyle bağlantı kurmayı tercih ettiğini söylüyor. Medine Müzesi’ni ona soruyoruz, o da bilmediğini söylüyor. Bilmesin varsın, diyoruz, bu tanıklığımız Medine müzesi’ni gezmekten daha manidar, daha öğretici, daha hatırlatıcı. Bize bu inceliği ve zerafeti gösteren hanımlara teşekkürlerin en güzeliyle mukabele edebilme arzumuzu dillendirmesi için telefondaki sesten ricacı oluyoruz. Medine’de, bir Medineliden gördüğümüz medeni bir davranış karşısında duygularımızın yeterince inceldiğini hissediyoruz. Medeniyetin yeşerdiği topraklarda bir Medineliden Medineliye yaraşır müşfik bir medenilik dersi aldığımızı düşünüyor ve ensarın muhacirine gösterdiği kardeş sıcaklığını yeniden duyumsuyoruz.
Mescid’e dönüş yolunu biraz uzatıyor, ara sokaklara dalıyoruz. Medine sokakları, evlerin dışarıdan bakımsız gibi görünen cepheleri kısmen de olsa güney doğumuzu hatırlatıyor. Pencereler çok küçük. Eviçlerinde muhtemelen perde kullanılmıyor. Güneşten korunabilmek için neredeyse hiç açılması gerekmeyen pencerelerin ahşap kanatları, sanırım, perde işlevi görüyor. Sessiz sokaklardan hareketli ara caddelere açılınca gördüğümüz ağaçlı yollar, ayrıca, şaşırtıyor bizi.
Namazda Ravza’ya yaklaşmaya çalışırken bozuk Türkçesiyle bir delikanlı dikkatimi çekiyor. Arkadan kendisini iteleyenlere kolaylıkla yerini ikram ediyor ya da arkadakilerin ön saflara geçmesine kibarca izin veriyor. Münih’ten gelmiş; yanındaki erişkine sorular soruyor ve olan biteni anlamaya çalışıyor. Ravza’dan geriye düşmemesi için kımıldamamasını önermek zorunda kalıyorum.
Namaz bitiminde, zaman zaman enselerinde halka halka izler gördüğüm bir mağripliye bunun ne anlama geldiğini soruyorum. ‘Hijama’ gibi bir şey diyor ve ‘sağlık için’, diye ekliyor; onun sünnet olduğunu, rahatsızlıklardan korunmak için yaptırdığını söylüyor. Üstelik, ensesinde benim görebildiğimin iki tane olduğunu, sırtındakilerle birlikte toplam sekiz tane olduğunu da belirtiyor. Yakı ya da dağlama gibi bir şey olduğunu sanıyorum ilkin, ama sonra bizim daha çok hacamat dediğimiz şey olduğunu düşünüyorum.  
*
Akşam üzeri önce, hurma, çay ve ekmek hayırı yapıyor birileri. Bize de ısrarla ikram ediyorlar; almıyorum. Hem karnım aç değil hem de belki bir ihtiyacı olanın nasibini engellerim endişesi taşıyorum. Ben yeterince besleniyorum zaten burada, bu avluda, her yanım tok; şimdiye dek hiç yemediğimi yiyor, hiç tatmadığımı tadıyorum, bir palmiye kaidesine yaslanmış bedenim ve canımla. Hani canına değsin denir ya öyle bir şey. Her şey canıma değiyor. Yüzüm ravza’ya değiyor, sağım cennetül bakiye, arkam kabeye, solum ali ve ömer mescidine. Geniş bir güvenlik alanını duyumsuyor, emin beldede olmanın hazzıyla doyuyorum. İçime çektiğim havayla doluyor, sükunetle incelen sakin yüreğimi tadıyorum. Ben canımın istediği gibi soluklanırken bir çift el ve bir çift hurma birden gözümün önünde beliriyor. Bir çocuk eli, bir kız çocuğu, yanında küçük erkek kardeşi. Yüzlerine baktığımda, anlamadığım dilleriyle ikramı almamı istiyorlar ve ilerideki ailelerini gösteriyorlar. Uzaktan onların da beden dilleriyle aynı talebi tekrarladıklarını görüyorum. Bu kez, geri çevirmek hiç mümkün görünmüyor. Bana ve eşime ikişer hurma veriyor masum küçücük eller; alıyor ve afiyetle yiyoruz. Hurmalar bademliymiş. Hurmaların şekeri henüz damağımı yakarken, yanımızdan geçen biri hiç sormadan ikişerden dört hurma bırakıveriyor kucağımıza. Onları çantama koyuyorum. Ezan kurtarıyor bizi hayır sağanağından. Doğru mescide şimdi. Resul’e daha da yakın olmaya; Ebubekir ile, Ömer ile, Ehl-i suffa ile birlikte salat etmeye…
Namaz sonrası yemek, yemek sonrası namaz. Vakit de yatsı sonrası artık. Hava serin. Yine yeşil kubbenin altındayım. Avlu yine ayetler ve dualar ile dopdolu. Sanırım hep dolu. İyi ki ezan var, iyi ki namaz var, iyi ki ravza var, iyi ki buradayım, iyi ki burada misafirim. Misafirliğimi idrak etmeye çalışırken, misafirlikten sefere, seferden ikamete, ikametten asıla evrilen bir güzergah bulunduğunu farkediyorum. Önce ikamet beldesindeydim şimdi asıl beldede. Ayrıca, misafir ev sahibinin koruması ve gözetimi altındaysa, misafir ile korunmuşluk, sefer ile himaye arasında derin bir ilişki olmalı. Dahası, misafir edilen misafir eden tarafından koruma altındaysa, yeryüzü seferine ya da yeryüzünde sefere çıkanların mülkün sahibince koruma altına alındığı kolaylıkla fehmedilebilir. Müsaferet esnasındaki misafir densizlikleri de misafir edence görülmeyebilir, yani densizlik olarak kabul edilmeyebilir. Zira onlar yaradanın misafirleridir. Resul de bizce densizlik olanı, densizlik olarak telakki etmiyordur, eminim.
Zamansızlık vakti
Hesap ediyorum, kitap ediyorum, kendimi zorluyorum, hangi günde olduğumuzu bir türlü bulamıyorum. Birden kendimi zorlamaktan vazgeçiyor ve zamanı bulma kaygısından uzaklaşıyorum. Vakitsiz değilim; zamansızlığın içine nüfuz etmeyi tercih ediyorum. Vakti yitirmeden zamanı yitirmek, vakti yitirmeden zamanı yitirmeyi başarabilmek, tek vakitte ezeli güzelliği ebede yaymak gibi; ati ile mazinin düğümüne bir vakitte tanıklık, kördüğümüne vakitlice ilmek olmak gibi. Burada zamansız olmak, rahmanın ipinde tutunacak bir ilmeği vakitlice bulmak demek, ya da vakti yitmemiş bir zamanda biteviye yol alarak o ipte tutunulacak bir ilmek olmak demek.
*
İkindi vakti yine aynı yerde, hurma bahçesinde, yeşil kubbenin karşısındaki duvarın dibindeyiz. Kelamullahı kıraat ediyor, dilimizden, zihnimizden, gönlümüzden, kulağımızdan hiç eksilmesin diye mırıltılı bir makam tutturuyor, tehlil ve tekbirler terennüm ediyoruz, bir yandan da yaklaşan ayrılık vaktinin hüznüne yavaş yavaş yüreğimizi alıştırmaya çalışıyoruz. Sesli dualar hüznümüzü yatıştırmıyor. İçimizi serinleten, salatı müteakip yeşil halıya kavuşmamız. Cennet bahçesine yaklaşmak ve orada secdeye varabilmek kısmen de olsa müsterih olmak için yeterli. Yeşil halının sınırları dopdolu bir hafiflik ile sarılı sanki. Benzer duyguları sabah Kuba’da, peygamberin adımlarını sürerken de hissettik. İzler daha berrak burada.
İzlerin ardı sıra yeniden Kuba’ya giderken, Bilal’in mescidine uzaktan selam veriyor, oraya daha sonra yakınlaşmayı umut ediyoruz. Kuba’ya bir an önce varalım, Kuba’da soluklanalım istiyoruz. Mekke ile Medine arasındaki serin soluğu bir daha içimize çekelim istiyoruz. Mekke ile Medine’nin buluştuğu ilk kavşak Kuba; Medine’nin Mekke’yi ağırladığı ilk konak. Ayrılık ve kavuşma şehri Kuba; ayrılışın hüznü ile kavuşmanın coşkusu arasındaki kavşak, bir birleşmenin, bir bilişmenin, bir tanışmanın kavşağı Kuba.
Kuba Mescidi artık çok tanıdık. Hiç yabancılık çekmiyorum. Sanki defalarca gelmiş gibiyim. İç avluya giriyorum bir kez daha, ama güvercinler giremiyor, yine giremiyorlar. Yukarıya bakınca, güvercinlerin mahzunluğu çarçabuk anlaşılıyor. İç avluyu tamamen örten ağın üzerinde sıralanmış ısrarla bize kuğurduyorlar. Ağdan engeli tek tük aşabilenler iç avluda bizimle uçuşuyor. İki rekat tahiyyatül mescidi onlarla birlikte eda ediyoruz, ardından iki rekat işrak. İşrakla henüz tanışmışken, umre sevabına yazılması niyazıyla iki rekat daha, ve cumartesiymişçesine. Zira, İslam peygamberi burayı ihmal etmez, özellikle cumartesileri gelirmiş. Medine’ye günlerce kapı olmuş Kuba, Medineliye müjde olmuş. Resul buraya gelinmesini hep teşvik etmiş ve cumartesi gelenlerinse umre sevabına nail olacağını müjdelemiş. Ah n’olaydı cumartesi olaydı!...
Kuba’dan dönerken Medine yakınlarında bir köprünün altından geçiyoruz. Kafile hocamız heyecanlanıyor birden ve tanıklık ettiği bir olayı anlatıyor: “2003 yılında tam bu köprünün altından geçiyorduk. Bakın şurada bir çöp yığını vardı. Çöplerin arasında sadece başı görünen bir adam; capcanlı. Adama müdahale için durduk. Ona doğru ilerlerken, uyarısıyla duraladık. Boğazına kadar battığı çöpün içinden sesleniyordu bize. ‘Zahmet etmeyin, ben burada iyiyim, siz yolunuzdan kalmayın’. Merakımızı gidermek için orada ne yaptığını sorduk. ‘Allah bana bir gün hacca gelmeyi nasip ederse çöpte yatmaya razıyım demiştim, sözümü tutuyorum, siz yolunuza devam edin’ diye cevap verdi. Onu kendi haline bırakarak oradan ayrıldık”.
*
Nebevi mescide dek her iz, her işaret, her alamet, her ayet peygamber. Mescid’inse her yanı peygamber; avlu, kubbe, kapılar, iç avlu, sütunlar, mahfiller, mihrablar, minber. Minber ile kabir, kabir ile mihrab, mihrab ile ravza. Hiç kopmamacısına yeşil halı. Yine yeşil halı, rekatlar sıralanıyor hiç bitmemecesine. Altı rekat, altıyüz rekat, hiç doymamacasına; şükür eksilmemecesine. Cibril kapısı ile Babu’l-Baki arasındaki mekanın hakkına da rekatlar düşüyor. Osman mihrabı, suffa tarafı, minber derken kabrin dört yanı rekatlarla doluyor böylece. Her yan rekat, her yan salat, her yan hamd; yine rekat, yine salat, yine hamd. Sayısız hamd ve senalar mülkün sahibine, yüceler yücesi alemler rabbine.
Avluya çıkarken Cibril kapısından çıkıyorum. Onlarca kapıdan, hiç değilse ravza’ya yakın olanları iyice idrak etmeye çalışıyorum. Nisa kapısından yeniden giriyorum. Bu iki kapı arasına yayılan kısımda, yani ehl-i suffa mekanında peygambere müteveccih Kur’an okuyanlar yoğunlaşıyor. Peygamberin himayesinde ilim ehli yetiştiren ehl-i suffaya Kur’an çok yakışıyor. Kur’an çağıltısıyla kırkbir kapılı Mescid’in bir kapısından girip öbür kapısından çıkarken yenilerde yapılmış Babu’l-Baki çıkışını düşünüyorum, aynı zamanda hürmet ve nezaketin şahikasında misafirlerin edebe mugayir terk-i diyar etmelerinin mümkün olmadığı zamanı. Daha çeyrek yüzyıl önceymiş; Babüsselam’dan girilir Cibril’den çıkılırmış, yarım yay çizilerek; kabir’e, ravza’ya, mescid’e sırt çevirmeden.
Fırsat varken bir koşu Bilal Mescidi’ne, Bilal’den helallik istemeye. Sabahki umut nasibe dönüşüyor ve Bilal’in mescidine giriyoruz. Bilal anısına yapılmış camideki kadınlar kısmı dikkatimizi çekiyor; neredeyse erkeklerinki kadar büyük. Arapların camilerde kadınlara bizden daha fazla yer açmaya çalıştıkları muhakkak. Bilal, sesini kulaklarımıza dokundururken hüznümüzü yüreğimize nakşediyor. Arzın Bilal ve çıraklarının sesinden mahrum kalmaması için yakarırken, Bilal’in sesinin kulaklarımdan, hüznünün yüreğimden eksik olmaması niyazımı yineliyorum…
İlk ayrılık
Mescid’de son seher vakti, son öğle vakti derken birazdan son ikindi vakti olacak. Son olmasın, tüm ikindiler buradaki gibi olsun, ayrılık hiç olmasın, diye mırıldanırken yanımdaki kot pantolon ve tunikli Pakistanlı genç, yanındaki Arap genç tarafından uyarılıyor. Aralarındaki konuşma gayri ihtiyari dikkatimi çekiyor. Pakistanlı genç bağdaş kurup oturmuş, pantolonunun diz kısmında zorlukla fark edilebilen küçük bir yırtık oluşmuş; belli belirsiz. Pakistanlı genç mahçup bir şekilde yanındaki akranından özür diliyor ve tuniğinin eteğini çekeleyerek bir santim bile olmayan yırtığı örtmeye çalışıyor. Arap genç uyarısını sürdürüyor; şimdi kapansa da onun namazda açığa çıkacağını söylüyor ve bir kağıt mendil uzatıyor. Pakistanlı genç anlam veremiyor kendisine uzatılan mendile. Arap genç el işaretleriyle onu ne yapacağını, nasıl o yırtığı kapatacağını ifade ediyor. Kağıt mendil rulo yapılıp sivriltiliyor ve pantolondaki minik yırtığa itiliyor. Pakistanlı gencin muti davranışını masum bir takva önerisinin kabulü olarak değerlendiriyor ve salaha çağrıyla kendime geliyorum.
Peygamberin mescidine gelenleri uyarmayı kendine görev sayanların miktarı pek azımsanacak gibi değil. Dün sabah da bizim nasibimize düştü yönlendirici uyarılar: Yeşil türbenin önünde topluca dua ederken bir anda kıbleye dönmemiz gerektiği konusunda uyarılmış ve kolaylıkla itaat etmiştik. Uyarma görev ve sorumluluğunun dinin doğru anlaşılması ve dosdoğru yaşanması uğruna ifa edildiğini düşünerek rahatlıyor; sadece taat ve ibadatı değil, hayatı kıbleye çevirmek gerekliliğini hatırlattıklarını vehmederek serinliyorum. Yapılacak müteakip uyarıların sadece misafirlerle sınırlı tutulmaması gerektiğini de kendilerine hatırlatamamaktan ıstırap duyuyorum.
İlk eve yolculuk vaktidir artık. Vakte uymak gerek.

(Yedi İklim, Sayı 269, Ağustos 2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder