2 Ocak 2025 Perşembe

iznik, kuytu alem

İznik, kuytu âlem

Baharın son günleriydi. Sıcaklar iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Her yer gibi, İznik de sıcaktı. Yeni bir yurt edinmek niyetiyle oradaydık. Sakin ve dingin bir kasaba-şehirdi; önemli ölçüde şehirden izler taşıyor, köysel bir tazelik ve sükunet saklıyordu. Bazen şehir, bazen kasaba, bazen köy; tekmili birden. Sevmiştik orayı hayat arkadaşımla. Niyetimiz, kesin karara dönüştü ve bir dostumuzun zahmeti ve gayretiyle çok geçmeden mütevazı bir yer edindik. Yerleşiverdik. Sakinlik ve yavaşlık ilk izlenimlerimiz olarak gönül kayıtlarımıza düştü.

*

Aylar geçtikten sonra geriye dönüp baktığımda ibreti alem bir zaman dilimini idrak ettiğimi farkettim. Tanıklıklarımın bende oluşturduğu karşılıkları bir parça da olsa buraya aktarmaya çalışayım. İznik kuytu bir alem olarak uzunca yazılmaya değer.

Birkaç mütevazı eşya ve öteberi ile yeni yerimize yerleşmeye çalışırken, küçük ihtiyaçlar ve sorunlar karşımıza çıkıyor ama birbiri ardı sıra çözülüyordu; deyim yerindeyse, kervan yolda düzülüyordu. İlk işim, şehir merkeziyle yarım saatlik yürüme mesafemizi kısaltacak bir bisiklet almak oldu. Merkeze ulaşmak ve sokak aralarında bisikletle iş görmek arabaya kıyasla çok daha rahat ve çok daha kullanışlıydı. Bisiklet, İznik’teki yaşama uyum sağlamanın simgesel adımıydı, ama aynı zamanda hatırı sayılır çocuksu bir hasretin de giderilmesiydi; alıp götürüveren bir taşıt, sarıp sarmalayan bir neşe oluvermişti. Öteberinin temin edilmesinden, sokak aralarındaki ayrıntıları gezip görmeye imkan sağlıyor; selesinde beni, sepetinde şehri taşıyordu sanki. Bisiklet ve motosikletler İznik kimliğinin vazgeçilmezleriydi; bir de kamyonetler. Kimi zaman, seyrek de olsa göreceğim cüsseli otobüsler şehrin başına gelmiş büyük felaketler gibiydi. 

İlk günlerde bir yandan ihtiyaçları eksiltiyor, bir yandan çevreyi ve ahaliyi tanımaya çalışıyordum. Tuhaf bir şekilde, kendimi hiç yabancı hissetmiyor, sadece neyi nerde bulacağım konusunda bir parça acemilik çekiyordum. Şehrin kimliğini belirginleştiren mekanların zarafeti karşısında nefesim tutuluyordu. Müzekki’n-nüfûs’u telif etmiş müellif ve mutasavvıf Eşrefoğlu Rumi’nin terbiyesiyle teskin oluyor, ilk başmüderris Dâvûd el-Kayserî’nin ilmiyle zenginleşiyordum; ilk medresenin revaklarında serinliyor, Selçukluyla Osmanlıyı cem eden Yeşil Cami gibi bir şaheserin seyrinde tazeleniyordum. Şehrin kapılarını birbirine bağlayan Ayasofya-i Sağir Camii büyük bir anlatının satır aralarını fısıldıyor, hayırla yoğrulmuş Nilüfer Hatun İmareti, Kutbuttin İznikî’nin yanıbaşında, dönemin şefkat ve muhabbet idrakini dillendiriyordu. Gölün ve gün batımlarının güzelliği başka bir alemin kapılarını aralıyordu. Çevre köylerin göç hikayeleri ile toprağın bereketi tarifsizliğin sınırlarındaydı. Şehrin asırlarca biriktirdiği tüm güzelliklerin içindeydim, şaşkınlık ve hayranlık karışımı duygular selinde. Buralardayım artık, zamanla içselleştirir ve kanıksarım ama ilk izlenimlerin etkisi kavi şüphesiz. İzlenimlerimi bezeyen iyilik ve güzellikler, tarihsel mekanlar ve kişiliklerden, ilim ve irşat ehlinden ya da bisiklet ve motosikletlerden ibaret değildi.

*

Acemiliğim de ihtiyaçlarım gibi azalıyordu. Kime bir şey sorsam, kimden küçük bir yardım istesem, elden gelen arda bırakılmıyor, karşılık beklenmiyordu. Komşularımı tanıdıkça, çarşı pazar gezdikçe, dükkanlara girip çıktıkça, İzniklilerle temasım arttıkça, kendimi yitik bir mirasın izlerini bulmaya başlayan biri gibi hissediyorum.

Genç bir komşumla ayak üstü konuşurken, bayramı burada geçireceğimi söylemiştim. Bayram tebriğine köyünde kestiği kurbanından büyükçe bir parça ile geliyor. Buyur ediyor, zahmetine ve inceliğine teşekkür ediyorum. İkram miktarının fazlalığını dillendirmeye çalışıyorum, pek oralı olmuyor. Hayır adeta bereketleniyor; sadece biz değil, daha sonra gelen konuklarımız da doyuyor. Gönülden yapılmış ikramlar böyle başlıyor, arkası da hiç kesilmiyor.

Kimi komşular, topraktan iyi anlıyor, onu bizzat işliyor, sebze meyve üretiyor, ürettiklerinden bir kısmını da tadımlık olarak komşularıyla paylaşıyor. Bu ikramlar onlar için o kadar doğal, o kadar sıradan ki!  Çiftçilik bunu gerektirir, der gibiler. Getirdikleriyse, tadımlık dediklerine bakmayın, her zaman doyumluk miktarlarda. Bazen bir torba dolusu sebze kapıya bırakılıyor, bazen kapıda hatırlaşılarak bir kasa meyve önümüze konuyor; kilolarca meyve sebze. Komşunun hakkı öncelikli. Çok fazla diyorum, azı olmaz diyorlar! Maişetini maaşlı işlerden karşılayan komşular da evlerinde pişirdiklerinden ikram etmeyi ihmal etmiyorlar. Biz de öyle, evde yapabildiklerimizden ikramlarda bulunuyoruz ama nafile! Bize gelenlere mukabele edebilmek ne mümkün! Yenilgiyi kabulleniyor, büyük ölçüde yitirdiğimiz komşuluk haklarını ve dayanışma iklimini yeniden hatırlıyoruz.

Dayanışma iklimine tanıklığımı, yaşadığım bir başka olay teyit ediyor. Bir esnafın önünde bekliyorum. Dükkan sahibine bir ihtiyaç arz ediyorum, bulup getirene kadar kapının önündeyim. O esnada iyi giyimli bir genç yaklaşıyor ve benden kendisine hayır yapmamı istiyor. İçimden gelmiyor ve isteğini geri çeviriyorum. Bir yandan da gerçekten ihtiyaç sahibi olup olmadığını merak ediyorum. Dükkan sahibi yanıma gelince, ona soruyorum. Epey uzaklaşmış gence arkasından bakıyor, tanıyamıyor. “Yabancıdır, biz kendimizi çeviriyoruz, burada olmaz öyle şey!” diye tepki veriyor. Böyle bir şeyin orada yaşanmış olmasından hiç hoşnut olmadığı besbelli. Birinin muhtaçlık beyanını kendisine ar ediniyor. Burada herkes birbirini tanır, kimin ihtiyacı varsa bilinir, muhtaçlığı giderilir, kendi yağımızda kavrulur gideriz, demek istiyor. Gösterdiği tepki köklü bir dayanışmanın mevcudiyetini idrak ve teyit etmem için fazlasıyla yetiyor.

*

Dayanışma adabı, Kadim Mirasın yalın bir tezahürü olarak çarşambaları kurulan pazara da yansıyor. Pazar erkenden kuruluyor ve sokak aralarına yayılıyor. Hoparlörden okunan pazar duası tezgahlarda henüz başlayan hareketliliği durduruyor. Ortalık süt liman! Topluca amin dendikten ve eller yüze sürüldükten sonra hareket yeniden başlıyor. Ahali, köylüsü şehirlisiyle pazara azami ilgi gösteriyor. Köylü satıcılar pazar esnafına eklemleniyor. Çevre köylerden gelen ürünler, halden gelenlere göre daha abartısız görünüyor, tezgahlara daha düzensiz bir şekilde sıralanıyor; bazıları sepetlerde toplandığı şekliyle duruyor. Köylü kadınlar pazarın gerçek emektarları gibi. Sebzeler, meyveler bir gün önce toplanmış, seher vakti yola revan olunmuş. Böylesi emek verince, satarken sattığına kıyamayan, onu mütevazı el emeğinin değerini bilen birine satmaya çalışan, evladının üzerinde titizlenen anne gibi, şöyle saklamalı böyle yemeli, tohumu ziyan edilmemeli türünden bin bir tembihi de ihmal etmeyen köylü satıcı kadınlar, iş para hesabına gelince müşterisine azami şekilde güveniyor ya da yanındaki çocuktan destek alıyor. Paradan hesaptan anlamadıklarını itiraf ediveriyorlar. Bize de soyu kesilmemiş bir güven toplumunun izlerini sürmek kalıyor.

Köylü kadınların hepsi böyle değil elbet. Ayrıca çarşı esnafının dürüstlüğü pazardaki tezgahlarda da geçerli. Bir şey sorulunca, yalana ve abartıya başvurmadan doğru cevaplar veriliyor. Bütçelere ve ihtiyaçlara uygun yönlendirmeler yapılıyor. Köylü nasıl ürününü satmaya pazara geliyorsa, kimi esnaf da sadece çarşamba açıyor dükkanını. Biraz sünger kırıntısı, az biraz pamuk ya da yün lazım oluyor bir gün. Mefruşatçıya giriyor, soruyorum. Çarşamba günü Eşrefoğlu Rumi’nin alt sokağında olur diyor. Birine daha soruyorum, aynı cevabı veriyor, üşenmiyorum birine daha. Yine aynı cevap. Sabırlı olmayı öğrenmek ve çarşambayı beklemek gerekiyor. Çarşamba eriştiğinde, dedikleri yerde envaı çeşit yün, sünger, pamuk. Satıcı, aranan ürünleri yerinden topluyor ve sadece pazar kurulduğunda dükkanını açarak sergiliyormuş. Diğer günler kapalı. Şehir insanlarının her şeyi hemen elinin altında bulma alışkanlıklarını sorguluyorum içimde, bir de aceleciliğimizi.

Panayır, belirli bir bölgede kurulan pazarı neredeyse her sokağa yayıyor. Yılda bir kez yapılıyor, hasat zamanına denk geliyor ve beş günlük bir süre her yer çeşitli türden satıcılarda dolup taşıyor. Ürününü satan köylü kışlık öteberi için panayıra iniyor. Hareketlilik hat safhada, iğne atsan yere düşmüyor. Bu büyük buluşmadan esnaf memnun, alışverişe gelenler de. İznik hop oturuyor hop kalkıyor. Lunapark da var, sur dışında. Akşam saatleri kısmen eğlence. Eskiden daha kalabalık olurmuş panayır, kışlık ihtiyaçlar sadece panayırdan giderilirmiş. Şimdi dükkanlar var artık, yollar da. Panayıra eskisi gibi ihtiyaç yok belki. Bütçesi yetenler kışın da merkeze inebiliyor, ama yine de alışkanlıklar kolay değişmiyor. Panayır şehrin şenlik ve kaynaşma zamanı. Hasat zamanları -burası gibi şehirleşmiş- kasabalarda panayırlar olurdu, hala da oluyor; eski işlevinden bir parça uzaklaşmış olarak. Ama burada, ahalinin coşkulu katılımı, panayırın salt folklorik düzeyde kalmadığını gösteriyor. Sıkışıklıkta ister istemez kulağıma değen konuşmalarsa daha çok Marmara ve Ege yöresinde duymaya alıştığım türden. Kelimelerin müzikalitesi hiç yabancı değil; muhacir ve manav ağızları. Hafızam canlanıyor adeta, çocukluğumdan kalmış izler yeniden ortaya çıkıyor; incire yemiş diyorlar ve bana anlık bir öze dönüş yaşatıyorlar. Çocukluğumla, belki kendimle buluşuyorum. Panayırın her anlamda büyük bir buluşma olduğunu bizzat yerinde müşahade ediyorum.

*

Pazarlar kalktığında ya da panayır çekildiğinde hareketlilik durmuyor, kendi sükunetinde devam ediyor. Ana caddeler ve sokak aralarındaki kahveler epey bol. Neredeyse her adım başı. Her biri hatırı sayılır dolulukta. Dışardan biri, sabah evinden çıkan birinin akşama kadar kahvede oturduğunu düşünebilir. Kahveler gibi, üzerinde düşünmeye değecek başkaca konular da var ama bir yere zincir kafelerin henüz girememesi ya da dükkan önlerinde küresel dondurmacıların dolaplarına rastlanmaması yitik yerelliğin özgün tezahürleri olarak ortaya çıkıyor. Ekmek ya da simit nasıl fırından alınıyorsa dondurma da dondurmacıdan alınıyor. Küresel tektipleşme ile örülü zihinlerimiz bir fırında, bir simitçide ya da bir dondurmacıda silkelenip kendine geliyor, yerel zenginliklerin tadına varıyor.

Zenginlik yalnızca yitmemiş dükkanlarda ya da İzniklinin sade yaşamında değil, başlarken sezdirdiğim gibi, bereketli zeytinliklerden, serapa bağlık bahçelik yemyeşil bayırlara, oradan yüksek rakımlı köylerdeki doğal yaşama dek hüküm sürüp gidiyor. Şehrin maneviyatına sirayet etmiş ve İzniklilerin yaşam değerlerine iyiden iyiye sinmiş Anadolu irfanının öncü temsilcilerinden, bıraktığı izlerden söz etmiyorum bile. Kimi zaman sürat yapmaya çalışan gençlerin vahşi motor gürültülerini paranteze alınırsa, sessizlik ve yavaşlık zenginliği de kuşkusuz zikre değerdir.

*

Zikre ve yazılmaya değer daha fazlası var ama yazdıklarımın yazamadıklarıma da yalın bir izdüşüm sağladığını vehmederek sözü hülasa edeyim. Mekan insanı belirliyor, disipline ediyor. Şehir de öyle, kasaba da köy de. Tersinden olarak, insan da mekanı, ondan aldığıyla belirlemeye devam ediyor. Biri diğerinden bağımsız değil. İznik ve İzniklinin birlikte yürüyüşü de böyle; biri diğerinin bediiliğine yakışıyor. Belki bu yüzden insanı sarıp sarmalayıveriyor, belki bu yüzden sarıp sarmalandık. Birkaç aydır onun ezgisi ve rayihasıyla dokunduk, taşıdığı Kadim Miras ile yoğrulduk, nefeslendik.

Dokusuyla dokunduğumuz ve dokusuna dokunduğumuz İznik’e karşı artık gönül ve vefa borcumuz var. Kuytusundaki hakikatli hüthütler tanıklarımız olsun.


(*) Yedi İklim, Sayı 418, 2015


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder