30 Ekim 2023 Pazartesi

yakın şehirler2

Akşehir'den Aksaray'a

Çapanoğlu’na ve Başçavuş’a daha var. Vasıl olduğum şehirlerin ilmini ve selamlarını emanet edinerek, helalliklerini alarak, ak bir şehirden ak bir saraya doğru hanlara ve kervansaraylara yay hattında ilerliyorum. İpek Yolu’nun en büyük kervansarayının önündeyim. Onun adeta göğe yükselen yüzlerce yıllık taç kapısı, kapı olma hakkını bihakkın teslim ediyor; bir mekana girme ve çıkma imkanı veren bir geçit olmanın çok ötesine geçiyor. Hayretle soruyorum kendisine: Böylesi büyük bir taç kapı neden yapılır. Üzeri neden böylesi zengin motiflerle tezyin edilir. Cüssesi küçülen görkemi küçülmeyen iç kapılar neden

yapıya eklemlenir. Yapı ve süsleme birbiriyle nasıl öylesine uyum gösterir. Cephesi ve alnındaki sırım gibi işlemeler, mukarnas niş ve iki yandaki nişler nasıl birbirini tamamlar. “Elminnetü lillah” taç kapıya nasıl da baş tacı edilir; soylu bir usul ve adab Miras’ının nişanesi olarak nasıl da vakur bir edayla yukarıya bir yere hakkedilir. Tanrı misafiri yolcular ve kervanlar, misafirliklerinin huzur hakkını dualarıyla teslim ederken, kervanların sarayı da gönüllere huzur kapısı olmanın huzurunu onların dualarından nasıl teslim alır… Sükunetle yanıtlıyor: Kervansarayın imgesel temsil zenginliğini simgeleyen kudretli ve görkemli kapılar, yakınlardaki Karatay Medresesi’nde, Dündar Bey Medresesi’nde ya da biraz uzağımızdaki Gök Medrese’de, Yakutiye’de ilmin adabına doğru seyreder. Sanatı adabındandır. İster kervansarayda ister medresede olsun kapı adabı, görkemli bir süsleme olmaktan çıkar, ilmin, sanatın ve kadir bilirliğin edep kapısı haline gelir. Kapılardan girmek, minnet ve müdananın makamını fehmetmeyi, makam karşısında müeddep tavrın makbuliyetini idrak etmeyi, büyüklüğün karşısında küçülmeyi ve aczin ulviliğini bilmeyi gerektirir.

Yapılar konuşur, konuşsun diye yapılır. ‘Taş yontulmuş, üzerine gönüldeki söz yazılmıştır’ bir kere. Düz bakıyorum, yamuk bakıyorum, altından bakıyorum, yakından, uzaktan bakıyorum. Anlık bakışlar kapıda seyrin hakkını vermiyor, imge derinliğini deruhte etmiyor. Mukarnasın peteğine sırlanmış kabartma rumilerden hemen altına tezyin edilmiş ayet satırına uzanıyorum; satırların yanlardaki devamına. Satırların üzerindeki kozmik evren simgelerine, şemslere, altıgen madalyonlara açılıyorum. Sonunda, her yanı gerdanlık gibi sarmış bordürlerin geometrik sonsuzluğundan içeriye geçiyorum. Bir kervansarayın değil de bir gönül mekanının cümle kapısından geçiyorum sanki. İçerisi, taç kapının mütemmim cüzleri. İnkıta yok. Uyumlu birliktelik: Kapılar, ferah avlu, gölgelik bölmeler. Ortada yüksek, müzeyyen bir köşk-mescit. Arkada geçme kemerler ve geometrik şemslerle çevrili bir kapı; ana kapıya göre cüssesi biraz daha küçük, hepsi o…  Uçsuz bucaksız ovada görsel bir vahanın ortasındayım; yolcuların mütevazi bir konaklama ve dinlenme tesisine vardıklarındaki neşe ve süruru düşlüyorum. Kapıda ince bir sanatla karşılanmalarını ve kapıların sakladığı odalarda bilabedel ağırlanmalarını düşünüyorum. Kapının görkemli kabulüyle müdanasız konaklama keyfini sürmelerini ve minnetin asıl makamına yönelttikleri şükran dualarını, kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi... Değer veren değer bulur, değer bulan değer bırakır ve soyuna değer bırakan nesiller eklemler. Miras’ın künhünü kavrayabilen nesiller Miras’ı koruyabilir, Miras’a eklemlenebilir, onu taşıyabilir, geliştirebilirler.

*

Kapı ile binanın cem’i, Sultanhanı’ndaki nasibimin hülasası: ‘bir yapıdan bir şehir çıkar’. Okuyabilene diyor ve yakınlardan esen medeniyet rüzgarına bırakıyorum kendimi. Kilometreler bittiğinde hüzün. Eskil Ulu Camii, şantiye. Kayıyormuş. Ciddi bir onarım çalışması var: temel güçlendirmesi. Tuz Gölü zemini epey hırpalamış. Nasipsizliğimi biraz sokularak gidermeyi deniyorum. Kapıdan bakıldığında bile muhteşem kalem işleriyle bezeli bir Selçuklu şehrindeyim. Asırlara meydan okumuş ahşap sütunlar, sütun başları, kiriş ve tavan göbekleri Hacı Ömer Ağa kıvamında ama nefaseti fazlasıyla kendine özgü. Tavanın ahşap sahınları kare örgülü. Nadide kalem işleri, altın varaklı rumi desenler arasında. Tavan göbekleri tarifsiz güzellikte istifler bezeli, besbelli. Yakından görmek, söylediklerine kulak kesilmek pek müşkül… Ayakta tutmaya çalışanlara kuvvet ve gayret niyaz ediyor, az da olsa sokulmama imkan verdikleri için teşekkür ediyor, yay istikametinde yolun hakkını vermeye çalışıyorum.

*

Biraz berisinde kalan Eskil Ulu Camii’nin selamıyla, Karamanoğlu Mehmet Bey Camii’ndeki Toplanma vaktine yetişiyorum, namı diğer Aksaray Ulu Camii’ne. Coşkuyla karışıyorum saflara. Neresi cami içi, neresi dışı. Kapı duvar kalkmış. Her yan saf tutmuş. Şehir saf tutmuş. Seferiliğim bitmiş asli vatanıma kavuşmuşçasına nasihat dinliyorum kürsüden. Yüreğim ardına dek açık, kıpır kıpır. Hutbe iradının ardından yine kallp kalbe, yine omuz omuza… Hiç eksilmesin dost ve kardeş kalabalıklar, yaban ellerde hasret çekenlere de bolcası nasip olsun… Dualar ile çıkıyorum ve ziyaret için kalabalık seyrelsin diye beklerken batı cephesindeki taç kapıyı inceliyorum. Önü apaçık, heyecanlı yüreğim gibi; her yanına rahatlıkla bakabiliyorum. Yine Selçuklu ama bu kez taşa gönül verenlerin alın teri. İlmin ve sanatın zekatı gibi esirgenmemiş incelik, rikkat ve nefaset. Mukarnas nişi üzerinde rumi desen kabartmalarıyla alnı taçlanmış görkemli kapı; kapının iki yanı, iki cephesinde ikişer niş ile yükseliyor. Pek anlam veremediğim, kapı keçesi işleviyle de buluşturamadığım, kitabe gibi yerleştirilmiş tablo-halıyı yadırgıyorum bir parça, anakronik buluyorum ama sorun etmiyorum.

Bir kapının başlangıç ve son olduğunu, beri ve öte olduğunu, uzamın gerçekliği ve mekanın hakikatini mündemiç olduğunu biliyorum. Ayıran kapı birleştiriyor burada. Her yan bir. Dışarı ve içeri ayrımını kaldıran kapıdan içeriye, isimlerin en güzelini anarak yeniden giriyorum, şehrin kalbine sokuluyorum. Biliyorum, şehir orda; kalbi orada atıyor. İlim ve sanat birikimini orada yaşıyor, oradan taşıyor, oradan şehre ağıyor... Karamanoğlu Mehmet Bey, taş sütun ve dairevi kemerleriyle zihnimi benzerlerine alıp götürüyor, Kayseri Cami-i Kebir ile yetiniyorum. Çağrışımları bir yana bırakıyor, Ulu Camii’nin duru ferahlığını, detaysız sadeliğini duyumsamaya çalışıyorum. Mihrap ve minbere yöneliyorum; yönelinmesi gereken yere. Pandantiflerin altından aşağıya sarkarak mihrabı saran rumi tepelikler, onu caminin diğer kemerlerinden ayırıyor. Minberine yaklaşınca, soluğumu kesecek denli ince bir ahşap işlemeciliğiyle karşılaşıyorum. El değmeyecek mesafede korumaya alınmış. Kanatlı kapısı, tutamakları, iki cephesi geometrik desenlerin halveti. Yan aynalık yüzeylerin ortasındaki yıldızı saran beşgenler üç sekizgen şemseye açılıyor; içleri ince ince işlenmiş rumiler saklı yıldızlar ve beşgenler zemini ayrıntılandırıyor. Simgecilikten çok inceliği görmeye çalışıyorum. Zorlamıyorum zihnimi, seyir lezzetine bırakıyorum kendimi. Miras’ın bedii tabiatiyle aynileşmeye çalışıyorum. Üstte hem okunası hem istifi seyredilesi harfler: elbette bir ayet. Minberin kapısı sayfalarca anlatılacak ayrıntıya sahip; onu lütuf ve ihsan dolu marifet kitabından başka bir kitaba sığdıramıyorum. Nasiplenen, nasiplendiğinin hakkını fazlasıyla vermiş; belli ki, eli ve zihni sıbgatullah ile yoğrulmuş. Kendisine ihsan edileni Miras’tan hiç esirgememiş.

Şehrin kalbini inşa edenlere, içini, bedii sanatla süsleyen kündekari ustalarına, hakkaklara minnet ve şükranlarımı bırakıyor, onları zihin kayıtlarımdan silinmemek üzere gönül sepetime koyuyorum. Şehri, tam da kalbinde, tüm hareketliliğinde, toplanma ve dağılma vaktinde görmenin süruruyla Somuncu Baba’ya diz kırıyor, müsaade istirham ediyorum.

Her şehrin manevi koruyucuları muhakkak vardır, diye düşünürken, Tuz Gölü’nün şükrü çoğaltan aklığında ak şehirlerden Anadolu’nun bağrındaki pak şehirlere doğru yol alıyorum; bir yanım Semerkant diğer yanım Kurtuba…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder