Uzun
zamandır “Medya ve Din” konusu üzerine çalışıyorsunuz. Bu alana size sevk eden
sebepler nelerdir?
Hatırlarsınız,
Ramazanlarda bile mola vermeden müminleri rencide eden, kimi zaman aşağılayan
yayın ve programlara bolca tanıklık ettik. Birilerinin bu gidişata dur demesi
gerekiyordu ama olmuyordu bir türlü. Üzülüyordum, inciniyordum,
hayıflanıyordum. Sadece ara rejim dönemleri değil her zaman böyleydi. Topluma
nasıl bir din yaşaması gerektiği öğretilmeye çalışılıyordu ama toplum açık
etmese de bu öğretimi sindirmekte zorlanıyordu. En azından ben öyle
gözlemliyordum. Medyanın ruhunu anlamak gerekiyordu. Medya sonuçta bir araçtı,
bu aracı yönetenleri, içerikleri yönetenleri anlamak gerekiyordu, ama aynı
zamanda din konusundaki sahih olmayan tutumlarının ıslah edilmesi de
gerekiyordu. Çok kolay değildi, hala da öyledir. Medya mesajları yüzünden insanlar
huzurlu bir iftar yapamıyorlarsa, bunu değiştirecek tedbirlerin tez elden alınması
için çaba göstermek gerekiyordu. Bunları böyle düşünür dururdum. Bir gün bir
davet aldım, bir derneğin çatısı altında bir atölye çalışması yapılacaktı.
Aldığım davet, bu kaygılarımı ifade etme imkanı oldu bana. 2011 yılında bu
atölyeyle birlikte kendimi medya-din konusunun içinde buldum. Kişisel
kaygılarım akademik tezahürler olarak da kendini gösterecekti artık. Öyle de
oldu. Elimden geleni yaptım diyebiliyorum bugün, ama konu ile ilgili yapılacak
daha çok iş var, buna gücümün yeteceğini sanmıyorum.
Sizden
sonra da medya ve din üzerine yapılan bu çalışmalar devam ediyor mu?
Benden
önce de konu ile ilgili çalışanlar var, yok değil, ben bu anlamda ilk değilim,
önce onu tashih edeyim. Ama bir platform olmak bakımından belki ilk olduk
sanırım. O da Betül Önay Doğan ve Nihal Kocabay Şener’in desteği ve marifetiyle
oldu. Bu kaydı düştükten sonra, evet çalışmalar çok şükür devam ediyor. Ama tatminkâr
düzeyde değil. Galiba bizim ülkesel bir problemimiz var. Bizde bir konu bir
anda patlıyor, farkediliyor, sonra genellikle kısa zamanda sönüyor. Uzun yıllar
onu kendisine dert edecek, çalışma konusu haline getirecek ortamlar oluşmuyor.
Mesela kimi zaman görürüz, bir sempozyumun bilmem kaçıncısı düzenlenir
batımızdaki gelişmiş ülkelerde. Bizde birincisi, ikincisi derken soluklar yavaş
yavaş tükenmeye başlar. Sebebi ne olursa olsun, bir konu etrafında uzun
soluklu, yıllara sari çalışmalar yapmakta başarısız olduğumuzu düşünüyorum.
Sürdüremiyoruz bir türlü. Çok az da olsa istisnalar var tabi. Medya ve Din
çalışmalarında da aynı durumdayız. Çuvaldızı kendime batırarak söylüyorum. Azimkâr
tarafımız olsa bile engelleri aşmakta çabamız yetersiz kalıyor. Bir yerde
inkıtaya uğruyor hemen. Şu anda da öyle; medya ve din çalışmaları bir iki ciddi
arkadaşın çabasıyla sürüyor. Kurumsal olarak sürüyor. Onların yorulmamasını
dileyelim. Ben medya ve din uzmanı değilim. Bu röportajlarda da çoğu zaman
mahcubiyet yaşıyorum. Medya ve din, benim uzmanlık alanım değil. Bu tamamen, az
önce söylediğim gibi, kişisel kaygıların akademik tezahürü olarak ortaya çıkmış
bir durum. Hoş, kaygısı olmayanın çalışması da olmaz. Bir elin parmakları kadar
doktora yapmış insan yok henüz. Peki, bu alanda doktora yapma imkânı var mı?
Yavaş yavaş oluşmaya başladı. Akademi konuya kapılarını açmaya başladı. İlahiyat
Fakülteleri başta olmak üzere iletişim okuyan, sosyoloji okuyan öğrenciler de konuya
ilgi göstermeye başladılar. Çok sayıda master tezi üretildi. Doktora çalışması
yapmak isteyenler de artmaya başladı. Bu konularda çalışma yapılması kesin bir
ihtiyaç, hele dijitalleşmeyle tanıştıktan sonra.
Hocam
ilahiyat, iletişim fakülteleri bu alanla ilgili çalışıyor dediniz. Acaba
dilbilim/linguistik çalışanlarla da bu alanın ilgisi var mı?
Eğer
metaforlar, simgeler, semboller vs. gibi düşünsel açmazlar varsa dilbilimciler bu
konuya ilgisiz kalamaz. Dil sorunu her konuda olduğu gibi medya-din konusunda
da belki birincil ama dilbilim için bu alan birincil değil. Dijitalleşme
konusuna dilbilimsel yaklaşım vazgeçilmez, dil konularının ya da dil
olgularının kullanımı arayışında yine dilbilim vazgeçilmez ama dine
indirgenebilecek, dinle ilişkilendirilebilecek özel dilbilimsel çalışmalara
tanıklık etmiyorum. Dilbilim dijitalleşmenin sorunlarına, dijital dil sorununa
kafa yorar ama dinsellik özelinde bir şey yapıldığına pek tanık değilim. Eğer
Kur’an’dan hareketle bir terminoloji inşa edilmeye çalışılıyorsa örneğin, dilbilimsiz
olmaz. Ama burada, dibilimden ne anladığımız önemli. Farabi’nin İşarat ve
Tenbihat da, İhya’nın İlim bahsi de dilbilimden uzak değildir. Bazen
dil demeden de, yaptığımız iş dil ile ilgili mi değil mi diye sorgulamadan da
dilbilim yapıyor, dilbilimsel yaklaşımlardan farkında olmadan yararlanıyor
olabiliriz, dilbilimsel yaklaşımları kullanıyor olabiliriz. Sanat ve edebiyat
ürünleri böyledir bir ölçüde. Her biri dilbilimsel çalışmaları hak eder,
dilbilimsel yaklaşımlara konu olabilir. Sanki dilbilimsel yaklaşımları
biliyormuşçasına üretilmiş de olabilirler. Dil ile din ilişkisi açısından
meseleye bakarsak, din dili olarak bakarsak, dinin yitik dili ya da sahih bir
din dili gibi bir arayıştan söz edersek -ki ben bu arayışın gerekliliğine çok vurgu
yapıyorum- işte o zaman dilbilim bize zaten lazım olacak demektir.
Hocam
dijital dünyanın içinde doğanlar yani dijital yerlilerden sonraki kuşaklar -bizim
torunlarımız şimdilerde Alfa kuşağı deniyor- bu kuşak dini terminolojiye nasıl
bakacak? Onlar için yeni bir dilbilim mi oluşacak?
Ona
yeni bir dilbilim demeyelim de sizin de sorunuzda yer verdiğiniz gibi yeni bir
terminoloji diyelim. Elbette yeni bir terminoloji oluşacak; oluşuyor da.
Terminolojiyi de salt kelimeler bağlamında düşünmemek lazım. Kelime ya da
sözcük dediğimiz şey, bugün anladığımız anlamda parçaya indirgenmiş bir şey,
çok parçadan müteşekkil bir şey değil. Biraz açmak gerekirse, mesela ‘la ilahe
illallah’ bir kelimedir, tek kelimedir, yani üç sözcükten ya da üç parçadan
oluşmayan tek bir tevhit kelimesidir. Aynı zamanda bir kavrayıştır, bir mana
yoğunluğudur. Kavram alanında bir inkâr, bir de bir kabul söylemini mündemiçtir.
Ve o bugün anladığımız gibi gramatikal bir kelime öbeği değildir. İmanın
teyidi, tescili, tezahürü olan tek bir kelimedir. Bu kelime karşınızda koskoca
bir metin olarak durur. Kelime dediğimiz olguya biraz da böyle bakmak lazımdır.
Ona bir söylem üreticisi, bir tramplen, bir çıkış noktası gibi bakmak yani. O
zaman nesiller ya da çocuklarımız diye kaygılandığımız noktada maruz
kalacakları kelimelerin neyi söyledikleri, onlara nasıl bir zihin ve
imgelem/muhayyile dünyası sundukları önemli hale gelir. Sizin bir kelimeyi
soyut yerine müşahhas ya da somut yerine mücerret demenizin bir önemi olmaz,
içeriği yoksa, karşılığı yoksa. Bugün bu kelimeleri Azeriler de kullanıyor, Özbekler
de. Kavrayış önemli, o kelimeyle üretilen söylem önemli kavram alanı önemli. Nutk,
natıka, mantık önemli. Bu sadece, kavrayışı sağlayan çıkış noktasıdır. O nokta
olmazsa kavrayış, yani doğru yerden, doğru zeminden sıçramazsanız doğru
kavrayışa varamazsınız. Mesela Keloğlan dendiği zaman kel bir oğlan
düşünmezsiniz. Arkasında büyük bir hikâye ve büyük bir anlatı vardır. Keloğlan’da
olduğu gibi, dinsel, kültürel, sosyolojik, dilsel o büyük anlatıyı, anlatıları
kaybetmemek lazımdır. Derdimiz kelimelerle birlikte onların içerikleri de
olmalı. Terminoloji biraz böyle bir şey. Hayatı dinle buluşturan, dini hayatın
içinde tutan terminoloji bundan müstağni değil, büyük hikayeler de öyle.
Peki
bu hikâyenin kaybedilmesine dijital medya alet olmuyor mu?
Evet
ama kazanılmasına da alet olabilir, sizi kazanmadan sizin onu kazanmanız
kaydıyla. Sorunuzda belirttiğiniz gibi, o bir alettir, araçtır, kimin elindeyse
ona göre şekil alır. Ama sanırım artık, asıl sorun artık kimin elinde
olduğudur. Yani biz hikayelerimize sahip çıkmaya çalışırken o kendi hikayesini
kurguladı bile. Yapay zekaya dek uzanan ve içeriği günden güne spesifikleşen
bir hikaye bu. Dijitalin, tek hakikat olarak kendi hikayesi. Şu an bir alet
olmanın ötesine çoktan geçmiş bir aletten ya da ortamdan söz ediyoruz. Doğal
olarak kendi dilini, kendi söylemini kurgulamış bir alet olarak kendi lehine, hikayeler
üretecek, başka hikayelere fırsat tanımamaya özen gösterecektir. Dijital alet olarak,
dijital araç olarak kendi temsillerini üretmiş, onlarla işlem yapmaktadır zaten.
Ve bizler aracı değil de araç bizi yönetiyor diyecek noktaya geldik bugün. Onun
üretmiş olduğu temsillerle hayatımızı idame ettiriyor, onun fısıltılarına kulak
kesiliyor, onun fasılalarında soluklanıyoruz. Medya kendi doğasına bugüne dek nasıl
sahip çıktıysa dijital medya da doğal olarak aynını yapacak, kendi ontolojisini
tayin edecek, önceleyecek, kendi hikayesini üretecek, başka hikayeleri örtecek,
örseleyecektir.
Teknolojinin
öznesi iken nesnesi haline geldik öyleyse…
Doğrudur.
Sizin koyduğunuz, tasarladığınız, ürettiğiniz temsiller, zaman içinde asıl hale
geliyor ve sizi yönetmeye başlıyor. Özellikle dijital dünya, üretilen
temsillerin yönetimine nasıl geçmiş olduğumuzu gösterecek sayısız örnekle dolu.
O temsiller ikonik temsiller olabiliyor, medyatik temsiller olabiliyor,
kültürel temsiller olabiliyor ama dijital platformda ve dijital kodlarla bize
geliyor; dijital dünyanın ruhunu bize taşıyor. Bize ulaşanın ne olduğunu bilmek
için elimizdeki aracın ilmini, eşyanın ilmini bilmek zorundayız, elimizdeki eşyanın
künhüne vakıf olmak durumundayız. Bu araç nasıl çalışıyor, bunlarla ilgili
kitaplar yazıldı, fantastik filmler, diziler yapıldı. Çember ya da The
Great Hack türünden roman, İfilm ya da belgeseller, algoritmalara mahpus
hayatımızı anlamamızı kolaylaştırıyor. Elektronik çağdan geçerken, insan soyu
yorgun demeye başlamıştık. Şimdi ne diyeceğiz bilmiyorum ama herhalde insan
soyu ölgün filan diyeceğiz, üstelik böylesi devasa imkanlar içinde. İnsan soyunun
maruz kalacağa dönüşüme direnemeyeceğiz ve o dönüşüm içinde varolacağız, kesin.
Öyleyse böylesi bir dünyada nasıl varolacağımızı düşünmemiz lazım, dijital
evrenin içindeki varoluşumuzun hesabını gecikmeden yapmamız lazım. Z kuşağının,
tablet kuşağının ötesinde, yapay zekaya maruz kalacak Alfa kuşağı çocuklarının
önceki kuşakların deneyimi hakkında bir fikri olmayacak denli dijitalleşmiş
olacaklarını, dijital kodlarla çevrelenmiş olarak büyüyeceklerini öngörmek hiç
zor değil. Bilgisel ihtiyacını doğrudan dijital ortamdan karşılayacaklarını, bu
meyanda dillerini ve dinlerini de doğal olarak önceki kuşaklardan çok farklı biçimde
dijital kodlardan, deyim yerindeyse dijital mürebbiyeden öğreneceklerini
öngörmek artık zor değil. Bunları bilerek hareket etmek gerekir, eğer bir
gayret gösterilecekse böylesi bir evrende insan nesli için nasıl bir hayat
tasavvuru geliştireceğiz, nasıl bir insanlık düşleyeceğiz, nasıl bir dinlilik,
nasıl bir imanlılık, nasıl bir dinsellik düşlüyoruz. Bu gelişmeleri görmezden
gelerek hareket edemeyiz. Nesil emniyeti nesilleri dijitalden uzak tutarak
sağlanmaz, böylesi konuların acil gündem oluşturmasıyla sağlanır. İşi gücü
bırakıp dijital dünya ile uğraşmak, onu müdrik bilinçli nesillerin şimdiden
yetişmesi için çaba göstermek yanlış bir tutum olmasa gerektir. Dijital nesne
değil de özne olmak derdi varsa tabi.
Dijital
Dünya ile uğraşmaktan kastınız içerik üretmek midir?
Sadece
içerik üretmek değil tabi. İçerik üretmek elbette önemli, ama işin bir parçası.
Belki teknoloji üretmek, uygulama programları üretmek diye açabiliriz. Dijital
evrende her anlamda var olmaktan söz ediyorum. İçerikler içinse elimizde bir
çok toplumun sahip olmadığı denli kadim bir kültür var, başkalarına da
aktarılacak kadim bir kültür. Gözlerimizin önünden geçiriverelim şöyle
Mevlanaları, Yunusları, Gazalileri, Farabileri, Maturidileri, Buharileri,… bunları,
yitik kültürü bile kimi zaman başkalarının ürettiği içeriklerden öğrenmek
zorunda kalıyoruz. İçimiz sızlıyor, hayıflanıyoruz. Onuncu, onbirinci yüzyıllarda
kadim kültürün üreticileri örneğin bir şehrin -Merv’in yanlış hatırlamıyorsam- sulama
sistemi için yüz metre derinlikte tüneller ve kanallar inşa edebiliyorlardı.
Böylesi kurucu bir zihinden salt korumacı bir zihne nasıl geldik? Mevcutla
yetinen, mevcudu koruyan, kendini koruyan, kendi sıkıntılarından başını
kaldıramadığı için başkalarının sorunlarını çözme girişiminde bulunamayan bir
zihin bizi bir yere vardırmıyor. Biz burada işi gücü bırakıp teknolojiden
içerik üretimine dek dijitalleşmenin kuşattığı bir çok konuda etkin çaba
göstermeliyiz. Yapamaz mıyız? Yaparız, aczimize tutunarak yaparız, aczimizden
güç alarak yaparız, yüzyıllar önce nasıl yapmışsak yine yaparız, üstelik sadece
kendimiz için değil, tüm insanlık için yaparız, tüm insanlığı dijital savrulmalardan
kurtarmak için yaparız, dijital istismardan kurtarmak için yaparız. Ben
yapabileceğimize hep inandım. Gerekli zihin sermayemizin olduğunu düşünüyorum.
Genç kuşaklar dijital teknolojinin doğrudan içinde çeşitli işler yapıyor,
başarılı girişimlerine, başarılı içerik tasarımlarına zaman zaman tanıklık
ediyoruz. Kurumsallaşmaya, kurumsal çabalara ihtiyaç var. Kurumsal destek ve çabaların
öneminin altını çizmek gerek. Birey olarak, çok yararlı bir konuda fenomen
olabilirsiniz, influencer olabilirsiniz, çok da iyi olabilir ama kişisel
gayret bir yere kadar. Sürdürülebilir biçimde ayakta kalmak, kaliteli içerik ve
teknoloji üretmek için bireysel çabalar kesinlikle yeterli olmaz.
İnsan kendi içinde kendini tüketir mi? Kendisi olarak kalma,
Müslüman kimliğiyle kalma ihtimali yok mudur?
Dijitalleşme
sürecinde çok kolay değil. Şöyle düşünün isterseniz. Sizin naslarınız, temel
hükümleriniz saklı kalmak kaydıyla teferruatta mutlaka bir şeyler değişecektir.
Tüm kimlikler kayarken dinsel kimliğin kaymaması mümkün değildir. İmani ve
itikadi düzlemde bir kaymadan söz etmiyorum. Örneğin, suret karşısındaki görüş
ve tutumlar artık tartışma dışı ya da ötelenmek durumunda kalmıştır ama edep
ötelenmemiştir, ötelenemez de. Bu konudaki doğru görüş ve tutumu biz değil,
bizden çok kadim kaynakları ve temel referansları dikkate alan dijital müminler
bulacaktır. Suret konusunu çok basit bir örnek olarak söylüyorum. Bir çok konu
böyle olacak. Dinsel kimlikten uzaklaşma diye bir şeyden söz etmiyorum,
belirgin ve sabit kimliğin dijital kültür içinde yeniden şekillenmesinden,
dijitalleşmeyle yoğrulmasından söz ediyorum. Bu sürece yine hazırlıksız
yakalanıyoruz ama. Bunu gözden ırak tutmayalım. İnternet fıkhı üzerine
düşünmedik, internet ilmihali gibi kayda değer çabalara tanık olmadık. Oradaki
sorunlar karşısında nasıl tutum geliştirileceğine dair elimizde doğru dürüst
bir kaynak yok. Konuyu bihakkın tefekkür etmedik, yeterince tartmadık,
derinliğine tartışmadık bile. Üstelik dijital fırtınanın hem inananların hem
insanlığın üzerine hızla geldiğini göre göre. Beni bunlar düşündürüyor.
Müslüman kimliğiyle kalma sorun değil, ondan endişe etmiyorum, müminin kendi
kendini tüketmesinden, kimliğinin içini dolduramamasından, salt korumacı
tutumundan, insanlık adına öne çıkmamasından, çıkamamasından endişe ediyorum.
Konusu gelmişken, siret ve suret bağlamında neler
söylersiniz?
İma
ettiğimi sanıyorum. Mayınlı tarlada yürümek istemem. Edep esas olmak kaydıyla
bu konuyu ötelemekte yarar var sanırım. Biraz ikiyüzlü davranıldığını
düşünüyorum çünkü. Bir yandan suret konusunda aşılamaz duvarlar inşa ediliyor
ama öbür yandan profil fotoğrafları uçuşuyor. Cemal Şakar, Allah Resulü’nün
görüntülenme sorunları çerçevesinde gelişen tartışmalarda konuya biraz farklı
yaklaşmış ve suret yasağından surat yasağının anlaşıldığını ifade etmişti bir
toplantıda. Katılıp katılmamak size kalmış ama bu metaforu ciddi bir sıkıntının
tezahürü olarak okumak hiç de yersiz değildir. Bu konuyu müsadenizle fazla uzatmayayım.
Ben fakih değilim. Benim bu konudaki ölçüm edeptir. O da tanımlanmaz, bilinir.
Tanımlamaya kalkarsanız bir başka kaygan zeminde bulursunuz kendinizi. Bu
söylediklerimden hareketle, aracın isterlerine göre günahın meşrulaştırılması
isteniyor gibi bir çıkarsama yapılırsa üzülürüm. Kendi görüşümü kısaca böyle
ifade ettikten sonra tartışmayı, medyatik vitrinlerde değil de kendi
mahfillerinde yapacak uzmanlara bırakmak isterim. Ben sadece kendi kaygılarımı
dillendirmeye ve bu tartışmaların doğru dürüst yapılamamasının kimseye yararı
olmadığını söylemeye çalışıyorum. Hüküm vermeye ehliyetli olmamakla birlikte, görsel
düzeyde edep ölçüsüne göre davranılması, görsel kullanımını engelleyici
tutumlardan sakınılması, edep ölçüsünde görsellik adına zenginleştirici
tutumların geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum, o kadar.
Sanki burada gözden kaçan husus orada kişilerin suretleri
değil yasak olan; tapınılan suretlerdir.
Evet,
elbette öyle, onda şüphe yok. Tartışma uzayınca bu nokta kimi zaman ardıl
kalabiliyor. Teferruat aslın önüne geçebiliyor. Size tamamen katılıyorum. Böyle
anlaşılmasından yanayım. Tapınma niyeti yoksa tartışmanın gerekçesi de büyük
ölçüde kendiliğinden kayboluyor. Ama diye başlayacak itirazları da duyar
gibiyim. Dijital dünyada, sinemada artık kendini mümin olarak tanımlayan,
kendini dini kimlikle vasıflandıran Müslüman’ı, Hrıstiyan’ı, Yahudi’si, Budist’i,
hepsini kastederek söylüyorum, hepsi filmler çekiyor. Yahudilerde de tartışılabilir
bir konu bu malumunuz. Artık film çekiyorsak, ölçüleri de, edep ölçülerini de
hesaba katıyoruz demektir. Tartışarak suretin içinden çıkamıyoruz, yaparak,
kurgulayarak içinden çıkmayı yeğlemek gerek. Dijital fırtınanın görsel
esintilerine karşı müeddep görsellerle göğüs germeyi denemek gerek. Zamanın
müminleri tasvip etmedikleri görselden korunmaya çalışırlarken tasvip
ettikleri, münasip gördükleri görselleri de üretmekte tereddüt etmemeliler. Suret
konusu yine belli mahfillerde tartışılabilir, sular bahsi gibi, ama bu tartışmalar
öncü nesilleri engellemesin; bilakis kadim kültürümüzün, kadim metinlerimizin
görsel dünyada yansıtılması konusunda onlara destek olmak gerekir.
Suret kullanmadan da edepsizlik yapılabilir.
Aynen
öyle. Suretsiz olarak üretilen işitsel mesajlarda isterseniz meşru olmayan şeyleri
zihinsel ya da muhayyel suretler olarak çağrıştırabilirsiniz. Neyi niyet, neye
cüret ettiğiniz önemli. Surete ihtiyaç duymayan da edep dışı davranılabilir.
Haklısınız. Tersine, suret kullanarak da edepli olunabilir. Niyet esas. Bugün
hiyeroglifle ‘Allah’ yazsaydık bir dizi resmi yan yana koyacaktık. Bugün
kullandığımız harfler nasıl yazıyorsa o da öyle resimlerle ‘Allah’ yazmış
olacaktı. Belki bir göz belki bir aslan ya da bir kuş yanyana gelecek ve Allah
yazılacaktı. Allah’ın resmini mi yaptık. Hayır hiyeroglifik olarak temsili
Allah yazdık. İdeogramik yazılar da kısmen böyledir. Bu kez grafiklerle, kavramsal
çizimlerle temsil edilir. İster çizgisel, ister çizimsel, ister resimsel olsun,
niyet Allah’ı temsil edecek bir yazı yazmaktır. Yoksa bir vav da resimseldir, İslam
harfleriyle yazılmış Allah da. Yani hepsi surettir bir bakıma. Suret
kullanmadan yazı yazmıyoruz yani. Bu konularda biraz sakin olunmalı ve ben buraya
Allah yazdım diyenin ya da Allah yaptım diyenin niyetini idrak ve fehm etmeden
hüküm vermemeli. Sonuçta her resim, her ikon, her görüntü gösterge bir
temsildir, bir temsilin tasviridir. Asıl değildir. Aslın tasviri değil,
temsilin tasviridir. Timurlular döneminde inşa edilen meşhur Registan’da üç
bakışımlı medrese var. Birinin taç kapısının üzeri, insan yüzünü andıran bir
güneş, bir ceylan, bir de kaplan figürüyle bezeli. Ceylan ilmi, kaplan
talebeyi, güneş de kuvvetle muhtemel ilmin sahibini, yani Allah’ı sembolize
ediyor. Ne diyelim şimdi. Onlar da Müslümandı. Böylesi cüretkar örnekler
çoğaltılabilir sanıyorum. Su-i misal emsal olmaz deyip geçelim mi yoksa misalin
sû olup olmadığını mı düşünelim. Bunlar var zaten, hep yapılagelmiş, pek de
üzerinde durmuyoruz; durmayalım da derim, dijital görsel çağın basamaklarını
arşınlarken bir yandan. Hadi mayınlı alandan çıkalım artık dilerseniz.
Hocam dijitalleşme sürecine nasıl geldiğimizi konuşmak
istiyoruz. Malum bir dönem mikrofon kullanmak iyi karşılanmamış, radyolarda
dini neşriyat, televizyonda dini yayın tartışılmış ama hızla dijitalleşme
sürecine de geçmişiz. Siz buna dinsel dijital fırtına diyorsunuz. Bu hızlı geçiş
süreci nasıl oldu?
Bu
hususu, dijital medyaya nasıl geldik, hangi aşamalardan geçtik, diye
toparlamaya çalışalım. Matbuat öncelikli tabi. Her birinden örneklerle özetlemeye
çalışayım. Biz matbaaya geçmekte geç kaldık, biz fotokopiye geçmekte de geç
kaldık. Radyo ve Televizyon için de öyle denilebilir. Mesela gazetede 1908 yılı
önemli bir tarih olarak önümüze çıkıyor. 2. Meşrutiyetten daha önce gazete yok
mu? Cerideyi Havadis’ler, Vekâyi-i Mısriye’ler, Takvim-i
Vekayi’ler var. 1800’lü yılların başından itibaren var ama 1908’den sonra
sayıları artıyor. Onlarca gazete çıkıyor. Fakat bugün dini yayıncılık diye ayrı
bir kategoriyi tam olarak anlayabilmek için Cumhuriyet dönemini beklemek
gerekecek. O dönemde dini yayınları ayırt etmek çok kolay değil. Sekülerleşme
çok belirgin olmadığından, din henüz sosyal hayatın uzağına itilmediğinden
neşriyatta dini yayınları tam olarak tespit etmek de kolay olmuyor. Sekülerleşme
konusuyla atbaşı düşünmek lazım dini yayıncılığı da. Bugün bu ayrımı daha kolay
yapabiliyoruz. Mesela Hasan Duman’ın kataloğunu açın bakın, gazete ve
dergilerin kendini siyasi, dini, içtimai, edebi ya da ilmi, fenni, iktisadi,
askeri gibi sıfatlarla tanımladığını görürsünüz. Bazen de islam ve sanat gibi
bir dergi ismi sizi onu islami sanat gibi düşünmeye sevkedebilir. Halbuki o, İslamlara
yani Müslümanlara yönelik, dini içerikten bağımsız bir sanat ya da magazin
dergisi olabilir. Yani gayrimüslimlere değil Müslümanlara yönelik bir dergi
denmek isteniyor olabilir. Musavver İslam Salon Mecmuası diye bir dergi geldi
aklıma mesela. Bu konuya örnek olarak gösterilebilir. Başlığın altında
İslamların ilerlemesi için uğraşır gibi bir şey yazıyordu. Başlığındaki salon
kelimesi bile o günün sosyolojisini vermek bakımından önemlidir, İslamlar
nitelemesi ise terminolojinin nasıl değiştiğini gösteren bir başka örnek. Gazeteler
ve dergilerden başka, kitaplar daha ayrılabilir durumda sanki, incelemek lazım,
pek araştırmadım ama mesela Cumhuriyet’in ilk yıllarında ilkokullarda ya da
ortaokullarda okutulan bir tarih kitabı pekala hz. Adem’den başlayıp,
peygamberleri anlatarak günümüze doğru gelebilir. Tarih kitabı diyorum, din
dersi kitabı değil. Bir tarih ders kitabı için böyle bir şey düşünmek bugün pek
mümkün olmasa gerek. Yani ayrım yapmak
kolay değil o zaman. Bugünkü seküler düşünüş biçimimizle baktığımızda, gazete
ve dergi isimleri ya da tanımları aldatıcı olabiliyor. Radyo ve televizyon
ileriki yıllarda olduğu için dini yayıncılık onlarda daha belirgin. Sinemada da
öyle. Resimli Ay’lara filan baktığımız zaman, yayıncılığın biraz daha
ladini diyebileceğimiz bir kulvara doğru gittiğini, belki dinsel için kulvar kalmadığını
bile düşünebiliriz. Bu durumun, yeni resmî söylemin yayınlara yansıması olduğu
da söylenebilir. Biraz daha hızlanayım. 1940’lı yılların sonlarına doğru
radyoda içine biraz Türklerin kahramanlık hikayeleri katılmış manevi yayınlar
yapılıyordu. Dini yayınlar radyoda asıl 1950’den itibaren Kur’an’ın okumalarıyla
başlar. Ardından programlı yayınlar ortaya çıkmaya başlar. İlki, Mustafa
Runyun’un Ankara radyosunda yaptığı sohbetlerdir. Sonra kitaplaşır bu
sohbetler. Radyoda ilk dini yayın olarak kabul edilir bu musahabeler. 50’li
yıllarda henüz televizyon yok ama sinema var ve Vurun Kahpeye gibi imamı
aşağılayan öğretmeni yücelten filmlerin ardından hazretli filmler gelir. Ticari
bir koku vardır hazretli filmlerin ortaya çıkışında ama bir biçimde dini
filmler artık hayatımıza girmiştir. Sinemayla mesafelidir henüz mütedeyyin
kesim ve onlar bu filmler vasıtasıyla sinemaya çekilir. Belki vadedilen bir umre
sevabına nail olmak için abdestini alarak sinemaya giden bir müminin
psikolojisini bugün anlamak kolay değil. Radyo için macera 90’lı yılların başında özel
radyoların ortaya çıkışıyla farklı bir boyut kazandı ve dini radyolar birden
fazlalaştı. Neredeyse her dini grubun bir radyosuna tanıklık eder hale geldik.
Bu radyolar ne kadar diniydi ve dini yayıncılıktan ne anlamalıydık, artık
sorgulanmaya başlanıyordu yavaş yavaş. Dini yayın tekeli bitmiş ama bu kez de
kaotik bir hal almıştı dini yayıncılık. Buna televizyon da dahil. Hemen
söyleyelim. Televizyondaki ilk dini yayın, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı dolayısıyla
yapılan canlı mevlit yayınıydı. İki üç sene sonra televizyonda artık iftar
programları, sahur programları, Cuma programları da yapılır oldu.
Televizyonların özelleşmesi bu kez rekabetin de dayattığı farklı formatta dini
yayınlara tanıklık edildi. Bu yıllarda sinema ise hazretli filmlerden milli
sinemaya geçmiş, oradan dini artık hayatın içine alan bir sinema ortaya
çıkmıştı. Aslında bir çok konuyu es geçiyoruz özetleyelim derken. Mesela
Televizyonlardaki eğlenselleştirilmiş popüler dini yayıncılık rekabetini çok
çok açmak gerekir. İlk dönüşüm orda yaşanıyor. Ya da 1921-22’deki Nur Baba’nın
çekimleri esnasında Eyüp Camii’nde çıkan olaylar belki sinema ve din
ilişkisinde ayrıca ele alınmaya değecek bir örnektir. Hazretli filmlerle
sinemaya giren bir daha da artık oradan çıkmayan müminlerin hali pür melali de
ayrıca incelenmeye değerdir.
Dijital dünyaya adaptasyon da böyle oldu galiba
Evet
benzer durumu bugün dijital dünya için söyleyebiliriz. Büyük tereddütler
yaşandı bir sosyal medya hesabı açmak için bile. Şimdi neredeyse hesabı olmayan
yok, yani herkes sosyal. Ne çocukların ebeveynlerinden saklayacakları bir şey
kaldı, ne de ebeveynlerin çocukları üzerindeki mesafeli duruşları. Hepsi sosyal
ağlarda eşitleniverdi, her birbirinin ne yaptığını bilir oldu. Bunun da ifşadan
mahremiyete kadar uzanan bir dizi toplumsal ya da bireysel olguyu etkilediğini,
yaraladığını, bazen imha ettiğini gördük. Çocuklarından haber bekleyen ebeveynler onlar
hakkındaki bilgiyi sosyal ağlar üzerinden izler ve başlangıçta onaylamadıkları
davranışları hoşgörür oldular. Çocuklar ebeveynlerin beklemedikleri gayri ciddi
tutumlara tanıklık ettiler. Ebeveyn efsanesi çöktü belki çocuk gözünde,
bilmiyorum ama bildiğim birey ya da toplumun üzerinde haberleşme düzeni
değişti. Dostlar birbirlerini yine oradan takip eder, oradan haberleşir
oldular. Hacca giden oradan allahaısmarladık dedi, yolculayanlar ordan güle
güle dediler. İfşa kültürüyle birlikte samimiyet ölçüleri farklılaştı. Bitmiyor
ama başkalaşıyor. Dünkü ayıp ya da görgüsüzlük bugünün normali ya da adabı
muaşereti oluyor. Mektuplar, mailler,
mesajlar, kısa mesajlar, emojiler derken hep bir yakınlaşmanın farklı
tezahürleri olarak karşımıza çıktı. Habersizseniz hata sizde artık. İlgili
hesaba bakmamış, gelişmeleri oradan takip etmemişsinizdir. Yakın gibi duran böyle
mesafeli bir dijitalleşme sürecini yaşayarak bir anlamda farklı bir yalnızlık
iklimini de erkenden tatmış olduk.
Radyo ve televizyon sürecini aktarıyordunuz yarım kaldı
Evet,
Aslında bir yandan radyo sohbetlere başlıyor ama bu daha çok dediğim gibi
kahramanlık ve maneviyat üzerinden gelişen sohbetler. 60’lı yıllar artık ilk
sahur, iftar programlarının yayınlandığı yıllardır. Cuma sohbetleri ilerleyen
zamanlarda radyoya konuk olur. Özel radyolar dönemi ise dini yayınların çokça
yapılabildiği serbestliğin tadının çıkarıldığı yıllardır. Ayrıca salt ya da ağırlıkla
dini yayın yapan tematik radyoları da bu halkaya eklemek gerekiyor.
Sinemada
Yücel Çakmaklı ve Mesut Uçakan’ların Milli Sinema dönemeci geçilmiş, Müminlerin
çektikleri acılar, modern hayata karşı refleksleri ayrıntılarıyla ele alınmaya
başlanmıştı. 90’lı yıllardan sonlarına doğru The İmam’ların, Takva’ların
çekilmeye başlandığı, İsmail Güneş’lerin, Salih Dirlik’lerin çektiği filmlerle
artık kişiler üzerinden gerçek hayatın içinde yaşayan bir din aktarıldığını, o
dinin anlaşılmaya çalışıldığını, sıradan insanların dinsel hayatına dönük
merakın giderilmeye çalışıldığı bir dönemi görüyoruz. Yani böylelikle din,
artık hayatın içine giriyor 2000’li yıllarda. İşte bir imam pekâlâ kahveye
gidebilir, çay içebilir, diğer insanlar gibi yaşayabilir, oradaki çocuklarla pekâlâ
ilgilenebilir, onlarla oynayabilir, onların sorunlarını dinleyebilir filan.
Yani bir caminin içine hapsedilmiş bir din imgesinin, hatta kötücül bir din
imgesinin aşıldığı, hayatın içine yayılmış bir din imgesinin yerleştiği bu
dönem, hasreti çekilen de bir şey olmalıydı. Yıllar yılı belirli bir kalıba
konmuş din imgesinin farklı çizgileriyle ortaya çıkması önemliydi.
Televizyona
geçelim ve hatırlamaya çalışalım. İlk televizyon yayıncılığı 1967 olduğuna
göre, yedi yıl sonra ilk dini yayın gerçekleşir. Amaç, Barış Harekatı yüzünden
halkın moralini yükseltme çabasıdır. Kamu menfaatine hizmet etsin diye
tasarlanan bu mevlit yayını, dini içerikli yayınlara kapı aralaması bakımından
önemlidir. En azından kamu hizmeti yayıncılığında ilk kez dini bir yayın
yapılmış olur. Bunun ardından mevlid
yayınlarına devam edildi. Radyoda da aynı şekilde mevlit yayınları yapılıyordu.
Mevlit yayınının, simgesel olarak son derece önemli olan Maltepe Camii’nden
yapıldığını da belirtelim.
1976
yılında yayına giren “İftara Doğru” adlı iftar programından sonra artık dini
yayınlar devam eder. Mevlit yayınları ile birlikte artık ekranlarda Kur’an ve
ezan duyulur, ilahiler okunur, az da olsa dini sohbet programları yapılır. 80’lere
doğru “İnanç Dünyası” ekranlardadır, sahur programları da eklenir. Perşembe ve
Cuma günleri için de ayrı programlar tasarlanır, belgeseller yayınlanır. 90’lı yıllara gelindiğinde özel kanallar
açılmaya başlar. Açılan pek çok özel kanal dini yayınlara yer verir. TGRT’nin
“Huzura Doğru”su format ve içerik bakımından dönemi itibariyle anılmaya
değerdir. Ardından Kanal 7 dini yayıncılığa özellikle entelektüel düzeyi yüksek
programlarla farklı bir boyut getirir. TRT de birkaç kanalıyla birlikte kendini
yeniler ve iftarlarda Kabe’den canlı yayınlar yapmaya girişir. TRT’de hem yayın
politikası belirlenmesi hem de dinle ilgili şube müdürlüğünün kurulması bu
dönemlere, 80’lerin sonlarına rastlar. Artık dini ve ahlaki yayınlar
kurumsallaşmış, resmi söyleme uygun dini programlar olarak sayıları artmıştır.
Programlarda içeriği zayıf olan, hatta dinle zor ilgi kurulabilecek kimi tali
konular ele alınıyordu. bu içeriksizliğin bir faydası belki de gelecek
dönemlerde dini yayın üreteceklere ne yapmamaları gerektiği konusunda önemli
deneyimler olarak yansıyordu. O dönemin şartları öyleydi. O dönemlerde kimi
zaman ortaya çıkan din adına verimsiz yayınları hem bir başlangıç acemiliğine
hem de siyasal konjonktüre bağlamak doğru olur kanısındayım. Bir şey daha ilave
edelim. Sanki her yan dini yayınla dolmuş gibi anlaşılabilir bu
söylediklerimden. Hayır öyle değil, 2000’li yılların sonlarına doğru yapılan
bir TUİK istatistiği hatırlıyorum. Tüm programlar içinde dini yayınların
oranları yüzde üç nispetindeydi. Dolayısıyla o dönemde dini programlar artıyor
diye yaygara koparanların endişeleri yersizdi. İzleyici oranlarını da bu
üretime koşut olarak düşünebilirsiniz.
Bu
gelişmelerin ardından asıl sorun dini yayın, dini yayıncılık konusu biraz
çetrefilleşti; neyin dini yayıncılık kapsamında olduğu sorunu ortaya çıktı.
Biraz türkü, şarkı, ilahi biraz da sohbet olduğunda dini yayın olabilecek miydi
yoksa tüm programlar Kur’an, hadis, dini sohbet mi olmalıydı. Asıl sorular
sorulmaya başlandı ve sekülerleşmenin yükü artık başka türlü hissedildi. Bu tür
bir kategorizasyonun manasız olabileceği de ortaya çıkmış oldu. Yayıncıların da
bu konuda ciddi sıkıntılar yaşadıklarını düşünüyorum. Zira izleyici ya da
dinleyici taleplerine nasıl cevap vereceklerdi? Türkü çalınca bu nasıl dini yayıncılık
tepkileri gelebilirdi. Yayıncılık politikalarında, ister istemez halkın
oluşturduğu değerleri, sistemin oluşturduğu değerleri hesaba katmak gerekiyordu
ve dini yayıncılık böylesi bir değerler manzumesiyle kendi değerlerini inşa
ediyordu. Tepkileri hesap edilirken toplumun da, hayatın her yanında bir
dinsellik olduğu konusunda da bilinçlendirilmesi gereğinin farkına varılıyordu.
Tüm bunlarla birlikte, televizyondaki dini yayınlar, zaman içinde biraz da
popüler kültür üzerinden şekillenmeye başladı. Din bir popüler kültür ürünü
haline getirildi. İçeriği sadece ilim adamlarının konuşmaları veya onlar
tarafından bilgilendirme şeklinde değil de dinin magazinelleşmesi,
eğlenselleşmesi şekline dönüştü. Dini konularda bilgilendirme meselesi dijitalleşmeyle
birlikte çok daha farklı boyutlara evrildi.
Tam da bu noktada kontrol edilebilir bir tv düzleminden
tamamen kontrol edilemeyen, hoyratça kullanılan bir dijitalleşme sürecine geçiş
yaptık. Orada kıbleyi nasıl bulacağız? Böyle bir karmaşa ile karşı karşıyayız.
İnsanlar istediği din anlayışını, istediği fetvayı bu düzlemde bulabiliyor.
Kesinlikle
öyle. Şimdi hem televizyon hem de dijital dünyayı birlikte düşünelim. Aslında
televizyonu dijital dünyanın bir yansıması şeklinde düşünebiliriz. Televizyon
alışkanlıklarımızı dijital dünyada da arıyoruz belki, bulabildiklerimizle idare
ediyoruz belki, gazete alışkanlıklarımızı aradığımız gibi. Ama artık yeni bir
mecrada olduğumuzu biliyoruz. Bu ne televizyon ne radyo ne gazete ama hepsi ama
kendine özgü bir platform, kendine özgü bir mecra. Artık öncekileri aramıyoruz,
bu yeni mecraya tam anlamıyla alıştık. Onunla yatıyor onunla kalkıyor hatta
artık onunla ibadet vakitlerimizi belirliyoruz. Aradıklarımız artık öncekilerde
değil onda. Ne arıyorsak onda arıyoruz artık. Dijital dünya kendi televizyonu
üretti, kendi platformlarını, kendi program formatını, dakikalarını,
saniyelerini üretti. Mesela YouTube’u kendi sahneleme formatları
içerisinde düşünebiliriz. Dolayısıyla biz hep alışkınlaştırılarak
evcilleşiyoruz, ehlileşiyoruz. Kısmen sudaki kurbağa metaforu gibi biraz. Gerek
televizyon, gerekse sinema gözümüzü terbiye etmişti şimdiye dek. Bugün yeni
ekranlar terbiye ediyor. Bir ekrandan diğerine geçerken bu farklılığı ve hızı
farkedebildik. Bugünkü ekran terbiyesinin ana okulu sinema ile televizyon idi.
O yüzden çok yabancımız değil yeni ekranlar. Format değişti, erişim değişti,
içerik ve hız değişti sadece. Şu hâlde göz terbiyesi önemli bir şey. Böyle bir
terbiye ile dijital ekranlara eriştik. Hıza eriştik. Dijitalleşmeyle birlikte
hız çağını idrak ettik. Göz terbiyemiz de bu hıza göre şekillendi. En küçük bir
yavaşlık tahammül edilemez hale geldi. İşte dijital dünyada karşılaştığımız ne
varsa, medyatik vaizler dahil hepsi bu hıza ayak uydurmak, dijital varoluş
frekansını yakalamak zorunda. Medyatik vaizlerin dijital versiyonları
televizyondan daha farklı formatta karşımıza çıkıyor ve onlara artık fenomen
ya da influencer gibi nitelemelerle yaklaşıyoruz. Medyatik vaizlerin dijital
versiyonları, dijital dünyada var olmuş influencerların karşısında
direnemeyecek gibi görünüyor. Capsler gibi hareketli görüntü
kırıntılarının etkileme düzeyini bir yana koyarsak medyatik vaizlerin
-özellikle televizyon sonrasında- otoritelerini dijital vaizlere ya da influencerlara
kaptıracağını gözlemlemek çok zor olmasa gerek. Kurumlar da aynı risk altında.
Dijitalleşmeyen kurumlar, dijitalleşemeyen medyatik vaizler gibi zamanla
otorite kaybına uğrayacaklar. Bunu görmek gerek. Özellikle dini kurumlar,
müminlerdeki kimlik kaymaları gibi otorite kaymalarına tanıklık edecekler. Dini
kurumlar kendi derdine düşmekten çok meseleyi yeryüzü ekseninde düşünüp,
dijital ortamda kurumsal olarak nasıl var olunabileceğini çokça irdelemeliler.
Yahudiler, Hristiyanlar, Budistler neler yapıyor, kurumları dijital olarak
kendilerini nasıl var ediyorlar, iyi takip edilmeli. Onlardan ya da din adına
ortada kim ve ne varsa onlardan daha iyisini yapacak şekilde davranılmalıdır. Başkalarından
ve başka kurumlardan çok daha hızlı davranmak zorunluluğu aşikar. Dini kurumlar
içinse asla kaçınılmaz ve kesinlikle elzem bu. İnsanlık adına elinde sahih
mesajlar bulunduğu iddiasında olan kurumsal yapılar ya da müminler bu işin
peşinde olmalılar. Kurumsal olarak bir influencer ağı oluşturmak da buna
dahil. Kurumsal yapılar aynı zamanda iç denetimini kurmuş yapılardır ve çoğu
kez eleştirilseler bile yine de güven telkin ederler. Dijital kurumsal varoluşun
bağımsız ifluencerların inisiyatifine bırakılmayacak denli değerli
olduğunu ve önemsenmesi gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Deneyimli kurumsal
yapıların işini influencerlara ve dijital teknolojinin insafına
bırakmak, tıpkı dinsel bilgilendirmeyi medyatik vaizlere, ya da çeşitli dini
gruplara bırakmak gibi, o kurumlara güvenenlere karşı en hafif ifadesiyle
insafsızlık olur.
Medya Vaizleri konusunu biraz açalım mı?
Medya
vaizleri şayet dijital dünyada yoklarsa, az önce ima ettim, onlar da
kalmayacaklar. Şayet dijital versiyonları devam eder de dijital aktör haline
gelirlerse var olacaklar. Öyle görünüyor ki sosyal medya aslında onların biraz
da oradaki varlığının devamını sağlıyor. Sosyal medyanın ürettiği capslerle
aslında yaşamlarına devam ediyorlar. Siz bir uzmanı televizyonda izlediğinizde,
devamını diğer dijital platformlarda görebiliyorsunuz. Çeşitli platformlarda 20
dakika ya da 20 saniye. Farketmez yeter ki orada var olun, ki buna özen
gösterildiği kanısındayım. Herkes biliyor artık dijital dünyada olunmuyorsa,
hayatta olunmuyor artık. O zaman herkes doğal olarak o dijital dünyada var
olmak istiyor. Medya vaizleri konusu da bu anlamda önemli. Elektronik vaizlikten hareket edildi ve
buraya kadar, dijital vaizliğe kadar gelindi. Ama artık versiyon değil de has
dijital vaiz olmak gerekecek. Biraz önce göz terbiyesinden bahsettik. Açmaya
gerek yok. Onun için dijivaiz olmaları gerekecek varlıklarını sürdürmek
istiyorlarsa, ki öyle de yapıyorlar. Medya kendi araç ve aktörleriyle dijitale
göçerken onları da yanına aldı zaten. Hız, şov ve eğlence kültürüyle birlikte
düşüneceğiz artık onları. Öyleydi zaten büyük ölçüde. Dijitalde fazlası
gerekecek. Daha eğlenceli olurlarsa, daha çok takipçileri olacak mesela. Açıkçası
ben bu vaiz nitelemesini sevmiyorum ama neredeyse medya vaizleri bile bu
tavsiften rahatsız değiller sanki. Bir araştırmadan sezmiştim bunları. Kürsü
vaizleriyle medyatik vaizler arasında herhalde olağanüstü bir fark olmalı. Ben
medyatik hocalar, uzmanlar, ikonlar filan demeyi tercih ederim ama herkes
alıştı artık bu jargona, medyatik olanlar bile. Medyatik vaiz terimini biz
üretmedik. Transfer bir terim o yüzden biraz Hristiyani duruyor. Neyse çok
önemli değil, maksadı hasıl ediyor ya önemli olan o. Ama kürsü vaizlerinin medya
vaizleriyle karışmaması gerektiğinin de altını çizelim. Ticari fayda üzerine
kurulu bir aracın kürsüsünden hitap ile bir ibadethanenin kürsüsünden hitap
aynı şey olmasa gerektir. Detaya girmeye gerek yok sanırım. Medyatik vaizler
kendi aralarında da çeşitli senaryolar eşliğinde bir araya geliyor. Kimi zaman
kendileri senaryoları belki kendileri yazıyorlar, bilmiyorum, bazen senaryoları
ya da temsilleri kendilerinin bile önüne geçiyor, bir ikonik vaiz bir diğerini,
diğerlerini zemmedebiliyor, onları dine zarar vermekle itham edebiliyor.
Tanıklıklarımız bu konuda geniş. Bence detaylara boğulmayalım isterseniz.
Peki hocam üniversitelerde, akademik çevrelerde de medyatik
vaizliğe meyleden isimler var. Bunlara ne denilebilir?
İnsanların
akademik unvanları olması ya da olmaması durumu değiştirmiyor. Ama hepsinin
niyetinin sahih olduğunu vehmetmek istiyorum. İyi niyetli bir dini anlatma,
dini konulardaki bilgi eksikliğini giderme faaliyeti yaptıklarını fehmetmek
istiyorum. Kimi zaman dini itibarsızlaştırdıkları yönündeki ithamların doğru
olmadığını derinden hissetmek istiyorum. Tüm iyi niyetlerine rağmen sorular
zihnimizde birikmeye devam ediyor ama bu tür detaylarla uğraşırken meselenin
aslını da kaçırıyoruz sanırım. Sayısız örneğin içinde bocalayıp kalıyoruz.
Rüyasında Allah gördüğünü söyleyen de var, Nuh Aleyhisselamın oğlunu gemiye
telefonla çağırdığını söyleyen de. Ne yapalım yani şimdi, dilin kemiği yok.
Hepsi iyi niyetle söylenmiştir mutlaka, biz de hayra yoralım gitsin. Medya da
böylesi atraksiyonlarla beslenmeye devam etsin. Bize düşen bu örneklere
takılmamak, gündemimizi bunlarla fazla doldurmamak. Oluyor yani sonuçta. Biz de
burada niye böyle diyorlar gibi bir karşı cevap üretsek tam da istenilen olur,
medyanın istediği olur. Dolayısıyla oltaya takılmayalım ve cüzleri bırakıp
fotoğrafın tamamını görmeye çalışalım. Sonuçta hepimiz insanız, hepimizin
kusurları var, akademisyenler de öyle, kusursuz ve layüsel değiller. Biz de bu
meseleleri gündem yapıp din-şov ya da din-eğlence dediğimiz olgunun için
bulmayalım kendimizi.
Dijital dünyanın bileşenlerinden biri olarak okur-yazarlık konusu
ile ilgili ne dersiniz?
Medya
ile din ilişkilerini ele alan, dijital din ile ilgili sorunlarla başa çıkmaya
çalışan dini okur-yazarlık diye bir alan var, evet. 19 Mayıs Üniversitesinde
bir akademisyen yaptığı araştırmada, dindar olan insanların, özellikle dindar gençlerin
internet kullanım oranlarının, diğerlerine göre daha az olduğunu saptamış. Bu
önemli bir bulgu. Dindarlığın internet kullanma oranını azaltan bir etkisi
olduğunu saptamış. Bu tür araştırmaların çoğalması, az önceki eğlenceli
konulardan daha önemli. Dini okur-yazarlık konusunu eğitimle ilgili makamlara
teklif götüren akademisyenler var. Hem dini anlamak hem medyayı anlamak, bir
mümin olarak medyayı kullanmak, dijital dünyada bir mümin için varolmak gibi
konuların eğitim düzeyine taşınmasına acilen ihtiyaç var kuşkusuz. Bir ders
kıvamına getirmekse hiç zor değil.
Sizce, tüm bu sorunların çözümünde Diyanet’e düşen görevler
nedir?
Diyanet
hızlı hareket etsin yeter. Diyanet’e bir görev biçme haddinde değilim ama şu
kadarını söyleyeyim. Biraz kervan yolda düzülsün! Başlansın sadece. Zahmetli
şeyler değil bunlar. Çok değerli bir insan kaynağı olduğunu düşünüyorum
Diyanet’te. Diyanet’te yoksa başka kurumlarımız mı yok. Dayanışık yapılanmalar
kurmak çok mu zor. Diyanetin yayınları ortada, radyosu ortada, televizyonu
ortada. Yani nitelikli tematik yayınları ortada. Demek oluyormuş. Bunlar
olduğuna göre dijitalleşmede de başarılı işler yapılabilir. Yapılması gereken,
sadece bir irade koyup bir an önce kurulduğu söylenen dijital ile ilgili birimi
faaliyete geçirmeleri. Televizyonlara din uzmanı teklif etmek çok gerilerde
kaldı. Çağın müminlerine öncü olunsun. Herkesten önce gelişmeleri koklasın, ona
göre tutum geliştirsin. Takip etmesin takip edilsin. Başka ne bekleyelim
biricik kurumumuzdan. Hala ele gelir bir internet fıkhımız yok. Sosyal medyada
nasıl davranmak gerektiği konusunda mufassal bir çalışma yok. Böyle bir kaygı
da mı yok acaba, diye soruyorum bazen kendime hayıflanarak. Kervan yolda
düzülsün temennimi, daha sonra atı alan Üsküdar’ı geçti demek zorunda kalmamak
için kullandım. Kurumsal çabanın ne denli önemli olduğunu da az önce çokça
vurguladım zaten. Akademik çalışmalarla birlikte, Diyanet aktif enerjiyi
sinerjiye dönüştürmeli. Bakınız, profil fotoğrafları caiz mi değil mi diye
sormuyor artık kullanıcılar. Cevazı veren mecra çünkü. Bu bir paradoks mu değil
mi düşünmek gerek. Eşyanın ya da mecranın hükümlerine karşı bir hazırlığınız
var mı? Kendimize çok soru sormalıyız ve cevapları bulmak için yoğun çaba
göstermeliyiz.
Türkiye’nin
elinde çok büyük imkanlar var, kurumları var. Diyanet de bu büyük kurumlardan
biri. Bu imkanları bir araya getirecek zihinsel sermaye de var. Ama engeller
neyse, bürokratik ya da mali engeller neyse onları bilmiyorum, tez zamanda
aşılması gerekiyor, onu biliyorum. Türkiye önemli bir ivme, sıçrama noktası
olarak görünüyor birçok dindaş ülke için. Belki de vehim benimkisi ama öyle
görüyorum, en azından dini kurumlar açısından böyle olduğunu düşünüyorum. İki
üç yıl önce katıldığım Avrasya İslam Şurası’nda böyle bir izlenim edinmiştim.
Kendi adımıza düşünürken onları da düşünme gerekliliği var, yeryüzünü düşünmek
sorumluluğumuz gibi. Geldiğimiz nokta farklı bir nokta bugün. Tüm bu
sorumluluklarla birlikte dijital dünya da hiç hız kesmiyor. Artık sabah akşam
bunları düşünmemiz lazım. Biz esasen sağlam bir yerde duruyoruz, kadim geleneğimiz
var, kadim/kanonik/temel metinler elimizde. Güzelliğimiz belki de bize miras
olarak tevarüs etmiş bu metinlerimiz. Orta Asya’dan Endülüs’e kadar uzanan bir
coğrafyanın metinleri. Füsus’tan Mesnevi’ye, Kitabu’ş Şifa’dan
İhya’ya, Mukaddime’ye kadar, burada sıralanamayacak denli büyük
külliyatı yazan, o metinleri yazan ve okuyan bizler nasıl oluyor da bugün
sorunların üstesinden gelemiyoruz. Biz ne kadar iyiyiz/güzeliz, bunu konuşalım
ama bir vaizin, kürsüden hiddetle “bizi aldatan bizden değildir” serzenişine de
kulak kesilmeliyiz. Toplumdaki bu türden zafiyeti gidermek için dijital yoldan
neler yapılabilir, bunun da hesabını yapmalıyız. Biz bütün bu kadim
metinlerimizi dijital dünyaya bu çağın diliyle nasıl bırakacağız? Bunun
hesabını yapmalıyız. Onları sahih bir dille, sahih bir din diliyle, dinin sahih
diliyle -medyatik din diliyle değil yani!- yeryüzü nesillerine nasıl aktaracağız?
Aracın isterilerini göz önünde tutarak ama ona yenilmeyerek, taviz vermeden
nasıl evrenselleşeceğiz? Her yerde olduğu gibi müminin müeddep tavrını dijital
dünyada da göstermek yeter, gerisi üretmek için çalışmak. Ne kadar az saniyede,
ne kadar az görüntüyle, ne kadar çok şey ifade edebiliriz ve o ifade ettiğimiz
şeylerde ne kadarı doğru yere ulaşacak mesajlar üretebiliriz? Ne kadar çok
beğeni alabilirim’den ziyade, ne kadar sahih beğeni alabilirime evrilmek
gerekiyor sanırım dijital akış içinde, likeolojik hastalığa gark
olmadan, mutluluk hormonu likelarda aramadan. Mutluluk hormonunu
Rahman’dan, Yüce Yaratıcı’dan bekleyerek, yani tutunma merciini doğru tespit etmek,
kıbleyi şaşırmamak, vakur bir şekilde mecrada yer almak yeterli olacaktır. Her
ibadetten sonra dua paylaşmak! Bu değil, dijital dünyada olmak. Oyun kurucular,
ya da kurucu-yönetici aktörler, bütün bunları idrak etmeli ve ona göre idaresi
altındaki insan kaynağına bir istikamet belirlemeli, dindaşlarıyla birlikte tüm
insanlığa karşı sorumluluğunu sürekli hatırlamalı.
Hocam geçenlerde iki
soru geldi. Sorulardan birisi instagram üzerinden ekonomik kazanç sağlayan genç
bir hanım, takipçi satın almasının caiz olup olmadığını sordu. Ben bunun ahlâkî
olmadığını söyledim, caiz değil dedim. Ama yaptığı işin ahlâkî olup olmadığı
meselesine hiç girmedim. Zira yaptığı işte de bazı sakıncalar var. Bir anne de
kızının youtube’da influencer olduğunu, bundan para kazandığını söyledi.
Kazandığı paranın caiz olup olmadığını sordu. Bunlar ahlâkî sorunlar, bir de
bunların fetva kısmı var. Burada nasıl bir tutum takınmamız gerekiyor?
Biraz
önce bir internet fıkhı ihtiyacından bu yüzden söz etmiştim. Bu soruların
cevabı bende yok. Siz şu an işinizi yapıyorsunuz, önemli olan bu. Ama
başvuracak bir kaynağınız yok, size soruyorlar ve cevap üretiyorsunuz. Cevabı
alan ne yapıyorsa yapıyor artık, onu bilemezsiniz. Ürettiğiniz çözümün doğru
olduğuna gönülden emin olmak zorundasınız bir yandan. Siz emin olsanız bile
cevap nasıl anlaşılacak, hangi mahfillere gidecek, nerelerde kullanılacak,
ondan emin olamazsınız. İşiniz zor, çok zor farkındayım. Böyle bir yığın soru
geliyordur. Buna sevinmeliyiz bir bakıma, demek kaygı taşıyan müminler var diye
sevinmeliyiz. Bu tür şeyler için önce dijitalleşmeyle ilgili bilgisel donanım
sonra “dijital feraset” gerekiyor sanırım. Bu fetva patlayabilir mi patlamaz
mı, buna cevap verelim mi vermeyelim mi, soru maksatlı mı, cevap doğru ve
yerinde olsa bile medya tepkisi ne olur, medya konuyu nasıl işler…
(*) Din ve Hayat Dergisi, Sayı 39, 2019.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder