*
Aylar geçtikten sonra geriye
dönüp baktığımda ibreti alem bir zaman dilimini idrak ettiğimi farkettim.
Tanıklıklarımın bende oluşturduğu karşılıkları bir parça da olsa buraya
aktarmaya çalışayım. İznik kuytu bir alem olarak uzunca yazılmaya değer.
Birkaç mütevazı eşya ve öteberi
ile yeni yerimize yerleşmeye çalışırken, küçük ihtiyaçlar ve sorunlar karşımıza
çıkıyor ama birbiri ardı sıra çözülüyordu; deyim yerindeyse, kervan yolda
düzülüyordu. İlk işim, şehir merkeziyle yarım saatlik yürüme mesafemizi kısaltacak
bir bisiklet almak oldu. Merkeze ulaşmak ve sokak aralarında bisikletle iş
görmek arabaya kıyasla çok daha rahat ve çok daha kullanışlıydı. Bisiklet, İznik’teki
yaşama uyum sağlamanın simgesel adımıydı, ama aynı zamanda hatırı sayılır
çocuksu bir hasretin de giderilmesiydi; alıp götürüveren bir taşıt, sarıp
sarmalayan bir neşe oluvermişti. Öteberinin temin edilmesinden, sokak
aralarındaki ayrıntıları gezip görmeye imkan sağlıyor; selesinde beni,
sepetinde şehri taşıyordu sanki. Bisiklet ve motosikletler İznik kimliğinin
vazgeçilmezleriydi; bir de kamyonetler. Kimi zaman, seyrek de olsa göreceğim
cüsseli otobüsler şehrin başına gelmiş büyük felaketler gibiydi.
İlk günlerde bir yandan
ihtiyaçları eksiltiyor, bir yandan çevreyi ve ahaliyi tanımaya çalışıyordum.
Tuhaf bir şekilde, kendimi hiç yabancı hissetmiyor, sadece neyi nerde bulacağım
konusunda bir parça acemilik çekiyordum. Şehrin kimliğini belirginleştiren
mekanların zarafeti karşısında nefesim tutuluyordu. Müzekki’n-nüfûs’u telif
etmiş müellif ve mutasavvıf Eşrefoğlu Rumi’nin terbiyesiyle teskin oluyor, ilk başmüderris Dâvûd el-Kayserî’nin ilmiyle zenginleşiyordum; ilk medresenin revaklarında
serinliyor, Selçukluyla Osmanlıyı cem eden Yeşil Cami gibi bir şaheserin
seyrinde tazeleniyordum. Şehrin kapılarını birbirine bağlayan Ayasofya-i Sağir
Camii büyük bir anlatının satır aralarını fısıldıyor, hayırla yoğrulmuş Nilüfer
Hatun İmareti, Kutbuttin İznikî’nin yanıbaşında, dönemin şefkat ve muhabbet
idrakini dillendiriyordu. Gölün ve gün batımlarının güzelliği başka bir alemin
kapılarını aralıyordu. Çevre köylerin göç hikayeleri ile toprağın bereketi
tarifsizliğin sınırlarındaydı. Şehrin asırlarca biriktirdiği tüm güzelliklerin
içindeydim, şaşkınlık ve hayranlık karışımı duygular selinde. Buralardayım
artık, zamanla içselleştirir ve kanıksarım ama ilk izlenimlerin etkisi kavi
şüphesiz. İzlenimlerimi bezeyen iyilik ve güzellikler, tarihsel mekanlar ve
kişiliklerden, ilim ve irşat ehlinden ya da bisiklet ve motosikletlerden ibaret
değildi.
*
Acemiliğim de ihtiyaçlarım gibi
azalıyordu. Kime bir şey sorsam, kimden küçük bir yardım istesem, elden gelen
arda bırakılmıyor, karşılık beklenmiyordu. Komşularımı tanıdıkça, çarşı pazar
gezdikçe, dükkanlara girip çıktıkça, İzniklilerle temasım arttıkça, kendimi
yitik bir mirasın izlerini bulmaya başlayan biri gibi hissediyorum.
Genç bir komşumla ayak üstü
konuşurken, bayramı burada geçireceğimi söylemiştim. Bayram tebriğine köyünde
kestiği kurbanından büyükçe bir parça ile geliyor. Buyur ediyor, zahmetine ve
inceliğine teşekkür ediyorum. İkram miktarının fazlalığını dillendirmeye
çalışıyorum, pek oralı olmuyor. Hayır adeta bereketleniyor; sadece biz değil,
daha sonra gelen konuklarımız da doyuyor. Gönülden yapılmış ikramlar böyle başlıyor,
arkası da hiç kesilmiyor.
Kimi komşular, topraktan iyi
anlıyor, onu bizzat işliyor, sebze meyve üretiyor, ürettiklerinden bir kısmını
da tadımlık olarak komşularıyla paylaşıyor. Bu ikramlar onlar için o kadar
doğal, o kadar sıradan ki! Çiftçilik
bunu gerektirir, der gibiler. Getirdikleriyse, tadımlık dediklerine bakmayın,
her zaman doyumluk miktarlarda. Bazen bir torba dolusu sebze kapıya
bırakılıyor, bazen kapıda hatırlaşılarak bir kasa meyve önümüze konuyor;
kilolarca meyve sebze. Komşunun hakkı öncelikli. Çok fazla diyorum, azı olmaz
diyorlar! Maişetini maaşlı işlerden karşılayan komşular da evlerinde
pişirdiklerinden ikram etmeyi ihmal etmiyorlar. Biz de öyle, evde
yapabildiklerimizden ikramlarda bulunuyoruz ama nafile! Bize gelenlere mukabele
edebilmek ne mümkün! Yenilgiyi kabulleniyor, büyük ölçüde yitirdiğimiz komşuluk
haklarını ve dayanışma iklimini yeniden hatırlıyoruz.
Dayanışma iklimine tanıklığımı,
yaşadığım bir başka olay teyit ediyor. Bir esnafın önünde bekliyorum. Dükkan
sahibine bir ihtiyaç arz ediyorum, bulup getirene kadar kapının önündeyim. O
esnada iyi giyimli bir genç yaklaşıyor ve benden kendisine hayır yapmamı
istiyor. İçimden gelmiyor ve isteğini geri çeviriyorum. Bir yandan da gerçekten
ihtiyaç sahibi olup olmadığını merak ediyorum. Dükkan sahibi yanıma gelince, ona
soruyorum. Epey uzaklaşmış gence arkasından bakıyor, tanıyamıyor. “Yabancıdır,
biz kendimizi çeviriyoruz, burada olmaz öyle şey!” diye tepki veriyor. Böyle
bir şeyin orada yaşanmış olmasından hiç hoşnut olmadığı besbelli. Birinin
muhtaçlık beyanını kendisine ar ediniyor. Burada herkes birbirini tanır, kimin
ihtiyacı varsa bilinir, muhtaçlığı giderilir, kendi yağımızda kavrulur gideriz,
demek istiyor. Gösterdiği tepki köklü bir dayanışmanın mevcudiyetini idrak ve
teyit etmem için fazlasıyla yetiyor.
*
Dayanışma adabı, Kadim Mirasın
yalın bir tezahürü olarak çarşambaları kurulan pazara da yansıyor. Pazar
erkenden kuruluyor ve sokak aralarına yayılıyor. Hoparlörden okunan pazar duası
tezgahlarda henüz başlayan hareketliliği durduruyor. Ortalık süt liman! Topluca
amin dendikten ve eller yüze sürüldükten sonra hareket yeniden başlıyor. Ahali,
köylüsü şehirlisiyle pazara azami ilgi gösteriyor. Köylü satıcılar pazar
esnafına eklemleniyor. Çevre köylerden gelen ürünler, halden gelenlere göre
daha abartısız görünüyor, tezgahlara daha düzensiz bir şekilde sıralanıyor; bazıları
sepetlerde toplandığı şekliyle duruyor. Köylü kadınlar pazarın gerçek
emektarları gibi. Sebzeler, meyveler bir gün önce toplanmış, seher vakti yola
revan olunmuş. Böylesi emek verince, satarken sattığına kıyamayan, onu mütevazı
el emeğinin değerini bilen birine satmaya çalışan, evladının üzerinde
titizlenen anne gibi, şöyle saklamalı böyle yemeli, tohumu ziyan edilmemeli
türünden bin bir tembihi de ihmal etmeyen köylü satıcı kadınlar, iş para
hesabına gelince müşterisine azami şekilde güveniyor ya da yanındaki çocuktan
destek alıyor. Paradan hesaptan anlamadıklarını itiraf ediveriyorlar. Bize de
soyu kesilmemiş bir güven toplumunun izlerini sürmek kalıyor.
Köylü kadınların hepsi böyle
değil elbet. Ayrıca çarşı esnafının dürüstlüğü pazardaki tezgahlarda da geçerli.
Bir şey sorulunca, yalana ve abartıya başvurmadan doğru cevaplar veriliyor.
Bütçelere ve ihtiyaçlara uygun yönlendirmeler yapılıyor. Köylü nasıl ürününü
satmaya pazara geliyorsa, kimi esnaf da sadece çarşamba açıyor dükkanını. Biraz
sünger kırıntısı, az biraz pamuk ya da yün lazım oluyor bir gün. Mefruşatçıya
giriyor, soruyorum. Çarşamba günü Eşrefoğlu Rumi’nin alt sokağında olur diyor.
Birine daha soruyorum, aynı cevabı veriyor, üşenmiyorum birine daha. Yine aynı
cevap. Sabırlı olmayı öğrenmek ve çarşambayı beklemek gerekiyor. Çarşamba eriştiğinde,
dedikleri yerde envaı çeşit yün, sünger, pamuk. Satıcı, aranan ürünleri
yerinden topluyor ve sadece pazar kurulduğunda dükkanını açarak sergiliyormuş.
Diğer günler kapalı. Şehir insanlarının her şeyi hemen elinin altında bulma
alışkanlıklarını sorguluyorum içimde, bir de aceleciliğimizi.
Panayır, belirli bir bölgede
kurulan pazarı neredeyse her sokağa yayıyor. Yılda bir kez yapılıyor, hasat
zamanına denk geliyor ve beş günlük bir süre her yer çeşitli türden satıcılarda
dolup taşıyor. Ürününü satan köylü kışlık öteberi için panayıra iniyor.
Hareketlilik hat safhada, iğne atsan yere düşmüyor. Bu büyük buluşmadan esnaf
memnun, alışverişe gelenler de. İznik hop oturuyor hop kalkıyor. Lunapark da
var, sur dışında. Akşam saatleri kısmen eğlence. Eskiden daha kalabalık olurmuş
panayır, kışlık ihtiyaçlar sadece panayırdan giderilirmiş. Şimdi dükkanlar var
artık, yollar da. Panayıra eskisi gibi ihtiyaç yok belki. Bütçesi yetenler
kışın da merkeze inebiliyor, ama yine de alışkanlıklar kolay değişmiyor. Panayır
şehrin şenlik ve kaynaşma zamanı. Hasat zamanları -burası gibi şehirleşmiş-
kasabalarda panayırlar olurdu, hala da oluyor; eski işlevinden bir parça uzaklaşmış
olarak. Ama burada, ahalinin coşkulu katılımı, panayırın salt folklorik düzeyde
kalmadığını gösteriyor. Sıkışıklıkta ister istemez kulağıma değen konuşmalarsa
daha çok Marmara ve Ege yöresinde duymaya alıştığım türden. Kelimelerin müzikalitesi
hiç yabancı değil; muhacir ve manav ağızları. Hafızam canlanıyor adeta, çocukluğumdan
kalmış izler yeniden ortaya çıkıyor; incire yemiş diyorlar ve bana anlık bir
öze dönüş yaşatıyorlar. Çocukluğumla, belki kendimle buluşuyorum. Panayırın her
anlamda büyük bir buluşma olduğunu bizzat yerinde müşahade ediyorum.
*
Pazarlar kalktığında ya da
panayır çekildiğinde hareketlilik durmuyor, kendi sükunetinde devam ediyor. Ana
caddeler ve sokak aralarındaki kahveler epey bol. Neredeyse her adım başı. Her
biri hatırı sayılır dolulukta. Dışardan biri, sabah evinden çıkan birinin
akşama kadar kahvede oturduğunu düşünebilir. Kahveler gibi, üzerinde düşünmeye
değecek başkaca konular da var ama bir yere zincir kafelerin henüz girememesi
ya da dükkan önlerinde küresel dondurmacıların dolaplarına rastlanmaması yitik
yerelliğin özgün tezahürleri olarak ortaya çıkıyor. Ekmek ya da simit nasıl
fırından alınıyorsa dondurma da dondurmacıdan alınıyor. Küresel tektipleşme ile
örülü zihinlerimiz bir fırında, bir simitçide ya da bir dondurmacıda silkelenip
kendine geliyor, yerel zenginliklerin tadına varıyor.
Zenginlik yalnızca yitmemiş dükkanlarda
ya da İzniklinin sade yaşamında değil, başlarken sezdirdiğim gibi, bereketli zeytinliklerden,
serapa bağlık bahçelik yemyeşil bayırlara, oradan yüksek rakımlı köylerdeki
doğal yaşama dek hüküm sürüp gidiyor. Şehrin maneviyatına sirayet etmiş ve İzniklilerin
yaşam değerlerine iyiden iyiye sinmiş Anadolu irfanının öncü temsilcilerinden, bıraktığı
izlerden söz etmiyorum bile. Kimi zaman sürat yapmaya çalışan gençlerin vahşi
motor gürültülerini paranteze alınırsa, sessizlik ve yavaşlık zenginliği de kuşkusuz zikre değerdir.
*
Zikre ve yazılmaya değer daha fazlası var ama yazdıklarımın
yazamadıklarıma da yalın bir izdüşüm sağladığını vehmederek sözü hülasa edeyim.
Mekan insanı belirliyor, disipline ediyor. Şehir de öyle, kasaba da köy de. Tersinden
olarak, insan da mekanı, ondan aldığıyla belirlemeye devam ediyor. Biri
diğerinden bağımsız değil. İznik ve İzniklinin birlikte yürüyüşü de böyle; biri
diğerinin bediiliğine yakışıyor. Belki bu yüzden insanı sarıp sarmalayıveriyor,
belki bu yüzden sarıp sarmalandık. Birkaç aydır onun ezgisi ve rayihasıyla
dokunduk, taşıdığı Kadim Miras ile yoğrulduk, nefeslendik.
Dokusuyla dokunduğumuz ve dokusuna dokunduğumuz İznik’e
karşı artık gönül ve vefa borcumuz var. Kuytusundaki hakikatli hüthütler tanıklarımız
olsun.
(*) Yedi İklim, Sayı 418, 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder