Akşehir'den Aksaray'a
Çapanoğlu’na ve Başçavuş’a daha var. Vasıl olduğum şehirlerin ilmini ve selamlarını emanet edinerek, helalliklerini alarak, ak bir şehirden ak bir saraya doğru hanlara ve kervansaraylara yay hattında ilerliyorum. İpek Yolu’nun en büyük kervansarayının önündeyim. Onun adeta göğe yükselen yüzlerce yıllık taç kapısı, kapı olma hakkını bihakkın teslim ediyor; bir mekana girme ve çıkma imkanı veren bir geçit olmanın çok ötesine geçiyor. Hayretle soruyorum kendisine: Böylesi büyük bir taç kapı neden yapılır. Üzeri neden böylesi zengin motiflerle tezyin edilir. Cüssesi küçülen görkemi küçülmeyen iç kapılar neden
Yapılar konuşur, konuşsun diye
yapılır. ‘Taş yontulmuş, üzerine gönüldeki söz yazılmıştır’ bir kere. Düz
bakıyorum, yamuk bakıyorum, altından bakıyorum, yakından, uzaktan bakıyorum.
Anlık bakışlar kapıda seyrin hakkını vermiyor, imge derinliğini deruhte
etmiyor. Mukarnasın peteğine sırlanmış kabartma rumilerden hemen altına tezyin
edilmiş ayet satırına uzanıyorum; satırların yanlardaki devamına. Satırların
üzerindeki kozmik evren simgelerine, şemslere, altıgen madalyonlara açılıyorum.
Sonunda, her yanı gerdanlık gibi sarmış bordürlerin geometrik sonsuzluğundan
içeriye geçiyorum. Bir kervansarayın değil de bir gönül mekanının cümle
kapısından geçiyorum sanki. İçerisi, taç kapının mütemmim cüzleri. İnkıta yok.
Uyumlu birliktelik: Kapılar, ferah avlu, gölgelik bölmeler. Ortada yüksek,
müzeyyen bir köşk-mescit. Arkada geçme kemerler ve geometrik şemslerle çevrili
bir kapı; ana kapıya göre cüssesi biraz daha küçük, hepsi o… Uçsuz bucaksız ovada görsel bir vahanın
ortasındayım; yolcuların mütevazi bir konaklama ve dinlenme tesisine
vardıklarındaki neşe ve süruru düşlüyorum. Kapıda ince bir sanatla
karşılanmalarını ve kapıların sakladığı odalarda bilabedel ağırlanmalarını
düşünüyorum. Kapının görkemli kabulüyle müdanasız konaklama keyfini sürmelerini
ve minnetin asıl makamına yönelttikleri şükran dualarını, kendilerinden
öncekilerin yaptığı gibi... Değer veren değer bulur, değer bulan değer bırakır
ve soyuna değer bırakan nesiller eklemler. Miras’ın künhünü kavrayabilen
nesiller Miras’ı koruyabilir, Miras’a eklemlenebilir, onu taşıyabilir,
geliştirebilirler.
*
Kapı ile binanın cem’i,
Sultanhanı’ndaki nasibimin hülasası: ‘bir yapıdan bir şehir çıkar’. Okuyabilene
diyor ve yakınlardan esen medeniyet rüzgarına bırakıyorum kendimi. Kilometreler
bittiğinde hüzün. Eskil Ulu Camii, şantiye. Kayıyormuş. Ciddi bir onarım
çalışması var: temel güçlendirmesi. Tuz Gölü zemini epey hırpalamış.
Nasipsizliğimi biraz sokularak gidermeyi deniyorum. Kapıdan bakıldığında bile
muhteşem kalem işleriyle bezeli bir Selçuklu şehrindeyim. Asırlara meydan
okumuş ahşap sütunlar, sütun başları, kiriş ve tavan göbekleri Hacı Ömer Ağa
kıvamında ama nefaseti fazlasıyla kendine özgü. Tavanın ahşap sahınları kare
örgülü. Nadide kalem işleri, altın varaklı rumi desenler arasında. Tavan
göbekleri tarifsiz güzellikte istifler bezeli, besbelli. Yakından görmek,
söylediklerine kulak kesilmek pek müşkül… Ayakta tutmaya çalışanlara kuvvet ve gayret
niyaz ediyor, az da olsa sokulmama imkan verdikleri için teşekkür ediyor, yay
istikametinde yolun hakkını vermeye çalışıyorum.
*
Biraz berisinde kalan Eskil Ulu
Camii’nin selamıyla, Karamanoğlu Mehmet Bey Camii’ndeki Toplanma vaktine
yetişiyorum, namı diğer Aksaray Ulu Camii’ne. Coşkuyla karışıyorum saflara.
Neresi cami içi, neresi dışı. Kapı duvar kalkmış. Her yan saf tutmuş. Şehir saf
tutmuş. Seferiliğim bitmiş asli vatanıma kavuşmuşçasına nasihat dinliyorum
kürsüden. Yüreğim ardına dek açık, kıpır kıpır. Hutbe iradının ardından yine
kallp kalbe, yine omuz omuza… Hiç eksilmesin dost ve kardeş kalabalıklar, yaban
ellerde hasret çekenlere de bolcası nasip olsun… Dualar ile çıkıyorum ve
ziyaret için kalabalık seyrelsin diye beklerken batı cephesindeki taç kapıyı
inceliyorum. Önü apaçık, heyecanlı yüreğim gibi; her yanına rahatlıkla
bakabiliyorum. Yine Selçuklu ama bu kez taşa gönül verenlerin alın teri. İlmin
ve sanatın zekatı gibi esirgenmemiş incelik, rikkat ve nefaset. Mukarnas nişi
üzerinde rumi desen kabartmalarıyla alnı taçlanmış görkemli kapı; kapının iki
yanı, iki cephesinde ikişer niş ile yükseliyor. Pek anlam veremediğim, kapı
keçesi işleviyle de buluşturamadığım, kitabe gibi yerleştirilmiş tablo-halıyı
yadırgıyorum bir parça, anakronik buluyorum ama sorun etmiyorum.
Bir kapının başlangıç ve son
olduğunu, beri ve öte olduğunu, uzamın gerçekliği ve mekanın hakikatini
mündemiç olduğunu biliyorum. Ayıran kapı birleştiriyor burada. Her yan bir.
Dışarı ve içeri ayrımını kaldıran kapıdan içeriye, isimlerin en güzelini anarak
yeniden giriyorum, şehrin kalbine sokuluyorum. Biliyorum, şehir orda; kalbi
orada atıyor. İlim ve sanat birikimini orada yaşıyor, oradan taşıyor, oradan
şehre ağıyor... Karamanoğlu Mehmet Bey, taş sütun ve dairevi kemerleriyle
zihnimi benzerlerine alıp götürüyor, Kayseri Cami-i Kebir ile yetiniyorum.
Çağrışımları bir yana bırakıyor, Ulu Camii’nin duru ferahlığını, detaysız
sadeliğini duyumsamaya çalışıyorum. Mihrap ve minbere yöneliyorum; yönelinmesi
gereken yere. Pandantiflerin altından aşağıya sarkarak mihrabı saran rumi
tepelikler, onu caminin diğer kemerlerinden ayırıyor. Minberine yaklaşınca,
soluğumu kesecek denli ince bir ahşap işlemeciliğiyle karşılaşıyorum. El
değmeyecek mesafede korumaya alınmış. Kanatlı kapısı, tutamakları, iki cephesi
geometrik desenlerin halveti. Yan aynalık yüzeylerin ortasındaki yıldızı saran
beşgenler üç sekizgen şemseye açılıyor; içleri ince ince işlenmiş rumiler saklı
yıldızlar ve beşgenler zemini ayrıntılandırıyor. Simgecilikten çok inceliği
görmeye çalışıyorum. Zorlamıyorum zihnimi, seyir lezzetine bırakıyorum kendimi.
Miras’ın bedii tabiatiyle aynileşmeye çalışıyorum. Üstte hem okunası hem istifi
seyredilesi harfler: elbette bir ayet. Minberin kapısı sayfalarca anlatılacak
ayrıntıya sahip; onu lütuf ve ihsan dolu marifet kitabından başka bir kitaba
sığdıramıyorum. Nasiplenen, nasiplendiğinin hakkını fazlasıyla vermiş; belli
ki, eli ve zihni sıbgatullah ile yoğrulmuş. Kendisine ihsan edileni Miras’tan
hiç esirgememiş.
Şehrin kalbini inşa edenlere,
içini, bedii sanatla süsleyen kündekari ustalarına, hakkaklara minnet ve
şükranlarımı bırakıyor, onları zihin kayıtlarımdan silinmemek üzere gönül
sepetime koyuyorum. Şehri, tam da kalbinde, tüm hareketliliğinde, toplanma ve
dağılma vaktinde görmenin süruruyla Somuncu Baba’ya diz kırıyor, müsaade
istirham ediyorum.
Her şehrin manevi koruyucuları
muhakkak vardır, diye düşünürken, Tuz Gölü’nün şükrü çoğaltan aklığında ak
şehirlerden Anadolu’nun bağrındaki pak şehirlere doğru yol alıyorum; bir yanım
Semerkant diğer yanım Kurtuba…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder