Seyahate çıkış ya da seyahati
derinleştirme kararı için merak, öğrenme, soluklanma ve değişiklik arayışı
yeterlidir. Bazen de meçhul bir yer, sürpriz bir kişi, özlenen bir yöre,
işitilen bir ses olabilir. Benim için öyle oldu. Bir seyahat esnasında, uğradığım
mekan ve oradan duyduğum ses ve orada gördüğüm güzellikler, yeni güzergahların
kapısını aralayacaktı. Gönül ve ilim mekanlarına dek erişen sese dikkat
kesildim: yakarışın sesine, ilmin eşiğinde…
*
Afyon Ulu Camii çevresinde hali
hazırda yaşayan kadim şehir izlerini gördükten ve orada, Sivrihisar Ulu Camii
ile Beyşehir Eşrefoğlu Camii’ni düşledikten sonra Burdur üzerinden Elmalı’ya
geçiyorum. Bir şehirden diğerine öncekinin selamıyla giriyorum. Uğranılmış bir
mekan bir başka şehirdeki mekana selamını esirgemez. Afyon şehrinin, Camisinin,
Karahisar yokuşunda sırlanmış efendilerin selam emanetlerini pir ve erenlere
bırakmak üzere Elmalı yokuşunu çıkarken bir hoparlör sesi duyuyor ve duruyorum.
Elmalı’yı saran sese kulak veriyorum. İlk kez böyle bir şeye tanıklık ediyorum.
Şaşkınım; hamdüsenaya, salat ve selama eşlik ediyorum. Böyle yerler, böyle
şehirler var mıymış! Şehir dua ediyordu, hiç tereddütsüz katıldım.
Bize bizden daha yakın olan rabbimiz!
İşlerimizi kolaylaştır, rızkımızı bollaştır, haramdan
uzaklaştır, helaline yaklaştır, bizi hoşnutluğuna ulaştır. Her türlü zorluktan,
varlık içinde darlıktan, kibir ile mağrurluktan, aldatmak ve aldatılmaktan,
sonunda bizi pişmanlıktan koru ya Rabbi…
Doğruluk ve iyilik ilkelerinden
ayrılmamak niyazından manzum duaya ahalinin aminlerini duyar gibiyim…
Elmalı’nın yüzyıllardır manevi
iklimine dokunan Elmalılı pir ve erenlerin kapısından, bu sokaklarda büyümüş,
buralardan ilme, devlet ve siyaset adamlığına yürümüş mütefekkir, alim ve
sanatçı Elmalılı Muhammed Hamdi Bey’in kapısına gidiyor, şehrin kalbindeki
sokakları soluyorum. Her yer Safranbolu diyecek oluyorum bir an, ama her yer dua ve
ilim, her yer dua ve sanat demeyi tercih ediyorum. Şehirlerin ilim ve sanat
genlerinin nesillerinde bir biçimde sürdüğünü fehmediyor, mekanların
sakinlerini yetiştirdiğini derinliğine idrak ediyorum. Seyahatimi derinleştirme
kararım Elmalı’da, bir dua, ilim ve sanat şehrinde keskinleşiyor. Sahih yolu
miras bilenleri mekanlarıyla birlikte bir an zihnimden ve gönlümden geçiriyorum.
Celaleddin-i Rûmî’yi ve Konya’yı, Hoca Nasreddin’i ve Akşehir’i, Molla İdris’i
ve Bitlis’i, Ebüssuud Efendi’yi ve İskilip’i, İbrahim Hakkı’yı ve Erzurum’u,
Tillo’yu, hatta Sezai Karakoç’u ve Ergani’yi… Muhayyilem kader coğrafyamın dört
bir yanına gidip geliyor, kadim geleneği taşıyan beldelerde dolaşıyor.
Derinleştirmeliyim seyahati; duanın önüme açtığı ilim kapılarında bir parça
derinleşebilmek niyetiyle, ilim ve sanat şehirlerine doğru seğirtmeliyim.
İlim ve sanat beldeleri, boyutu
ne olursa olsun bir gönül şehri inşa eden ve ‘kökü sağlam dalları göğe uzanmış
güzel bir ağaç’ gibi ‘güzel söz’ telaffuz eden kadim mekanlardır.
*
Elmalı’dan ayrıldıktan epey sonra bir an
önemli bir eserin yanından geçtiğimi farkediyorum. Geriye dönüş için
mütereddidim. Kilometreleri tersine çeviriyorum. İyi ki dönmüşüm: Muhammet
Hamdi Bey ile ilişkisi olmadığını sandığım Yazır köyündeyim. Yazır, Oğuz
boylarını, Anadolu Türkmenlerini ihsas ediyor; Ahlat’ı, Divriği’yi, Merzifon’u,
Amasya’yı, Yozgat’ı, Burdur’u, Çorum’u, Bitlis’i… köyün, dışardan kendini pek belli
etmeyen camisine giriyorum. Bambaşka bir alem. Büyük bir sürpriz. Yine
şaşkınım. Hacı Ömer Ağa Camii ile buluşturana şükrediyorum. Her yanım tasvir,
kımıldanamıyorum. Diğerine dönünce yine öylece kalıyorum. Bitki ve ağaç
tasvirleriyle suretlendirilmiş duvarlar, tezhip ve kalem işleriyle tezyin
edilmiş sahınlar, tavan göbekleri, tarifsiz incelik ve zarafette değişik
motiflerin birbirini tamamlayan uyumlu birlikteliği.
Hacı Ömer Ağa, Selçuklu kokusu serpilmiş geç dönem süsleme ve ahşap mimarisiyle
büyüleyici. Her karesinin seyri doyumsuz, okunması sınırsız. Sınırsız
zamanlardan sınırsız zamanlara sesleniyor. Çakılıyorum sınırlarıma. Hangisine
odaklanayım, derinliğine okuyayım, anlayayım, fikredeyim, biçimlerin dilini ve
söylemini bihakkın açımlayayım. Açımlanması ve anlatılması müşkül çiçekli motif
ve tasvir ayrıntılarına kendimi bırakıyorum. Büyük bir seyir keyfi yaşıyorum.
Ahşap tavanın orta, yan ve arka sahınlarına, farklı renk bezemeli her sahnın
çiçek ve hat bezemeli tavan göbeklerine, tavan göbeğinin tam ortasındaki iri
maşallah hattına, musavver duvarlardaki bitki, çiçek ve cami tasvirlerine,
ahşap sütunlara, güçlü sütun başlarına, sütun başlarına yakın duran müzeyyen
zencireklere, minberin tamamlayıcı renk ve desenlerine, mütevazı vaaz
kürsüsünün minberle bakışımlı uyumuna, mihraba ve mihrabın bir’leyen
mukarnasına, nur saçan kandillerine iyice bakıyor, yüzümü kıbleye sabitleyerek
olabildiğince ihtiramla çekiliyorum, hiç çıkmamacasına…
Çıkışta, gelenlerin hep fotoğraf
çekip gittiğini söylüyor bir köy sakini; cami, salt seyirlik değildir, diyor. Caminin
hakkının salt ziyaret ile teslim edilemeyeceğini vurguluyor ve ibadete mazhar
olması onun hakkı gereğidir, diye ekliyor. Hak
veriyorum. Susuyorum. Avludaki çınarın gölgesinde soluklanıyorum. Asıl ziynetin
bu cümlelerde saklı olduğunu düşünüyorum. Elimdeki ekrandan bilgileri teyit
etmeye çalışırken, Hacı Ömer Ağa’nın, türünün üç örneğinden biri olduğunu
öğreniyorum. Birini daha önce görmüştüm: ayrıntılarını hatırlamakta
güçlük çektiğim Kalkandelen Alaca Camii. Üçüncüsü, yapımı, Hacı Ömer Ağa ile
hemen hemen aynı yıllara rastlayan Emir Hacı Hıdır Bey Camii’ymiş. Hacı Ömer
Ağa’ya emeği geçenleri yadediyor ve Hıdır Bey için Soma istikametle yola
koyuluyorum.
*
Birkaç saatlik yolculuktan sonra
Hıdır Bey’in avlusunda buluyorum kendimi. Revaklı cümle kapısından geçip
iç kapıya erişince sevincim hüzne karışıyor. Nasipsizim. Kapalı. Açtırmak için
girişimde bulunuyorum. Nafile. Son cemaat mahalli bile yetiyor Hıdır Bey
Camii’nin ihtişamını anlamaya. Pencerelerinin camlarına olabildiğince
yaklaşıyor, ellerimin gölgesinden istifadeyle içerisini görmeye çabalıyorum. Ahşap sütunları görüyor, sütun
başlarına yakın yerlerde birkaç çiçek motifi farkediyorum. Pencerenin kısıtlı
imkanından bile sezilebiliyor Hıdır Bey’in rikkat ve letafeti. Görebildiğim son
cemaat mahallini incelemeyle yetiniyorum. Barok tarz apaçık hissediliyor.
Dışarısı böyleyse içerisi kimbilir nasıldır, diye iç geçiriyorum. Pencere tacı
olarak yerleştirilmiş muhteşem Mekke ve Medine
tasvirleriyle bütünleşmeye çalışıyorum. Kapının iki yanında kaide üzerinde
çiçekli vazo tasvirleri. Taçlı pencereler, tasvirli ve taçlı nişler, nişlerin
iki yanları taçlı ama içi tasvirsiz çerçevelerle çevrili. Üstte muhteşem bir
ahşap mükebbire. Göz hizasının üzerinde gönlü saran motifler ve yükselen
müzeyyen figürler. Kitabeler nişlerin taçlarında. Her taç başka renk, başka
şekil. Ama boş çerçevelerin pano ve duyurulardan, piriz ve kablolardan, saat ve
vakit cetvellerinden, ziyaretçi hünerlerinden nasibini aldığını görünce hüznüm
bu kez büyük üzüntüye dönüşüyor. Ceddime mahcubum. Bir başka zaman yine uğramak
üzere tarifsiz duygularla uzaklaşıyorum.
Bu üç cami ayarında olmasa da
onları tamamlayan iki cami daha dikkatimi çekiyor. Çavuşbaşı ve Çapanoğlu.
Biraz ırak, ama değer. Oraya yay çizerek varayım. Elmalı’da aklıma düşen Hoca
Nasrettin’in şehrini de göreyim; Miras’ın, Medeniyet Mirası’nın izlerini
süreyim, ilim şehirlerinden, şehrin ilminden ve sanat şahikalarından
nasipleneyim.
*
Kendini kolaylıkla ifade eden çokça şehirlerimiz var, üstelik adı şehir ile anılanlar da var. Akşehir bunlardan biri. Pak bir şehir. Hoca Nasrettin’in şehri. Şehrin adabı muaşeretini belirleyen sokaklar, evler, konaklar ve işyerleri hocanın nezih bir kültür ikliminde olgunlaştığını, sıradan olmayacak denli bir görgü ile büyümüş olabileceğini, hicvini besleyecek medeni bir şehrin evladı olduğunu fısıldar. Şehir sakinini terbiye eder, nesillerini sükunetle yetiştirir. Miras aldığı medeniyet iklimini sürdüren şehirler, kendisini inşa edenleri ihya eder. Hocayı nasıl yetiştirdiyse, hoca da bizi, düşünme ve yaşama biçimimizi bugün de terbiye etmeye devam ediyor.
Hoca’nın pak şehrinde, dükkanları ikişer katlı Arasta Çarşısı’nın mütevazı sokaklarında bir helvacı dikkatimi çekiyor. Selam ile giriyorum. Selamımı alıyor, mütebessim çehresiyle hal hatır ediyor, hürmetle ikramda bulunuyor. Her gün muhabbetini katarak kardığı helvasından buyur ediyor. Çıkarken ikramı ödemek istediğimde, tüm ısrarıma rağmen kabul etmiyor. Ancak, ikram dışında kalabilecek birkaç parça için mütevazi bir ödeme yapabiliyorum. Bir esnafın helal kazancı ikramdan sonra gözetmesi, gözünün gelenlerin cebinde değil de, gönlünde olduğunu ihsas ediyor. Gönüller kazanmak geleneği öncelikli, maddi kazanç ardıl. Bir helvacı esnafında ikram edilen helvanın tadı damağımda, karşılıksız verme iradesi ve muhabbet iklimi gönlümde tutarak şehrin sokaklarına seğirtiyorum.
Hafif yokuş bir yoldan Seyyid
Mahmud Hayrani Türbesine doğru ilerliyorum. Ulu Cami’nin, avlu girişine inşa
edilmiş tuğla minaresini, kabartma motifler taşıyan sütun ayaklarını, çini
mihrabının sonsuzluğu soyutlayan geometrik desenlerini, geometriyi bağrında
yakalayan ve sanki Kufe’den kalkmış Kurtuba’ya, oradan Maveraünnehir’e varmış
kûfî kuşaklı mihrap hatlarını, gerdanlık titizliğinde dizilmiş tuğlalı
kemerlerini, yine tuğla ile örülü pandantiflerini, mavili beyazlı siyahlı
mukarnas girintilerini arkamda bırakıyor, sokakları adımlamaya devam ediyorum. Eski
kilisenin önünden geçiyorum. Sokaklar şehrin müşfik soyunu, birlikte yaşam
ruhunu dillendiriyor. Elmalı’daki gibi mahremiyete saygılı ve birbirinin
hakkını gözeten, omuz omuza vermiş dayanışık ve müeddep evlerin arasındayım.
Evler, cumbalar, anıtlar, sokaklar, çarşılar, çeşit çeşit yapılar hep aynı
kadim mirasın, kadim şehir adabının, şehir ilminin, şehir sanatının
tezahürleri.
Türbenin silindirik kaideli konik
külahı görülmedik tarzda. Oluklarından adeta mavilikler salarak göğe erişiyor.
Çinileriyle parıldayan külah, işlemeli kaidesiyle halvette. Kubbeyi tutan asıl
kaide bu iki bölmenin altında; kare taş duvar. Taş ve tuğla, tuğla ve ahşap,
ahşap ve taş hep uyum demek, ezel-ebet demek, biri olmazsa diğeri olmaz demek,
bunu daha iyi anlıyorum. Huzurlu ve sakin sokakları geçince az aşağıda, şehrin
ilim timsali Taş Medrese. Taç kapısındaki oyma işlemeler, geometrik simgeler ve
iki yanı mührü Süleyman ile görkemli mukarnas, ilim mekanına kapı olmanın
hakkını veriyor, ilimle sanatı buluşturuyor; sanatsız ilimin söz konusu
olamayacağını söylüyor. Müştemilatındaki mescidin kubbesini ören tuğlalar, gözü
bir çırpıda sonsuzluk sarmalına alıyor, göbekteki nihai maviliklere
kavuşturuyor.
Biraz adımlayarak çarşıya, oradan
İmaret Camii’ne varıyorum. Hoca’ya iyice yaklaştım. Caminin son cemaat
mahallinde Evliya Çelebi’ye nispet edilen sütun bileziğindeki yazıyı dikkatle
ve ibretle inceliyorum. Cami içi, Osmanlı dönemi tasvir ve soyutlama izlerini
mündemiç bir timsal. Caminin kendine özgü kalem işleri ve çiçek tasvirlerinin
muhteşem güzellikteki ayrıntılarında gezinirken zihnim bilezik yazılarında
kalıyor. Şehzadebaşı ilk aklıma gelen, Fatih ve Süleymaniye Camilerinde de
vardı. Hiç unutulmasın istenen önemli tarih ve olayları hiç kaybolmayacak bir
yere kısaca nakşetme iradesini vehmediyorum, Kur’an’ın son sayfasına düşülen
notlar gibi…
Kabristan’a geçmek için avluya
çıktığımda şadırvanda kıble taşına benzer yükseltide bir baş çeşme görüyorum,
üzerinde duramıyorum, aklım Hoca’da. Hoca şehrin kabristanında. Hemen yanda.
Geçiyorum. Kabristanda mütevazı kabri olan Aliya’yı düşünüyorum bir an. Rahmet
okuyorum ona, Hoca’ya doğru suskunların arasında ilerlerken. Varınca,
selamlaşmanın ardından, kabri başında Hoca’nın Sivrihisar’da medrese eğitimini,
Mahmut Hayrani’nin terbiyesini, mutasavvıf ve bilge kişiliğini, mülki
görevlerini idrak etmeye çalışıyorum. Haddim olmayarak hasbihal ediyorum
edeple. Zihnine dokunmaya, ilmine sokulmaya çalışıyorum ve hüküm cümlelerine
tutunuyorum: bir mekana doğmak mekanın kaderini sindirmek, nur açan dili ve
söylemini deruhte ve idrak etmekten geçer. Kadim mekanlar Kadim Miras’tan
tevarüs eder. Mekanın birikimini sindiren Miras’ın hakkını verir. Hoca gibi,
Elmalı gibi, isimlerini anmakla bitiremeyeceğim niceleri gibi Miras’a eklemlenir,
nesillere kadim tutamaklar bırakır. Ya bugün bizler ne bırakacağız, Miras’a ne
denli tutunabildik,… Zihnimi zorluyor, düşünecek bol zamanım olsun istiyorum,
ama yol uzun, revan olunmak ister. Huzurda hasbihalin doyumsuz lezzetini gönül
kuytuma bırakarak hayır dua ile müsaade istirham ediyorum.
Şehirler, kavuşulunca selam verilecek yerlerdir.
Antropomorfik tasavvurun ötesinde, ayrılırken de öyle. Selamla ve yine vuslat
dileğiyle vedalaşmayı hak eden capcanlı mekanlardır şehirler; duyar ve mukabele
ederler. Selam ediyorum ihtiramla…
(*) Yedi İklim, Sayı 402.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder