Ramazan sabahlarında birkaç yıldır şehrin muhtelif camilerine gitmeye çalışıyorum. Geçen yıl hiç fasılasız her sabah değişik bir camideydim; selatin camilerinden mahalle camilerine dek. Bir ikisine, başında ve sonunda olmak kaydıyla iki kez gittim. Tahminen yirmi beş, yirmi altı camiyi bizzat görmüş, cemaatleriyle nefeslenmiş, mekanlarıyla bereketlenmiş oldum. Çeşitli izlenimler edindim. Geçen yılki yaşadıklarımı yazmadım ama bu sene yaşayacaklarımı yazmaya niyetliyim, deyim yerindeyse bu Ramazan’ın sabahlarını yazarak yaşamak ve yaşayarak yazmak niyetindeyim. Ya nasip!
İlk Sabah
Eyüp Sultan Camii için heyecanla yola çıkıyorum. Yetişememe endişesi içimde büyüyor. Eyüp’e vardığımda, henüz ezanlar okunuyor. Eyüp ezanlarının içindeyim. Her yanım ezan. Yavaşlıyor, soluklanıyorum. Çağrılardaki emân ve süruru gönlüme nakşetmeye çalışırken kuşların uyanışlarına ve cıvıltı korosuyla müezzinlere karıştıklarına tanıklık ediyorum. Kızılmescit’den seğirterek meydana geldiğimde, havuzun yanından geçiyor, suyun sesine kulak veriyorum ama aynı zamanda allı pullu kıyafetiyle bir meczup da dikkatimi çekiyor, elinde alelade torbalar. Geçiyorum caminin avlusuna, Eyüp Sultan hazretlerini selamlamak üzere; ve selamın ardından içeriye. Mukabele başlamış, cemaat seyrek henüz. Çöküp oturuyor, dinlemeye koyuluyorum; bir yandan da tezyinatı seyrediyorum. Mihrap alınlığındaki gereksiz tartışma kapanmış anlaşılan; Sultan II. Mahmut güneşi yeniden ortaya çıkmış. Mihrabın biraz berisindeki levha yerinde duruyor:
“Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i Bârî
Habîb-i Ekrem'in yârî, Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî”.
Mukabelede sayfalar çevrilirken cemaat de yerlerini almaya başlıyor. Kimisi gelir gelmez sünnet kılıyor. Çok geçmeden kıraat de nihayete eriyor. Fatiha okunduktan sonra, bu kez kılmamış cemaat sünnete duruyor. Epey kalabalık. Meczup da burada. Salavatlar sıralanıyor: ‘Hasbunallah ve nimel vekil’; Allah bize yeter, O ne güzel vekil. Kâmet getirilirken, ön saflara gitmeye çalışıyor, ancak güvenlik görevlilerince engelleniyor. En arka safa alınıyor, iki yanına da birer görevli ama kımıl kımıl, yerinde duramıyor. Sonrası sükûnet. Birlikte kıyam, rükû ve secdeler. İkinci kıyamda meczuptan mikrofonu bastıran bir Allah nidası; sükuneti sarsıyor. Kendisi sarsılmıyor; halini yaşıyor, halimizi bereketlendiriyor, isimlerin en güzelini yüreğinden yüreğimize bırakıyor. Tesbihat ve aşır. Kerim Kitab’ın kelamı ve dualarla yavaş yavaş yeryüzüne dağılıyoruz, yeryüzündeki kıbledaşlarımız gibi, gönlümüzde düşlediğimiz...
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’ne ihtiramla Fatiha bırakıyor, edeple müsaade alıyorum. Şadırvan etrafında biraz oyalanıyorum. Yıllar öncesinde bu ağaçlara misafir olan hacı leylekleri düşünüyor, güvercinlerin nazenin zikirlerini duymaya çalışıyorum. Meczup, selsebilin önünde, elinde torbalar. Bugünkü nasibime göz değirerek binek taşının bulunduğu kapıdan meydana, oradan da şehre karışıyorum.
İkinci sabah
Ezan sona eriyordu Sultan Ahmet Meydanı’nda. Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi bir yanda, Sultan Ahmet Camii diğer yanda. Ayasofya niyetiyle geldim, Sultan Ahmet’e karşı mahcubum. İhmal ediyor muşum gibi hissediyorum. Ayasofya’sız yıllarda Firuz Ağa ile birlikte bütün yükü o omuzlamıştı. Bugün onun yakınından geçerken, o günlere ait bir dizi hatıra canlandı gözümde. Telafi edeceğim, söz...
Mukabelede okunan ayetler Ayasofya’dan meydana yayılıyor, sükunetle. Geçitlerden dolanarak avlu kapısından geçerken güvenlik görevlisinin, ‘hoş geldiniz’ hitabıyla kendimi topladım. Avluda adımlarımı hızlandırırken yanımdan biri entarili iki genç geçiyor. Diğeri uzak ülkelerdendi sanırım. Benden hızlıydılar. Ayasofya’nın cümle kapısından girince bir vahaya eriştim sanki. Susuz, yanmışım. Ayetlerin kudreti gücümü artırıyor, iç mekânın genişliği göğsümü genişletiyor. Kıbleye doğru ağır adımlarla yürürken sonsuzluğa yürür gibiyim. Sakin, olabildiğince sakin ilerliyorum artık, vuslatın neşesini yaşıyorum. Mihrabın önünde birkaç dağınık saf, o kadar. Kimi takip ediyor, kimi dinliyor. Hafız, mihrap nişiyle halvette, kendinden geçmişçesine kıraatına devam ediyor. Üçüncü saftaki bir aralığa ilişiyorum. Yüreklere Kur’an’ı bırakan hafızın tam karşısında diz kırıyorum. Bir yandan onu dinliyor, bir yandan kendimi, bir yandan da kubbelerde kanat sesleri yankılanan güvercinleri. Ne güzel yurtları var diye gıpta ediyorum, bir yandan da önümde onlardan yakınıma bir yere sadır olmuş bir şeyi mendilimle alıyorum. Birinci saftaki kedi de, mümtaz yerinde temizlenmeye devam ediyor; kimse onu rahatsız etmiyor, o da kimseyi. Bir ara saf aralarında dolanıyor, sonra gözden kayboluyor. Kulağım Kadim Kelam’da, gözlerim mihrabın iki yanındaki sedef kakma mahfazalar ve şamdanlarda. Üzerlerindeki gül ya da şakayık motiflerinin rikkatiyle inceliyorum. Mihrap alınlığındaki "küllema dahale aleyha zekeriyya'l mihrab" yazısının alt kısmındaki, yaldızlı yıldızlarla çevrelenmiş istifi okuyamıyorum. Bir an kafamı iyice yukarı kaldırıyorum. Perdelenmiş ikonayı seçemiyorum. Başımı sağa çevirerek öne eğerken duvardaki levhaları hızla okumaya çalışıyorum. Hafızın mukabelesine tutunmak için artık kendimi onun kıraatine bırakıyorum. Soluksuz okuyor; lezzeti bitmesin diye nihayete erdirmek istemiyor gibi okuyor. Kur’an şifadır, gözün de kulakların da kalbin de nurudur; bırakılası değildir.
Namazın her rekâtı tefekkür ve hüzün sağanağı, kalbe şifa, zihne feyz. Sonrası dualar. Duaların inkişafı aczimizin itirafı. Ehli İslam’ın yüreğini acıtan, yüreği olan her insanın acısı Filistin, mübarek Filistin... dualar ona. Amin diyenler her yerden, her coğrafyadan. İstanbul’a yakışan, Ayasofya’ya yaraşan çeşitlilikte müminlerin yakarışları, aminleri. İyi ki varlar, buradalar. Ayasofya hepimizin ama biz neredeyiz, nerelerdeyiz? Ayasofya’yı yalnız bırakmayan Ayasofya Mahallesi bugün nerede!...
Üçüncü sabah
Hayyaalassalah’ta Yahya Efendi’deyim. Sakin. Taşlık yokuşta yavaş yavaş ilerliyorum, irili ufaklı taşların koyulu açıklı, beyazlı, alacalı renklerini aşarak ilk kapıya erişiyorum. Yokuş sakin. Kedileri severek ilerliyorum, ardından kabirleri selamlıyorum, birini ihmal etmemecesine. Onlarla halleşmeye, hayatı ve ölümü derinliğine düşünmeye, geçmişle şimdi, bura ile ora arasında bağlar kurmaya çalışıyorum. Her nişane hayata dair bir satır yazıyor; okuyorum. Seher yelini hissediyorum aralarında. Secdelere varabilmek için bir kapıdan daha geçiyorum, sağımda sıralanmış suskun sandukaları, ve bir kapıdan daha, aynı şekilde, Fatihalar bırakarak. Mescitteyim, huzurda. Boğaz’ın dört manevi koruyucusundan birinin yanında. Denizcilerin piri, müderris bir alim ve şair Yahya Efendi’yi mümtaz bir ihtiramla selamlıyorum ve okunan ayetleri dinlemek için kıbleye doğru diz kırıyorum. Sırtı kıbleye hafifçe yan dönmüş hoca efendi, önündeki rahlesinden iz sürerek sükunetle okumasını sürdürüyor, müşfik ve teskin edici doğal sesiyle. Sükût, kaim; gönülde muhabbet de. Sırtımdaki yükler eksiliyor, içimdeki sıkıntılar hafifliyor, ferahlıyor, genişliyorum. Sekine hali bu olsa gerek. Kıraat bitmesin istiyorum. Birinci kıyam, ikinci kıyam. Secdelerden sonra selam. Bir aşr-ı şerif olarak okunan mihrabiye1, sükût ile halveti nihayete erdiriyor.
Hoca efendi’nin gönül selamıyla doğruluyor, Yahya Efendi hazretlerine yöneliyorum. Hasbihalini gönlümde çoğaltarak, Fatihalar eşliğinde huzurdan ve kapılardan edeple ayrılıyorum. Tekkenin nefesini içime iyice çekiyor, selvilerin esintisinde kedileri severek, yokuştan aşağı bırakıyorum adımlarımı.
Dördüncü sabah
Ezanlar okunuyor ama daha var Fatih Camii’ne. Adımlarımı hızlandırıyorum. Sokak aralarından Malta Çarşısı’na doğru ilerliyorum. Dükkanlar kapalı. Hareketli çarşı tuhaf görünüyor. Doğru mu gidiyorum endişesi yaşıyorum bir an ama açık fırını ve caminin kapısını görünce rahatlıyorum. Fatih Camii’nin avlusu hayatla buluşmak gibi bir şeydir. Merkezdir. Olması gerektiği gibi. Şehir mi avluda, avlu mu şehirde ayırt etmek zordur. Böylesi hayatla içiçe camiler pek nadir. Kuşkusuz, camiler bulundukları yerlerin merkezleridir ama böylesi değildir. Sümbül Efendi ya da Üsküdar İskele Camii böylesidir büyük ölçüde, ama hiçbiri Fatih Camii gibi değildir....
Avlu da sokaklar gibi sakin, sadece güvercinler, tek tük martılar, ama kuş sesleri hazırda. Daha fazla oyalanmadan iç avludaki şadırvanının kenarından seğirterek mukabeleye karışıyorum. İçerisi dışarıdan hareketli. Hafız gözü kapalı kıraatte, gözler rahlelerde; kimi dizini rahle yapmış, kimi duvara yaslanmış, kimi bağdaş kurmuş, kimi öbek öbek takipte. Mikrofona rağmen takip mırıltıları hissediyorum. Kubbeler, sütunlar, duvarlar her tınıyı emiyor adeta. Mihraba yakın yerdeyim, sedef kakma vaaz kürsüsünün yanında. Kürsünün sedefleri pırıl pırıl, üzerindeki on yıldızlı geometrik merkezin dalga dalga parıltılı dağılımları. Mihrap nişinde kıraat halindeki yaş almış hafızın yanında iki genç hafız, sırasını bekliyor. Mihrabın iki yanı şamdan, mukarnasın iki yanından aşağıya doğru iki silindirik denge sütunu ya da ben öyle sanıyorum, koyu rengiyle mihrabın mermer berraklığını öne çıkarıyor. Gözüm, mihraba yakın revzen tezyinatı ve üzerindeki rikkatli kıvrımları tararken; sadakallahülazim! Kulağım bu kez genç hafızın kıraatinde, daha coşkulu. Coşkusu yüreğime dokunuyor. Sahn-ı Seman’ın ilmi mekanın ruhuna siniyor, mekan baştan aşağı ilim tahsil ediyor; ilk medreseler, ilk alimler, ilk kâriler, ilk talebeler... Vaaz kürsüsünün altından bir kedi çıkıyor, yanımdan geçiyor, dokunamıyorum. Kediler camilere yakışıyor. Sadakallahülazim. Bu kez ikinci genç hafız sayfaları devralıyor, heyecanıyla ilim ve gönül Miras’ına bir ilmek daha atıyor, gözlerime de bir parça nem bırakıyor.
Mukabelenin ardından uzun rekatlara sarıp sarmalanıyorum; okunan her ayet gönlümde karşılık buluyor. Meleklerini selam ve Rabbi Teala’yı tesbih, emân ve sükûn bulmuş bir teslimiyete işaret ediyor. Müezzin mahfilinden cümle geçmiş anılırken, Habeşli Bilal unutulmuyor. ‘Sen hiç üzülme ya Bilal! Ümmet her ezanı duyduğunda sana fatihalar gönderiyor’...
Sakin adımlarla huzurdan huzurla ayrılırken, şadırvanın yanından dış avluya geçiyor, ağarmış gökyüzüne uzanan minarelere bir kez daha bakıyorum. Kuğurdayan güvercinlerin uğurlamasıyla, uyanan çarşıya karışıyorum.
Beşinci sabah
Ezan, Allahüekber diyor. Allah’ın veli kullarından bilinen Aziz Mahmut Hüdai hazretlerinin kapısına varmak için dik yokuşu tırmanıyorum. ‘Sen sarp yokuş nedir, bilir misin’ ayetini soruyorum kendime, nefes nefese. Nefsimi küçümsüyor, aczimi idrak ediyorum. Üsküdar ezanları el ele, eşlik ediyorlar yokuşu adımlarken. Yokuşta taş taşımıyorum, kendimi taşımaya çalışıyorum sadece. Vardığımda değecek, biliyorum; nefesim tazelenecek.
Çeşmeleri geçerek avlu kapısından giriyorum. Meşrutaların ve hazirenin arasından dik bir merdiven yükseliyor. Merdiven, adeta hakikati idrak basamakları; tamamlanmamış bir yol, aşılması gereken basamaklar. Her bir basamak öncekilerin izleri. İzlerin takibi, vefa borcu; hakikati hak etmek için can borcu... Huzurdayım, Yahya Efendi ile birlikte Boğaz’ın manevi koruyucusu olarak bilinen müderris ve kadı Aziz Mahmut Hüdai hazretlerinin huzurunda; edep ve ihtiramla selamlıyorum onu, ezanlar yükselirken semaya. Kısa bir molanın ardından, avludaki düzlükte nihayetlenen basamakları ağır ağır adımlıyorum. Cami kapısının eşiğindeyim artık. Etraftaki müşfik havayı içime çekiyor, temizlik kuşanmış kalabalıkla içeri giriyorum. Önümde genç müminler, pırıl pırıl, ardımdan da gelmeye devam ediyorlar; umutlanıyorum geleceğe dair, içime tarifsiz bir sevinç doluyor. Onlara bakmaktan, duvarlardaki barok süslere, pencere alınlıklarındaki ya da tavana yakın kısımlardaki yazılara bakamıyorum. Salavatın ardından sünnet. Sonrası, birlik olabilmek için bekleme süresi, aynı zamanda tefekkür imkanı; kendinle başbaşa kalma, kendine bakma imkanı. Ardından müezzinin Fatiha telkiniyle toparlanıyorum. Coşkulu bir ses, coşkulu rekatler, upuzun. İçime işliyor, işlesin istiyorum. Tesbihat, dualar, mihrabiye aynı coşkuyla... Cemaatin ruhu camiye caminin ruhu cemaate siniyor.
İçerde görmediğim kediler avluda. Ağır ağır iniyorum basamakları. Son mola, fatiha için. Sırtımı dönmemeye özen göstererek ayrılıyorum huzurdan, ‘denizlerde boğulmasınlar’ niyazını da gönül kuytuma bırakarak. Sokak aralarındayım. Gün ağarıyor, şehir uyanıyor...
Altıncı sabah
Ezan okunuyor. Tophane Çeşmesi’nin geniş saçakları altındayım. Issız. Dört cephesine işlenmiş meyvelere, meyve ağaçlarına, vazolara, vazolardaki çiçeklere, vazolar için değişik sehpalara hızlıca göz atıyorum. Kelime-i tevhit okunurken doğu kapısından giriyorum. Kılıç Ali Paşa Camii’nin avlusundayım; şadırvanın biraz berisinde. Bugün tam olarak algılanamasa da, bir külliye camisindeyim. Cervantes camii denildiği olur, Sultan Ahmet’e çini renklerinden mülhem Mavi Cami denildiği gibi. Cervantes’in, esir olduğu yıllarda caminin temeline taş taşıdığı söylenir. Avludan içeriye seğirtirken son cemaat yerini örten sundurmanın sütunlarını sayamıyorum; bir düzine kadar.
İçeride, büyük bir genişlik hissi; çok ferah. Birkaç kişi beklediğine göre namaza durulacak. Mukabele yok gibi. Ortalık bir yere diz kırıp kendimi dinliyorum. Büyük bir sessizlik içinde faniliğimi ve aczimi idrak etmeye çalışıyorum. Bir ara sünnet için kıyama duruyorum. Bitirdiğimde etrafı süzüyorum. Henüz bir hareket göremiyorum. Cemaatin gelmesi bekleniyor, Üzerime tarifsiz bir inziva ağırlığı çöküyor. Gönlüm tefekkürde gözüm temaşada. Minberin yaldızlı külahı dikkatimi çekiyor. Yan duvarındaki etrafı rumilerle bezeli on yıldızlı geometrik halka da; pırıl pırıl. Mihrap da parıltılı; mermer nişin iki yanı iri şamdanlar, etrafı mavili beyazlı kırmızılı çiniler. Pencere üzerleri çini levhalar, yer yer küçük küçük çintemaniler, sedef kakmalarıyla göz alıcı vaaz kürsüsü, yukarılarda cüsseli hat levhaları... Sabır ve emek işlenmiş her yana. Derin bir nefes alıyorum, nasibime düşen güzelliğin seyrinde sessiz bir şehadet ile şahitliğimi dillendiriyorum; tınısı neredeyse duvarlarda katmerlenip geri dönüyor.
Birkaç kişi daha geliyor. Hocamız mihraba doğru ilerliyor, uzlet ve tefekkür vakti de ibadet vaktine evriliyor. Abartısız, bir elin parmakları kadarız. Camilerimizi yapayalnız bıraktığımız aşikar. Eserlerimizi elimizden geldiğince korumaya çalışıyoruz, ya onlara hayat veren mahalleleri!.. Kâmet ve ardından rekatlar. Her rekatta uzun uzun okunan ayetlerin rikkati derunuma işliyor. Hoca efendi kıraatin hakkını veriyor da veriyor. Fatiha sonunda yüksek sesle aminler de cemaatimiz hakkında fikir veriyor; yakın diyarları fısıldıyor. Meleklerin tanıklığında salat ve tesbihatın ardından okunan mihrabiye, mekan ve zamanı elimden alıyor. Hoca efendi, muazzez kıraatiyle, Yüceler Yücesi’ni yüceltirken, beni de kulluğumun idrakine bırakıyor...
Bahçede iyice serpilmiş nergislerin neşesiyle Tophane Çeşmesi’ne doğru ilerliyorum.
Yedinci sabah
Taksim Meydan’ında sabah sakinliği. Taksim Camii tüm görkemiyle karşımda, bir kimliğin çağdaş tezahürü gibi. Minareler eşhedü dediğinde ona nefesimle katılıyor; makamın serinliğinde cami kapısına varıyorum. Avlu girişi, cümle kapısı, giriş kubbesi, kapı üstleri, hatlarla işlenmiş ayetler, iç kapı. Ezan nihayete ererken, caminin harimindeyim. Sessizlik zamanları. Yeryüzü müminleri serpilmiş harime; her yerden, her tenden, her yönden, her renkten, her dilden, her gönülden... Meleklerin tanıklığında buluşma sözü vermişler de toplanmışlar sanki. Mihraba doğru birikiyorlar. Yakın bir yere diz kırıyorum. Yüzüm, gözüm, kalbim, üzerine tevhit kelimesi işlenmiş mihrapta. Tevhid’in hemen altında bir ayet istifi; okuyamıyorum. Hoca efendi rahlesini kuruyor, cemaati selamlıyor ve kendini mukabeleye bırakıyor; nefesini de harime. Sesi sırım gibi işliyor sessizliği. Sakin kraati adeta sükuneti derliyor, toparlıyor, gönül kuytuma bırakıyor. Mihrabın mukarnasına kadar inen İslam harfleri, meşk ediyor nazenin kıraatle; kubbe kasnağındaki ve kuşaktaki harfler halka halka onlara katılıyor. Ayetler birbirine düğümleniyor. Seyredilesi ve okunası bir zarafet.
Yüceler Yücesi’nin ve Habibinin ismi nakşedilmiş cüsseli yuvarlak levhalara. Levhalar, Ayasofya’da ve Kılıç Ali’dekileri andırıyor. Miras ile günün tarzı buluşmuş. Yeniliğine rağmen ondanmış caminin sıcaklığı! Yenilik aykırı değil, tersine bütünleşik; tarih ile güncellik elele, mütenasip... İkinci kârinin makamı yüreğime dokunurken, gözlerim de vaaz kürsüsünden minbere kayıyor. Minber apaçık. Ahşap, metal ve mermerin biraradalığı, tarzdaki bütünleşme arayışının tescili. Etrafım açık kahve, yoğun sarı ve su yeşili renkler; hepsi sıbgatullah, bütün renkler O’nun, menşe O’nun, fıtrat O’nun, her şey O’nun, kıbleye yönelmiş müminler gibi. Sadakallahülazim.
Tefekkür vakti ibadete evriliyor; gönüller bedenleriyle saf tutuyor seher vaktinde. Seher vakti, vakitlerin zirvesi derunumda. Vakitlere ve rekâtlere sığan uzun kıraatler, inci tanelerinin nurlarında. Okunan her bir kadim kelime, hikmetin vaz’ında. Aminler yine yüksek seslerde, selamlar birlikte, dualar içtenlikte. Müezzin mahfilinden gelen makamlı salavat ve tesbihat, mihraptan gelen makamlı mihrabiye ile halvette. Huzurdan huzurla ayrılırken, makamların hakkını veren müezzinin yanından geçiyorum, mütebessim selamlaşmayı ihmal etmeden...
Vaktin idrakiyle meydandayım.
Sekizinci sabah
Büyük Selimiye Camii’ne, deyim yerindeyse bir kışla camiine doğru ilerliyorum. Doğu kapısına yaklaşırken, ezan okunmaya başlıyor. Ipıssız. Asasından destek alarak yürüyen bir aksakallı, önümsıra avlu kapısından giriyor. Hemen ardından ben de. O camiye yöneliyor, ben, cümle kapısına nazır avludaki heybetli çınara; makamına hayran olduğum ezanı sonuna dek dinlemeye. Münzevi çınarın tanıklıklarını hayal ediyor, öncekilerin hikayelerini duymaya çalışıyorum. Fısıldayıversin istiyorum... Ezanın nihayetiyle içerde, harimdeyim. Mukabele başlamış bile. Geniş, yüksek, ferah. Üşüyorum biraz ama cemaatinin sıcaklığıyla ısınıyorum. Mukabeleyi canhıraş takip azimlerini, bir rahleden birlikte takip eden iki kişinin gönüldaşlığını, mihraba yakın sıralanışlarını, takip etmeyenlerin dinleme edebini, hoca efendinin kendini vakte ve onlara göre ayarlamasını görünce, gönlüm ısınıveriyor; onlardan biri oluveriyorum.
Kur’an kıraatini hakkını vererek icra eden kârîleri dinlerken bir yandan da vaaz kürsüsünün üzerindeki yazıyı okumaya çalışıyorum. Bir yere bir yazı yazılacaksa öylesine yazılmaz, biliyorum. Okumayı başarıyorum: ‘innema yahşallahe min ibadihil ulemau’. Mealini de hatırlıyorum. Ayet-i kerime; “ancak ilim sahipleri, alimler Allah’tan gereğince korkar” diyerek vaaz ve irşad makamını techiz ediyor; zihnimi de gönlümü de içine alıyor. Kürsünün mermerden barok ya da ahşap sedef kakma olması önemini yitiriyor. Mihrabın ya da minberin Eyüp Sultan Camii’ndeki mihrap ve minber bezemelerini andırması da. Kürsüde kalıyorum, mukabele nihayete erene dek. Sayfalar çevrilirken sessizliği yaran hışırtıların makbul yankısında, ‘liyakat’i, liyakatteki ölçüyü, liyakat adabını, liyakat ahlakını, ilmin liyakatini, ilim sahiplerini, dünü ve bugünü tefekkür ediyorum. Bir yandan da Miras2 işte böyle olur, medeniyet işte böyle inşa edilir; ilim ile olur, ilmin kıymetiyle olur, ilmin kıymetini bilenlerle olur, demekten kendimi alamıyorum.
Mukabelenin hakkını ziyadesiyle teslim eden hoca efendiler, tilavet secdesinin ardından, rekatları da idraklerimiz için layıkıyla eda ediyorlar. Aminler sakin. Salavat ve tesbihat sakin; acelesiz. Dualar hastalara, yakınlara, mahalleliye derken olması gereken yere geliyor, arz ve arş arasındaki sorumluluğun bilinciyle Filistin’e yöneliyor. Acz ve çaresizlik hisleriyle, Refik-i Alâ’dan medet ve himmet için yürekten aminler sıralanıveriyor. Mihrabiye mana ve yakarış halkalarını tamamlıyor. Kitab’ın kadim kelamıyla yüreklerimizi teçhiz edenleri minnetle selamlıyor ve göğsüm genişlemiş olarak çınarın altına dönüyorum. Semaya bakıyor, dualarımı çoğaltıyor, sımsıcak bir mahalle camisinden hüzünle uzaklaşıyorum, zihnime ilim meselelerini alarak.
Dokuzuncu sabah
Emirgan Hamid-i Evvel Camii’ne eriştiğimde ezan, es-salatu hayrun mine'n nevm’de; namaz uykudan hayırlıdır, diyor hz. Bilal’in Miras’ına tutunarak. Boğaz’a bir an bakıyor ve tarihi çeşmenin karşısından avluya geçiyorum. Caminin kapısı çok süslü, kitabesi yeşil ışıklarla ışıklandırılmış. İçeriye girdiğimde, süslemeler barok tarzını apaçık dillendiriyor. Ahşap ve taşın halvetiyle imar edilmiş caminin minberi, tavan göbeği, hünkar mahfilindeki çiçekli metal kafesler; hepsi yaldızlı. Çeşitli yerlere işlenmiş akantus yapraklı motifler ile Sultan II. Mahmut güneşine, çeşitli tarzlarda istiflenmiş hat levhaları ve çeşitli motiflerle bezenmiş taş işlemeler eşlik ediyor.
Mihraba karşı diz kırıyorum. Sessizlik zamanları. Mihrap nişindeki süslü ve cüsseli kandil motifine bakarken müezzin mahfilinden gelen bir Yasin-i şerif sessizliği kuşatıyor. Gönlüm kıraatin tınılarında gözüm kandilde, zihnim tefekkür ve tezekkürde. Kandilsiz olmaz, diyor içim; halılar, kilimler, namazlıklar kandilsiz olmaz. Nebiler Nebisi, Mescid-i Aksa kandilsiz olmaz, diyor. Gidilmese bile, kandillerinin ışıması için gayret edilmesini öğütlüyor. El Aksa gibi, yeryüzü ve gökyüzü de kandilsiz olmaz; kandilin nurundan mahrum kalmaz. Kandil (misbah), mişkâtsiz (kandilin yuvası), zücâcesiz (cam) olmaz. Biri diğerinin içinde olmazsa olmaz. Kandil onlarla birlikte nurdur; nurun içinde nur olmazsa olmaz. O yüzden kıblededir; o yüzden kıbleyi gösterir, o yüzden kıbledir. Kıble nurdur; kandilin nurudur...
Kelam-ı Kadim’in bereketli sesiyle gönüller dolarken, çevre esnafın emektarları ve mahalleliyle harim de doluyor. Fatiha’yı müteakip, kâmet ve yaşı epey ilerlemiş ilahiyatçı bir yazar hocamızın yorgun kıraatiyle salat. Upuzun bir rekat, ikincisi inşirah, her ikisinde de kalbe şifa secdeler; sonunda aczin idrakiyle mekanı kuşatan mihrabiye ve dualar.
Birbirine hayırlı sabahlar dileyerek ayrılan mütebessim cemaatin arasında kapıya doğru yavaş yavaş ilerliyorum. Bir süre şehrin sükunetini dinliyor, Boğaz’ın sularındaki kımıltısızlığa bakıyorum; sonra doğuya ve yine, ve ısrarla olmaz diyorum, ‘kandilsiz olmaz!’.
Onuncu sabah
Vakitlerin şahında Teşvikiye’deyim. Erken gelmişim. Avluda biraz eğleşiyor, zarif nişan taşlarına göz atıyorum. Yağmurun artan şiddetiyle, içeri giriyorum. Ezan da okunmaya başlıyor. Avlanma ve nişan talimi hikayelerini geride bırakıyorum. Ok, yay, hedef, kubur, tüy, telek, temren, kemankeş... Nişan taşlarıyla birlikte zihnimde uçuşan bir dizi talim ve kahramanlık hikayesi de, hattatların nefes ve kaslarını güçlendirmek için okçulukla ilgilenmeleri de geride kalıyor.
Dönemin bürokratları, tüccarları ve aydınları dikkate alınarak yapılmış, yeterince süslü bir yapının içindeyim. Son cemaat yerinden geçerek harime doğru ilerliyorum. Henüz kimseler yok. Bir kedi önümde iki yana yuvarlanarak şirinlikler yapıyor. Hoş bulduk diyor, sevmek istiyorum. Mihraba kaçıyor. En üst basamağa kuruluyor, bana bakıyor; bir süre, ben de ona. Sonra, onu sükunetine bırakıyor, mihraba, minbere, yaldızlı süslemelere, arkada ikinci kattaki hünkar mahfiline, sütunlara, sütun başlarına, kubbeye hızlıca göz atıyorum. Minberin külahı tuhaf geliyor; takılmıyorum. Biraz geriye çekilerek bir kenara ilişiyorum. Cemaatin gelmesini beklerken düşüncelere dalıyorum. Eyüp Sultan ya da Fatih ile Teşvikiye’yi, Hacı Bayram ile Kocatepe’yi, üzerindeki yükü Kocatepe’ye bırakan bir zamanların Maltepe’sini düşünüyorum. Mekanların simgesel dil ve söylemleri, işlevlerinin önüne geçebiliyor. Genellikle cenaze törenleriyle görünür hale gelen böylesi camiler, simgesel göndermeleriyle birlikte hatırlanıyorlar. Simge-mekanlara anlamını işleyen, büyük ölçüde bizleriz, mekanlar değil; bizim tutumlarımız, bizim yargılarımız, önyargılarımız, benimsemelerimiz, ötekileştirmelerimiz, belki kimi zaman gözlerimizdeki perdeler, kimbilir! Son tahlilde, her biri müminlerin cem oldukları, toplandıkları mekanlar...
Cemaat yavaş yavaş toplanıyor. Caminin müdavimleri oldukları, has cemaati oldukları besbelli. Şahitli vakitte, harime ikişerli üçerli gruplar halinde serpiliyor, kâmete kadar fısıldaşarak hasbihal ediyorlar. Hocamız mihrapta, cemaate bakıyor ve kıbleye dönüyor. Sonrası tekbir, kıyam, rüku, secde, tahiyyat, selam, salavat, tesbihat, dua ve nihayetinde mihrabiye.
Geldikleri gibi yavaş yavaş dağılıyor cemaat. Arkalarından ben de çıkıyorum. Avluda musalla taşını görünce, siyah gözlükleriyle kenarda bekleyen cenaze yakınları gözlerimin önüne geliyor. Yağmurun bereketi altında yürürken, simgenin gücünü ve kolay dönüştürülemez yapısını düşünüyorum.
On birinci sabah
Mağfiret günleri başlıyor. Rahmet, evvelinde kaldı. Mübarek ay, beraate doğru... Vaktin idrakiyle Yeni Valide Camii’ne yöneliyorum; namı diğer Valide-i Cedid Camii’ne ya da kısaca Yeni Cami’ye. Henüz ezan okunmadı. Cami bir külliye camisi; Gülnûş Emetullah Valide Sultan Külliyesi’nin. Külliye olunca çeşmesi, sebili, muvakkithanesi, imareti, mektebi, hamamı, meşrutası, haziresi de mevcut. Valide Sultan’ın kuş kafesi gibi açık türbesi de orada.
Ezan ile meşrutalı kapının altından dış avluya giriyorum. Issız. Yavaş yavaş merdiveni çıkarken kapı üzerine nakşedilmiş kelime-i şahadeti sesli sesli okuyorum. Gönlüm genişliyor. İç avluya geçtiğimde, ışıklandırılmış şadırvanın kubbesinden caminin kubbesine doğru kafamı kaldırıyorum. Semaya yükselen mütevazi kubbeleri seyrediyorum bir süre. Şadırvana yaklaşıyor, su sesini hissedebilmek için kurnasından bir avuç su alıyorum.
Cami kapısı tüm zarafetiyle karşımda. Üzerine işlenmiş upuzun kitabesi eşine az rastlanılır güzellikte, ona bakmadan geçemiyorum. Ağır keçe perdeyi kaldırıp altından içeriye giriyorum. Mukâbele başlamış. Ortalık bir yere çöküyorum. Hoca efendinin coşkulu kıraatine kendimi bırakıyorum. Kulağım şifasına erişiyor. Bir ara turkuaz desenlere yaslanmış mihrabın zerafetine, sade mukarnasına, yeşil üzerine yaldızlı işlemelerine bakıyorum. Mihrabın bir yanı minber, diğer yanı bomboş. Sarsılıyorum bir an. Orası doluydu yıllar önce. Hala askılar yerinde duruyor ama askıların üç yüz yıldır tuttuğu ahşap çerçeveli Kabe örtüsü maalesef artık yok. Hayıflanıyorum. Yetmiyor; ileniyorum, buğzediyorum. Tahminen en az beş metre uzunluğundaydı. Çerçevesinden kesilerek çalındı. Çerçevesi de uzun süre ibret-i alem kenarında kalan parçalarıyla bekletildi, sonrasında boş çerçeve de kaldırıldı. Akıbetini bilmiyorum ama askılar hala o mübarek dokuyu, o mübarek kokuyu dillendiriyor. Birbiri peşi sıra kıraat eyleyen kâriler, öfkemi teskin ediyor, mağfiret günlerinin ilk vaktini coşkulu nefesleriyle bereketlendiriyor. Hünkar mahfiline yakın bir kemerin altına asılmış bir levha da acz idrakimi: ‘edrikni ya hazretü'l hızır aleyhisselam’; yetiş ya Hızır. Mukabelenin coşkusuyla devam ediyorum; yetiş ya Rasulallah, yetiş ey Allah’ım... Kâmetle saf tutan müminler, uzun rekatlerin fatihalarına sakin aminlerle eşlik ediyor. Tahiyyat, selam ve tesbihatın ardından yapılan dualar, yürekten aminler ve mihrabiye ile tamamlanıyor.
Şadırvanın kenarından dış avluya geçiyor; kuş cıvıltılarının verdiği neşeyle, kuş saraylarına bakıyorum. Hünkar kapısından çıkınca hemen sağdaki çeşmenin üzerindeki çiçek ve meyve figürlerine bakıyorum. Alt kısımda sırlanmış selvileri seçebiliyorum. Bir şeye batırılmış bıçak temsilini anlamaya çalışmıyor, camiyle yaşıt olduğunu duyduğum yitik kabe örtüsünü düşlüyorum.
On ikinci sabah
Uyku mahmurluğu belki. Yolları karıştırıyorum. Ezan okunuyor bereket. Çağrının geldiği yöne doğru yöneliyor; sesin izini sürüyorum. Gecikiyorum, Çilehane Camii’ne. Eriştiğimde, mukabele yok, kâmet getiriliyor. Cemaate katılıyorum sık adımlarla. Rükûnların hakkı verilerek iki rekat tamamlanıyor. Tesbihat esnasında etrafımda çok sayıda genç olduğunu farkediyorum; her renkten, her kıyafetten. Seviniyorum. İlim tahsil etmek için ülkelerinden buraya geldiklerini vehmediyorum. Çilehane’yle birlikte bir ilim ve hayır külliyesini de kucaklayan bir camide olduğumun farkındayım. Dua ve mihrabiyenin ardından herkesin dağılmadığını farkediyorum.
Avluya çıktığımda içerden Kadim Kelam’ın sesi geliyor. Mukabele henüz başlıyor! Ağırdan alıyorum. Hiç olmazsa biraz dinlemek istiyorum. Çilehane’nin etrafında mola veriyor; kırk günlük itikafı sabah serinliğinde anlamaya çalışıyorum. Anadolu’dan balkanlara doğru bilebildiğim çilehaneleri tarıyorum zihnimde; ne kadar çok! Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinden Mahmut Hüdayi hazretlerine, Şaban-ı Veli hazretlerinden Merkez Efendi’ye, oradan Somuncu Baba’ya, Ebul Vefa hazretlerine... dek menkıbelerde güzellikleriyle dile gelen erenleri hayırla yad ediyor; ilim, ahlak ve erdem abideleri olarak, toplumun maneviyat dinamiklerindeki belirleyici etkilerini ziyadesiyle idrak ediyorum.
Buralarda bir yerlerde çeşmeler vardı, aranıyorum. Hemen biraz yukarıdaymış. Altı musluklu oval bir şadırvan; depo kıvamında. Kuyusuz. Suya hasret olmalı. İfadesiz tepeliğiyle salt seyirlik için artık maalesef. Üzerindeki kitabeyi okumaya çalışırken ayaklarıma kedi yavruları dolanıyor. Ses çıkarmıyorum. Ya Ebu Hureyre! diyorum, kaygılanma, dertlenme sakın, Miras’ına sahip çıkan o kadar çok insan var ki... Talik yazıyı tam olarak okuyamıyorum ama okuyabildiğim kadarıyla çilehanenin Aziz Mahmut Hüdayi için 1291’de yapıldığı ifade ediliyor...
Mukabele devam ediyor. Seherdeki nasibime şükrediyor, Hüdayi Çilehane’si olarak akıllarda yer etmiş ilim külliyesinden ‘vakitler hayrola, hayırlar feth ola, şerler def ola, gönüller handan ola...’ diyerek ayrılıyorum.
On üçüncü sabah
Eminönü’nde ezanlara yetişiyorum. Niyetim Yeni Cami. Solumda Evliya Çelebi’yi hatırlatan Ahi Çelebi Camii, sağımda Osmanlı’nın en zengin sadrazamının ismini taşıyan Rüstem Paşa Camii. Ahi Çelebi biraz mesafeli. Rüstem Paşa’ya göz atabilirim. Merdivenlerinden hızlıca çıkıp pencerelerinden dünyaca ünlü nadide çinilerine hayranlıkla bakıyor, kapısının sağ tarafındaki zarif kabe tasvirine hafifçe dokunuyorum. Çinilerin güzelliği karşısında Yeni Cami niyetimi değiştirebilirim ama cemaat namına kimseyi göremiyorum, bir hareket de yok! Vakit girdiğinde belki birkaç kişi olur. Göze alamıyorum. Rüstem Paşa’nın yaptırdığı sayısız cami ve mescidi düşünerek, bir yandan da zenginliğini hayal etmeye çalışarak Yeni Camii’ye doğru hızlı adımlarla ilerliyorum.
Yeni Cami ya da Valide Sultan Camii, cüssesiyle görkemli. Çok emek verilmiş. Deniz kenarındaymış bir zamanlar. Caminin baniyeleri Valide Sultanlar ve dönem dönem değişen mimarların cansiparane gayretleriyle yaklaşık yetmiş yılda tamamlanmış bir külliye; hünkar kasrıyla, kütüphanesi, çeşmesi, çarşısıyla... Son büyük eser. Ben ona yaklaştıkça, o da büyüyor. Mısır Çarşısı’nın kapısını kapalı görmek zaman idrakimi ve yön duygumu derinden etkiliyor. Avlu kapısından camiye girince, içerden herhangi bir mukabele sesi duymuyorum. Cemaat yavaş yavaş toplanıyor. Şadırvanın ve avlunun zarafetine kısa bir süre bakarak içeri giriyor, kubbelerle genişliyorum. Selvili karanfilli çiniler, yeşilli grili pembeli çeşit çeşit motifler her yanda. Boşluksuz. Noktasal bakış talep eden karmaşık bir güzellik. Cemaat sessizce vakti beklemede. Mihraba doğru yaklaşırken soldaki sedef kakma vaaz kürsüsü, bedii çiçek motifleri ve çintemanileriyle oldukça farklı görünüyor. Bağdaş kuruyor, çiçek desenli beyaz revzenlerin içlerine istiflenmiş hatları sessizce okumaya çalışıyorum. Sessizlik zamanları kâmet ile ibadet zamanına evriliyor. İki elin parmakları kadar cemaatle iki rekat bihakkın eda edilmeye çalışılıyor. Tesbihat ve aşır ile harime hüzün doluyor. Cemaatin dağılmasının ardından bu büyük yapıda büyük bir yalnızlığı derunumda hissediyor, batı kapısına doğru ilerliyorum. Arka sütunlardan birinde demir kafeste mahpus bir Kabe tasvirini farkediyorum. Çini. Aralıklarından tasarım zerafetini mi görmeye çalışayım, yoksa nasıl bir eman ikliminde ömür sürdüğümüzü mü düşüneyim! Ürperiyorum...
Gün ağarıyor. İki kabe tasviri görmüş olmanın süruruyla meydandayım.
On dördüncü sabah
Ayın ondördü. Ay, yusvarlak ve parlak; pırıl pırıl, tabak gibi.
Ay gördüm,
Nur gördüm,
İmanımı pür gördüm
Ay gördüm Allah
Amentü billah
Rüstem Paşa Camii’nin selamıyla geliyorum, Sokullu Mehmet Paşa Camii’ne. Küçük Ayasofya az ilerde. Mekanların da ruhu var, bedenleri gibi. Konuşursanız konuşurlar, selamlarsanız selamlarlar. Dün sabah Rüstem Paşa’yı geçmek zorunda kalmıştım, bugün muadili bir mahalle camisindeyim. Rüstem Paşa, malum, esnaf içi. Erken dükkan açanların uğrağı bir cami. Sokullu, haneler arasında. İstanbul’da türünün üç örneğinden biri. Daha mütevazısı de Üsküdar’da; Çinili Cami. Her üçü de külliye camileri.
Avlu kapısının merdivenlerinden çıkarken yavaşça göze dokunan kubbeler, basamakların nihayetindeki kemerin altından muhteşem görünüyor. Avluya geçince, ana kubbenin zarafeti büyük ölçüde görüş alanından çıkıyor, geriye son cemaat mahallinin revaklarıyla şadırvanın saçaklı kubbesi kalıyor. Son cemaat mahalli, mükebbiresiz3; duvarları, mukarnaslı iki niş etrafında dört pencere ve iki kapı. Üzerlerinde, mavili beyazlı çini hatlar; okunası, seyredilesi...
Ezan bitiyor! Avluda epey oyalanmışım. Mukabele sesiyle içeri giriyorum. Önümsıra birkaç genç. Hoca efendi, rahlesi önünde tek başına okuyor. Gençler ibadetlerini tamamlayıp çıkıyorlar. Kıraatin gönlüme aktığı sessizlik ve tefekkür zamanlarındayım.
Ayın öndördü gibi güzel çinilere bakıyorum. Mihraptan kubbe kasnağına kadar tamamen çini. Kasnağa erişen çinili pandantifler bir ağacın dalları gibi sarıyor kubbe altını; kökü kıblede dalları semada sanki. Birkaç kişi daha geliyor, sünnete duruyorlar. Bakışımı, mihrabın nadide çinili külahına, oradan tekrar kıble duvarındaki çinilere çeviriyorum, içine işlenmiş irili ufaklı hatlara, oradan çiçek motiflerine, karanfillere, sarmaşık gibi yükselen lalelere, gül ve karanfillere, hatayilere, pençlere, hançer yapraklara, yaprakların içinde kıvrılan bulutlara... bakıyorum. Desenlerdeki dönemin meşhur kırmızıları, kıraatin şevkiyle çok daha güzel görünüyor.
Bir an, Kadim Kelam’ın sesi aralanıyor: Tilavet secdesi! Sonradan gelenlerle bir elin parmakları kadar oluyoruz. Secdeye vardıktan sonra, kıble tarafındaki revzenlerin alt kısımlarındaki ayet istiflerinin letafetini farkediyorum. Ayrıntılarını göremiyorum, epey yukarıda kalıyor. Mihraptaki şamdanlara, denge sütunlarına, mukarnasına bakıyorum. Hacerülesved parçalarını4 aranırken kıraat nihayete eriyor. Birlikte kıblede olma vakti. Mukabelenin kulaklarımdaki şifası secdelere sirayet ediyor, kalbim huzur ve sükûn buluyor. Duygularım iyice inceliyor. Mihrabiye dinlerken içim tezekkürde: Kur’an şifadır ve Allah ne güzel vekildir!
Cemaatle musafahanın ardından, dört ayrı noktadaki Hacerülesved parçalarını derunuma yerleştiriyor, cümle kapısından çıkıyorum ve aşağıdaki müşfik dar sokaktan Küçük Ayasofya’ya doğru yürüyorum. Hayırlar feth ola!
On beşinci sabah
Boğaz tarafından geliyorum. Dışardan oldukça heybetli görünüyor Ayazma Camii. Boğaz’ın bir çok noktasından görülebilmesi boşuna değil; epey yüksekçe. Sabah sessizliği semte hakim, yaprak kımıldamıyor. Kımıltı, sadece elinde ihtiramla Mushaf-ı Şerif taşıyan bir iki kişide. Mukabele var demek! Camiye ilerliyorlar, benim gibi. Duvara paralel tatlı yükseltiyi adımlayarak kemerli kapının altından avluya giriyorum. Dümdüz girilemiyor. Ezan ile birlikte merdiveni çıkıyor, soluklanıyorum. İki yandaki zarif mükebbirelere nazar ediyor, kapı üzerindeki seyri doyumsuz kitabenin altından harime giriyorum. Aklım kitabede kalıyor: ‘Dünya gelse şu kitabeyi böylesine naif yazabilir mi! Su üzerine yazmak gibi. Hele o nazlı çiçekler!...’ Gelen sünnete duruyor; ardından, rahleleri ve Mushaf’larıyla mihraba yakın bir yerde vaziyet alıyor. Muhabbetli ve heyecanlı bir beklemenin ardından has cemaat, genç hoca efendinin dingin sesiyle satırlara vasıl oluyor. Ben de sessizliğimle başbaşa kalıyor, gönlümü kıraatin bad-ı sabâsına bırakıyorum
Vaaz kürsüsüne yakınım. Arkasındaki yazı, bir Besmele-i Şerif istifi; üzeri güneşimsi bir tasarım ile süslü, önceki camilerde gördüğüm türden. Mihraba ve minbere çeviriyorum bakışımı. Yeterince süslüler. Mihrap mı minber mi daha süslü, karar vermek zor. Mihrap, nişindeki kızıl somaki mermer döşemesiyle, minberin ve vaaz kürsüsünün incelikli taş işlemelerinden farklı duruyor. Mihrabı vaaz kürsüsünden ayıransa üzerindeki yumruk büyüklüğündeki mermer küreler. Sayıyorum on iki adet; koyu parıltılarıyla serpiliyor hizalı olarak taş işlemelerin üzerine. Külahı sipsivri, yaldızlı ve yeterince dikkat çekici. Mihraptaki besmele ve tevhit yazıları üzerinde lafza-i celal ve habibini zikreden mermer levhalar var. Caminin tüm hatları mermer levha…
Hocamız, Taha Sûresi’ne geçerken cemaate sûre hakkında bir iki cümlelik bilgi veriyor. Sûrenin Hz. Ömer’in müslüman olmasına vesile olduğunu belirtiyor, kıraatine devam ediyor. Yer yer duruyor, okuduğu bir ayetin mealini veriyor. “Ey Musa elindekini yere vur, asanı yere bırak...”, heyecanla açıklıyor kıssayı; hayranlıkla ve büyük istifadeyle dinliyorum. İlk kez tanık olduğum bereketli ve hararetli anları kaçırmamaya, bir kelimenin bile sakıt olmamasına özen gösteriyorum. Genç hocamız soluklanarak, kıraatine dönüyor. Allah ondan razı olsun. Gönlüm ve zihnim genişlerken, mihrap ve minberde püskülleriyle salınan devekuşu yumurtaları dikkatimi çekiyor; biraz berisindeki avize etrafına tutturulmuş ya da iliştirilmiş onlarcası. Arka kısımlarda da var. Her yan devekuşu yumurtası. Örümcek ya da haşereler için sanırım. Başka camilerde de görmüştüm ama bu denli çok olan bir cami hatırlamıyorum. Daha önce geldiğimde bu denli çok olduğunu farketmemişim. Algı sarahati, vaktin bereketi olsa gerek.
Tekrar minnbere baktığımda, iki yanındaki cüsseli şamdanları ve yakınındaki tarihi saati farkediyorum. Yukarıdaki revzen denilen alçı pencereler muhteşem istiflerle süslü. Orta kuşaktaki akant bitkileri barok tarzı ele veriyor. Kıraat, bir an meal ile aralanıyor :“Kim Allah’ın zikrinden uzaklaşırsa sıkıntılı bir hayatı olacaktır...”. Pandantiflere, revzenlere, mihrap alınlıklarına istiflenmiş hatlar, kendi tarzlarıyla Miras’ı sürdürme sorumluluğunu üstleniyor. Sadakallahülazim.
Tilavet secdesinin ardından vakitlerin zirvesinde sımsıcak makamlı bir kıraatle iki uzun rekat.
Mihrabiyenin derin hüznü, cemaatin ayrılık hüznüne dönüşüyor. Hoca efendi cemaatini, günün bereketli ve hayırlı geçmesi dilekleriyle uğurluyor; onlar vasıtasıyla, mahallenin sokaklarına vaktin feyzini bırakıyor. Dilinde güzellik buluyor, şad oluyorum. Mahzun bir neşeyle çıkarken avlu kapısının iç yüzüne nakşedilmiş “Selâm size! Tertemiz geldiniz ya da tertemiz oldunuz...” mealindeki ayeti okuyorum. İçim aydınlanıyor.
Camilerin, kutsal emanetlerden nadide sanat eserlerine, hat levhalarına, mimari tarzlarına, oradan buradaki devekuşu yumurtalarına dek saklayıp biriktirdiği yekta Medeniyet Mirası’nı idrak etmeye çalışarak Harem’e doğru ilerliyorum, ağaran güne ağan martılarla...
On altıncı sabah
Piyale Paşa Camii’ne gidiyorum, yine bir külliye camisine, daha doğrusu bir çokları gibi külliyesiz kalmış bir camiye; asırlara meydan okumuş bir Sinan eserine. Çevre ahali tarafından Ağaçlaraltı Camii dendiğini de duymuştum; gemiye benzetildiğini de. Minaresi tuhaf bir biçimde ortada, ana direk gibi, kubbeleri yelkenler misali. Koca Sinan’ın bizzat bu niyetle imar ettiği de söylenir. Banisi denizci olunca, caminin gemiye nispet etmesi anlaşılabilir elbet.
Sokak aralarından camiye doğru yaklaşıyorum. Henüz ezan okunmadı. Benim gibi camiye doğru yürüyenlere rastlıyorum; Mushaf’ları ellerinde, hızlı adımlarla giden kadınlara, laflayarak sakin sakin giden erkeklere. Ezan başladığında avlu kapısındayım. Merdivenleri inmeden minaresiyle altı kubbesine yakından bakıyorum. Bir de geniş avlusuna; deniz gibi. Cami gemi olunca, geniş avlu da engin deryalara mecaz olsun. Şadırvanın yanından son cemaat mahalline doğru ilerliyorum. Bol sütunlu sundurmanın altından son cemaat mahalline, oradan caminin kapısına erişmek biraz yol katetmeyi, muntazam bir derinliği ihsas eden, enlemesine uzanan bir eyvanı yararak geçmeyi gerektiriyor. Son cemaat mahallinin sonsuzluk imgelerini kuşanmış olarak harime girdiğimde büyük bir ferahlık hissediyorum. Ferahlık duygusu geniş alandan mı yoksa mihrabın önüne sıralanmış çok sayıda rahleden mi bilmiyorum. Her ikisi de sanırım.
Ezan biter bitmez rahleler sahiplerini buluyor. Daha çok mihrabın önünde biriken rahleler öbek öbek harimin muhtelif alanlarına da sirayet ediyor. Caminin her yanı rahlesini hazırlayanlarla dolu. Mukabele başladığında rahlelerden takip edenlere telefonlarından takip edenler de ekleniyor. Sokak aralarında görmüş olduğum çeşitlilik, camide aynı şekilde. Sanki mahalle burada; sabah için söz vermiş de sözünü tutmuş gibi.
İlahi Kelam’ın sesi iki hafızın kıraatiyle harime yayılıyor; olabildiğince makamlı, zaman zaman yükselen tınılarıyla gönülleri dolduruyor. Yüreğim kımıl kımıl; şifa soluyor. Gözlerimi kapatıyor, seda deryasında içimi seyrediyorum; kimi zaman açıyor, etrafımdaki güzelliği içime alıyorum. Mihraba, minbere, pencere ve duvarlara, kubbe ve sütunlara bakıyorum. Kubbeleri sanki ortadaki iki sütun tutuyor. Duvarların ortasından yürüyerek her cepheyi kuşatan çini kuşak, mavi zemine yazılmış beyaz hatlarla tezyin edilmiş. Çok zarif. Üstteki revzen pencereler, ahşap kanatlı alt pencereleri çoğaltıyor. Hafızlar yer değiştiriyor. Bakışım da onlardan hareketle değişiyor; mermer mihrabın renkli ve tezyinli zarif külahına, oradan mihraba yöneliyor. Mavili beyazlı kırmızılı, çok desenli ve saz motifli çinilerin bedii güzelliği karşısında bir süre soluklanıyor; dönemin üslup ve renk hafızasını dillendiren cüsseli mihrap ile rahlelerden yükselerek harime ağan ilahi sedanın halvetine tanıklık ediyorum. Pencere alınlıklarındaki kalem işleri, arkalardaki müzeyyen ahşap sundurmalar, aslan göğüslerindeki hatlar, motifler; mevcut letafetin gerdanlığına işlenmiş nadide işlemeler gibi. Sadakallahülazim.
Toparlanıyorum. Rahleler, safı hazır hale getirme telaşıyla alelacele toplanıyor. Saf uzadıkça uzuyor, yetmiyor bir ikinci saf oluşturuluyor. Gönüller ve istikamet kıbleye çevriliyor, Yüceler Yücesi’nin ism-i âlâsı’yla kıyama duruluyor. Hoca efendinin sesiyle nakışlanan Fatihalar, sessiz ve derinden aminlerle ziynetleniyor. Rükû ve secdeler, gönül şifasının rükunları olarak, kulluğun derin idrakini dualara teslim ediyor. Dualara sımsıkı tutunan has cemaatin, musafaha ve hasbihal sıcaklığını gönül kuytuma sırlıyor; caminin asıl ziynetinin cemaati olduğunu bir kez daha idrak etmiş olarak, mahalleliyle birlikte sokak aralarına doğru ilerliyorum.
On yedinci sabah
Dar ve ıssız sokaklarda tatlı bir yokuş çıkıyorum. Tek tük kuş cıvıltısı. Serçeler gibi küçücük, şirin bir camiye, Muhaşşisinan’a erişiyorum. Mekan ile ahenkli konumuna hayran kalıyorum. İnişli yokuşlu sokakların arasında mütevazı bir duruş sergiliyor. Karanlık ve kimsesiz henüz. Kapısındaki ipi çekiyor, kafamı içeri uzatıyor, son cemaat mahalline göz atıyorum. Seçemiyorum. İçeri girmeden ve fazla uzaklaşmadan, sessiz sokaklarda biraz oyalanıyorum. Güneş saatiyle meşhur minaresine, yamacındaki çeşmeye bakıyorum. Muhaşşi Sinan’ın yaptığı gibi, bir tefsiri hâşiye etmek nasıl bir ilmî birikim gerektirebilir; fehmetmeye çalışıyorum. Ezan okunuyor. Bihakkın makamıyla sessizliği kucaklıyor. Kimseler yok. Nihayete eriyor. Hala kimseler yok. Hadi, hadi diyorum; vakit geçmeden gelin artık diyorum, hayyaalessalah diye sesleniyorum. Nafile! Sesim önüme düşüyor. Yol boyundaki cami geliyor aklıma. Daha fazla beklemeden, arnavut kaldırımlı yokuşu çarçabuk iniyorum. Serçe cıvıltıları bülbül şakımalarına karışmaya başlıyor. Çok uzak değil. Geldim bile.
Anadolu Hisarı Fatih Camii avlusunda, şadırvanın yanındayım. İçerden, İlahi Kelam’ın tatlı tınısı geliyor. Sessizlik vakitleri, tazelenmiş bir nefes gibi. Şadırvanın kubbe tasarımı pek alışıldık değil. Tavanındaki kalemişlerini karaltıdan göremiyorum. Biri önümden giriyor. İçerisi, hoca efendinin sesiyle sakin ve dingin. Bir kenara diz kırıyorum. Köşede ahşap vaaz kürsüsü. Minber de öyle; tavanlar, müezzin mahfili; üst kat da aynı şekilde ahşapla işlenmiş. İşlemeleri de yalın. Bir süre sonra hoca efendi kıraatini tamamlıyor. Vakıa Suresi’ni okuyormuş; bitirdiğinde mealini veriyor. İyi de oluyor; hem gönlüm hem zihnim bereketleniyor. Vakittir artık; meleklerin tanıklığında kıbleye yönelmek vaktidir. Kâmet ve sonundaki selam, zamana bir parantez gibi düşüyor. Tarihi saatin salınım sesleri tesbihat sükunetinde yüreğimin ritmini iyiden iyiye teskin ediyor. Bir Hu desem, Kabe’ye ulaşsa...
Avluya çıktığımda, serçe ve bülbüller daha gür hissediliyor. Seherin aydınlığında minarenin kaidesindeki kitabeyi okumaya çalışıyorum. Her caminin bir hikayesi var muhakkak. Burası da bir zamanlar denize sıfırmış. Güzelce Hisar’a doğru yürürken, camiyi denizin yaladığı zamanlarda düşlüyorum.
On sekizinci sabah
Arap camii, rivayet odur ki, İstanbul’da ezan okunan ilk camiymiş. Öyle bilinir, öyle söylenir. İlk ezan İstanbul’un yamacından, Haliç kıyısından, Galata’dan, Perşembe Pazarı’ndan yayılıyor dünyanın en güzel şehrine. Çok eskilerde Arap müslümanlar tarafından okunmuş. Öncesinde kiliseymiş. Sonra tekrar kilise. Sonunda Fetih dönemi ve yeniden cami. Endülüs’ten hicret eden müslümanlar yerleşmiş buralara. Arap Camii denmesi bundanmış. Ezan susmamış o gün bugün.
Ezan bir kimlik belgesi, bir imza, yeni bir sayfa; Bilal’in yeryüzüne emaneti, yayılası Miras’ı. Ha Menuçehr’den okunmuş, Ha Habib-i Neccar’dan. Her yeni gün Kamçatka’dan dalga dalga güncellenir, uğradığı coğrafyaları tazeler durur. Okuyan ha türk olmuş ha arap, ha fars olmuş, ha pakistanlı, ha bengalli, ha malay; ne farkeder! Beldeye taşınan ve bırakılan Miras yeter; Bilal’in sesi yankılansın yeter. Günün ilk ezanı da böyledir; taptaze bir soluk... Ezan okunuyor. Soluklanıyorum.
Arap Camii, Galata’nın en büyük camisi aynı zamanda. Her yan dükkan; şu an kapalı. Haliç tarafından gelirken sadece minaresi görünüyor. Sivri külahlı minaresinin altındaki abbaradan geçerken zihnim Endülüs’le meşgul, yaşadıkları büyük çileyle, büyük acıyla... Avluya girince dar sokaklar sanki birden genişliyor, vahada gibiyim. Şadırvana doğru ilerlerken cami solumda kaldı. Bir de fatiha bıraktığım, sahabeden Hazreti Mesleme’nin kabri. Öyle yazıyor nişanesinde. Caminin doğudan iki giriş kapısı var; küçüğünün üzerinde “Güvenlik ve esenlik üzere oraya girin” ayeti kerimesi, büyüğününkinde “Selâm size! Tertemiz geldiniz”. Çardaklı şadırvanın kubbesindeki hatlara bakarak harime giriyorum. Avludaki genişlik hissini fazlasıyla burada da yaşıyorum. Uzunlamasına büyük bir cami; çok büyük ve iki katlı. Her yan ahşap sanki, taş duvarlar bile. Ortada ahşap müezzin mahfili, kıbleye doğru bakınca mihrap ve minber epey uzakta. Tam karşıda duvara nakşedilmiş büyük bir vav. Minberin sağında da var; aynı büyüklükte. Attığım her adımın sesini duyuyorum kesif sessizlikte. Soldaki vav’ın üst kısmında, ahşap hünkar mahfili; çarkıfelekli, yaldızlı ve parıltılı. Mihraba varmadan sağ yandaki duvarı kısmen tezyin eden yukarıdan aşağıya doğru istif edilmiş satırlar; şiir gibi. Caminin tarihçesiymiş. Mihrap ve minber, mermer ve sade işlemeli. Minberin yan kısmı yaldızlı gülbezek motifleriyle bezeli; kapısı da tevhit, tuğra ve güneş simgesiyle. Mihrabın mütevazı mukarnasını, üzerinden ahşap tavana varan latif revzenler tamamlıyor. Mihrabın iki yanı zamanı dur(dur)muş saatler. Mihrabın biraz gerisinde, sağında ve solunda iki kemerli geçit. Sağdaki harime dönerken, soldaki bir hücreye açılıyor; Hazreti Mesleme’nin Çilehanesi’ne.
Mihraba yakın oturuyor, üzerindeki ayeti kerimeyi okumaya çalışıyorum: “Yüzünü Mescidi Haram’a çevir”. Cemaat selamlaşarak toplanıyor. Mihrap, upuzun harimin başında dar bir alan; birkaç kişi sığacak kadar. Arkam büyük boşluk. Hoca efendi vakarıyla geliyor, yüzünü Mescidi Haram’a çeviriyor; biz de ona tabi oluyor, ardında saf tutuyoruz. Derin sessizlikte, kıbleden gelen doğal ve dingin sesin sıcaklığı Yasin’li rekatlara karışıyor, oradan mihrabiyeye akıyor. Yenileniyorum. Derunumda, aracısız doğal sesten5 maruf tarifsiz sürur... Hoca efendi mütebessim çehresiyle cemaati, hayırlı günler ve hayırlı işler diyerek uğurluyor.
Kuzey avlu kapısına doğru ilerlerken huzur doluyum. Gördüğüm birkaç nergis ve lale, bülbül şakımalarıyla daha bir güzel geliyor gözüme. Dükkanların arasına bırakıyorum kendimi. Arastalar, hanlar, çarşılar. Çarşı ve cami içiçe. Buralarda bir de medrese vardır mutlaka. Biri olmazsa diğeri olmaz müslüman şehrinde...
On dokuzuncu sabah
Edirnekapı Camii ve Külliyesi’ne yetişmeye çalışıyorum; namı diğer, Mihrimah’a. Mihrimah, Ayasofya’dan itibaren sayılan yedi tepenin altıncısında, yüksekte bir cami. Uzaklardan görülebilir camilerden. İstanbul’un bir ucunda, elbette sur içinde. Yüksek bir tepede yüksek ve görkemli bir külliye. Biraz mağrur duruyor, Üsküdar’daki muadiline kıyasla. Kubbelere doğru sayılabilir miktarda, altı kat sıra sıra pencere. Şu an olmasa da, gün içinde apaydınlık o yüzden. Buranın apaydınlığı, Üsküdar’daki karanlık diyeymiş. Her ikisi de Mihrimah Sultan’dan ve Koca Mimar’dan miras. Tepede olduğu için dışardan çok yüksek görünüyor.
Gecikiyorum. Merdiveni çıkarak doğu kapısından harime giriyorum. Dışardan göründüğü gibi içerden de oldukça yüksek. Mukabele neredeyse yarılanmış. Genç Hafız rahlelerden ve ellerindeki ekranlardan takip edenlere gür sesiyle kıraat eyliyor Yüce Kitab’ın sayfalarını. Bir sütunun yanına ilişiyorum. Kubbeye bakıyorum. Derinliğini ve kasnağını çevreleyen kalemişi tığlar, zemindeki halıya yansıyor sanki. Öyle tasarlamışlar halıyı; saf çizgileri de aynı tığlar ile örülü. Aslan göğüslerinde besmeleye benzettiğim geometrik istifler, mavi üzerine beyaz mühürler gibi. Alt pencere alınlarında da aynı şekilde mavi üzerine beyaz hatlar. Kimileri yazısız; rumi desenli. Üzerleri bembeyaz revzenler; ince ince işlenmiş. Kıble tarafında mihrabı saran hatlar, rumi desenler ve çiçeklerle Lafza-i Celal, İsm-i Nebi ve Tevhit Kelimesi’ni ince bir nakış gibi işliyor. Yakınındaki minberin külahı yeşilli sarılı şemselerle çevrili. Minberin geometrik oymaları, rumilerle bezeli; yer yer altın varak dokunuşları çok zarif, çok rakik. Mihrabın iki yanındaki cüsseli şamdanlar ile revzenlerin yukarısında kızıl zemin üzerine yaldızla sırlanmış İsm-i Celal ve simetrisindeki Habibi’nin İsmi Şerifi de gözü muhakkak yakalıyor.
Cemaat iyice kalabalıklaştı. Upuzun bir saf, vaktin tanıklığına ve yeryüzü halkalarına eklemleniyor. Salat ve selamın ardından yapılan dolu dolu dualar, mübarek Filistin için aczimizin giderilmesi niyazıyla yürekleri kanatıyor. Yeryüzünde zulmün odağında çırpınan kardeşlerimiz, zulüm altında yaşayan tüm insanlar için telaffuz edilen duaların hüznü yürekleri dağlıyor. Zulmün eli kırılsın, bir daha ilelebet gün yüzü göremesin ve yeryüzündeki dua ehline, mücadelesi de nasip olsun. Toplu dualar kişisel dualarla perçinleniyor. Sabah namazına nifak ve riya yanaşamazmış. Dualar sahih ve samimidir; sonuçlarını lütfet, himmetini halk et Allahım. Mihraplarda yazdığı gibi, “Zekeriyya ne zaman mihraba girse bir rızık bulur” diyorsun, gönlümüze rızk olarak sükunet ikram et Allahım...
Gençler, harime serpilerek talimlerine devam ederken, sedefli kapıdan avluya çıkıyorum. Son cemaat mahalli, revaklı eyvan, ortada çardaklı şadırvan, etrafı medrese hücreleri. Geniş ve ferah yaşam alanları, altında dükkanlar, tam bir külliye, ama dualarımız külliyeden büyük.
Yirminci sabah
İstanbul’un orta yerinde, Şehzadebaşı’ndayım. Şehzade Külliyesi’ne yaklaştım. Adımlarım sakin. Hazire’nin yanında duraklıyor, diriliş ve birlik düşüncesini şiar edinen üstat Sezai Karakoç’a hürmetle bir fatiha ve üzerime emanet selamlar bırakıyorum. Külliyatından çok şey öğrendim. Hayır dualarla yadediyorum...
Türbeleri ve yüksek su terazisini geçince dış avluya giriyorum. Minarelerin boylu boyunca yükselen kabartma bezemeleri göz alıcı ve nadide. Erkenciyim. Avluda yeşillikler içinde geziniyorum. Sıra sıra sin taşları. Medreseye doğru yürüyorum. Açık alandaki adak ağacının temizlendiğini sevinerek görüyorum. Ezan başlıyor. Cümle kapısına doğru ilerlerken, bir kedi ayaklarıma dolanıyor. Seviyorum. Sevdiriyor kendini. İç avluya yavaşça geçerken şadırvanın ve caminin kubbeleri birbiri ardı sıra yükselerek letafetle sıralanıyor. Minareler onlara ahenkle sarılıyor. Eyvanın revaklarına bakarak şadırvanı geçiyor, göz alıcı mukarnasın altından harime giriyorum. Caminin seyri doyumsuz. Kubbelerin altında genişlik ve feraklık duygusu. Bir yerlerde üzerleri yazılı sütun bilezikleri olacaktı; iç avluda kaldı sanırım. Mukâbele başlıyor. Sessizlik ve tefekkür vakti. Soldaki kürsünün yamacına çöküyorum. Hafızın kıraati harimin dört bir yanına yayılıyor. Kadim Kelam’ın sesi aksülamel ile tekrar tekrar kulaklarımıza şifa bırakıyor. Hafızın mikrofonsuz, sımsıcak sesi, gönüllere dokunan nefese dönüşüyor. Gözlerim, mihrap, minber ve kalemişlerinin tarifsiz güzelliğinde. Sadece minber bile işlemeli külahı ve geometrik desenli cephesiyle harimin güzelliğini temsil edebilir. Levhaların ve kalemişi tezyinatın zarafeti dairevi varaklarında toplanıvermiş sanki. Kıble duvarındaki farklı kalemişi desenler caminin çeşitli dönemlerdeki serencamı. Bir dönem tasarım şöyleydi, sonra böyle oldu diye anlatıyor. Ebu Hureyre’nin kedileriyse harimin hareketli süsleri.
Hafız mukabeleyi bitirince cemaatle halleşiyor, hatırlaşıyor, teşehhüt miktarı hasbihal ediyor. Sonra mikrofon açılıyor. Kamet ile aksülamelin şiddeti yükseliyor. Has cemaatin yüksek sesli aminleriyle tamamlanan iki rekatın ardından tekrar İstanbul’un orta yerine varıyorum. Bir yanım Ayasofya diğer yanım Mihrimah. Tam ortadayım; Üstad’ın yamacında, adeta tefekkürün merkezinde soluklanıyor, Vezneciler’e doğru ilerliyorum.
Yirmi birinci sabah
Beraat günleri başlıyor. Feyz ve bereketin zirve yaptığı vakitlerdeyiz. Birkaç gün sonra Kadir Gecesi. Erkenden Koca Mustafa Paşa Camii ve Külliyesi’ndeyim, namı diğer Sümbülefendi’de. Avlu kapısından giriyorum. Hazirenin arasında ilerliyorum. Hece taşlarının ince işlemelerine bakıyorum. Yunus’un deyişini içimden geçiriyorum: “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil”. Avludayım; türbelerin arasında. Sümbül Efendi’nin yanına gelince, ellerim semaya açılıyor. Nefesim, hz Hüseyin’in kızlarının kabirlerinden tüm sırlanmışlara ulaşsın, sümbül kokularının serinliğiyle tazelensin istiyorum. Ulu Çınar’ın yanından şadırvana ve kitabeli bir çeşmeye bakarken ezan okunmaya başlıyor.
Sümbül Efendi’nin kalabalığı hiç vakit farkı gözetmiyor. En feyizli vakitte de yeterince kalabalık, oldukça hareketli. Kadınlı erkekli. Hangi vakit gelsem böyle görürüm Sümbül Efendi’yi.
Aceleyle camiye girenler, şadırvanda abdest alanlar, kenarda bir yerde hasbihal edenler, bir boydan bir boya gelip geçenler. Neresi sokak, neresi avlu, neresi medrese, neresi çarşı. Hepsi iç içe, olması gerektiği gibi.
Harime geçiyorum. İçerisi iğne atsan yere düşmeyecek gibi sanki daha şimdiden. Herkes bir yanda, yoğunluk mihrabın önünde, eller Yüce Kitab’ın cüzlerinin arasında. Rahleli rahlesiz, hazırlıklar tamam. Üst kata kimse çıkmıyor. İtikaf alanı olarak ayrılmış. Mukabele başlıyor. Ben de sedef kakma ile bezenmiş vaaz kürsüsünün karşısındaki duvarın dibine ilişiyorum. Okunan sayfalar tatlı bir hışırtıyla çevriliyor, sessizliğin ezgisi gibi. Genç hafızların coşkulu kıraatiyle esenlik buluyorum. Giderek daha da artan cemaat, gün içindeki vakitlerde rastlanabilecek yoğunluğa ulaşıyor. Sümbüliye’nin büyüklerine yapılmış türbelerin arasından harime kavuşan cemaat, boyutu küçük camiyi manen genişletiyor. Caminin asıl maneviyatı cemaatiymiş, bir kez daha idrak ediyorum.
Caminin mihrabı ve minberi çok sade kalem işleriyle bezeli; pencere çevreleri de. Mihrap nişi, aralanmış bir perde ve bir kandil temsiliyle süslenmiş. Alınlığında bildiğimiz ayet: "küllema dehale aleyha zekeriyya'l mihrab". Ahşap minber ile vaaz kürsüsünün sedef kakmaları aynı şekilde, bir örnek tasarlanmış. Kalemişleri gibi mütevazı. Yapıda ayrıksı duran tek şey belki de minbere yakın dallı yapraklı iki sütun başı. Ayasofya’da ya da dönemin kilise yapılarında gördüklerimizden; monogramları kapatılmış.
Genç Hafız, okunan ve dinlenen Kelam’ın hak olduğunu Hakk’tan olduğunu teslim ederek cemaati tilavet secdesine davet ediyor. Yüce Kitap hürmetle rahlelerden alınıyor, tilavetin ardından sünnete duruluyor. Gür sesle getirilen kâmet, Amme okunan rekatler, sakin aminler, coşkulu salavat, tesbihat, dualar ve sonunda mihrabiye hüznü... Cemaatiyle gönülleşerek, suskunlarıyla halleşerek, harimi küçük maneviyatı büyük külliyeden gönül bereketiyle ayrılıyorum. Çıkarken, hemen her camide olduğu gibi burada da hafızların, kârilerin, hocaların seslerini aracısız dinleyebilseydik, diye hayıflanıyorum.
İçimde tüm mazlumlar için büyüyen dualara, hafızlık müessesinin korunması ve hafızların ziyadeleşmesi de eklemleniyor. Hafızlar, teknolojik bellek yitimine ya da tutulmasına karşı tek tutamak!...
Yirmi ikinci sabah
Sultanahmet Meydanı’ndayım. Issız ve sessiz. Tek tük insan ve tek tük kuş cıvıltısı. Bahar serinliği. Rızıkların dağıtıldığı vakit yaklaşıyor. Söz vermiştim ikinci sabah Ayasofya’ya giderken. Sözümü tutabilmenin huzuru içindeyim. İkisinin de önemi büyük, ikisinin de yeri ayrıdır gönlümde. Hatta berideki Firuz Ağa’yı da katarım bu muhteşem ikiliye. Birinci tepenin vazgeçilmez simgeleridir. Göze nur gönüle sürurdurlar. Biri olmayınca diğeri olmaz sanki. Çeşmeyi geçtikten sonra türbenin yanından ilerliyorum. Gözüm Ayasofya’da. Mahyasında “La İlahe İllallah”. Sultan Ahmet Camii’ne dönünce, “Muhammedun Resulullah”. Birbirlerini tamamlıyor; birlikte okununca, tevhid oluyorlar, ama ikisi de yalnız, ikisi de mahallesizliğe mahkum. Mahalleli onları hiç yalnız bırakmazdı muhakkak.
Sırtımı Ayasofya’ya dönmemeye özen göstererek doğu kapısından giriyorum dış avlusuna; ağaçlık ve yeşil bir bahçeye. Seyri doyumsuz görkemli kubbeler, yaklaştıkça kayboluyor. Sütunlar arasında abdest musluklarının sıralandığı upuzun galeriye bakıyorum. Önümde yükselen merdivenler. Basamakları hürmetle çıkıyorum. Muhteşem bir kapıdan şadırvanın bulunduğu iç avluya giriyorum. İç avluyu çevreleyen sütunlu eyvanın güzelliği ve alanın genişliğinde soluklanıyorum. Biraz gerideki bir sütuna yaslanıyor, kubbelerin üzerinden yarım ayın nurunu içime çekiyorum. Şadırvanın yanından seğirterek harimin mukarnaslı cümle kapısındaki kitabeyi okumaya çalışıyor, kubbesindeki yeşilli sarılı kırmızılı rumi desenlere göz değiriyorum. Kasnağın altındaki çiçek ve yaprak desenlerini de farkediyorum.
Harimdeyim. İnanılmaz büyüklükteki dört sütun gözlerimin önünde. Kıble duvarından hareketle, tekrar aynı noktaya dönecek şekilde bulunduğum yerde tam bir daire çiziyorum. Hiçbir yanı ıskalamadan zihin kayıtlarıma almak istiyorum ama ne mümkün! Hiç boşluksuz tezyinat ve mavi yoğunluklu çiniler. Detaylarına bakınca mavilerin arasında sarılar ve kırmızılar da var elbet ama her nasılsa mavi egemen... Ezan okunuyor. Mavilikler arasından geleneksel çiçek motiflerini seçmeye çalışırken, hz Bilâl’in makamından mihraba yakın bir yere geçiyorum. Zihnimde Bilal’in büyük hüznü; Resulü Ekrem’in ebediyete irtihalinden sonra kürsüye bir daha çıkamayışı, ezan okuyamayışı. O çıkamasa da, ismi kürsülerde levhalara nakışlı; mahfillerde ve minarelerde her daim onun Miras’ı zikrediliyor: “es-Salâtü hayrün mine’n-nevm”. Çöküyorum yine soldaki sedef kakmalı vaaz kürsüsünün yakınına bir yere; bir kedinin yamacına; oracığa kıvrılmış. Sokuluyorum. Oralı değil, seviyorum hafifçe, kımıldanmıyor. Mukabeleyi birlikte dinliyoruz. Cemaat giderek kalabalıklaşıyor, dinleyenler rahlelerden takip edenlerden çok daha fazla. Her renkten ve her kıyafetten mümin daha çok mihrabın önünde birikiyor. Hafızların muhteşem kıraati, duygularımı inceltiyor, göğsümü genişletiyor, nefesimi tazeliyor. Karşımdaki sedef kakmalı ahşap pencere kanatlarının zerafeti, pencere derinliğindeki döşeme ve tezyinatın letafetiyle bütünleniyor. Pencerin tavanı, tabanı, kenarları, kasnakları her biri ayrı güzellikte, ama birbirini tamamlayan pür ahenk. Mihrap ve minberin varak kaplı motif ve desenleri göz alıcı. Mihrabın şamdanları, mukarnası saran sütunçeleri, çiçekli yapraklı alınlığı, yanlardaki ince ince işlenmiş vitray ve çiçek desenli revzenler, hemen yandaki minberin çiçek ve rumi desenli bezemelerine akıyor sanki. Minberin külahı pırıl pırıl; şemseler üzerinde sade varak. Külahın yanında gördüğüm geniş aralıklı yan kubbe mukarnası muhteşem salınıyor. İlahi Kelam’ın satırları ilerliyor, sayfalar çevriliyor. Yasin değiyor kulaklarımıza; fazileti harimi dolduruyor. Arkamı dönüp bakamıyorum. Bakarsam kubbeler beni içine alacak, buraya dönemeyeceğim. Büyük caminin küçük bir cüzünde, güzellik sağanağı altındayım; bir yanda hafızların yüreği ışıtan kıraat ihtişamı bir yanda tezyinatın göze derinden tesir eden belagati. Mihrabın yukarılarında kıble duvarını ortadan bir kuşak gibi bölen çini şeridi okumaya çalışırken mukabele nihayete eriyor. Bir ayet-i kerime, besbelli: Kalellahu Tebareke ve Teâlâ... Devamını sökemiyorum; çok zor. Boynum bükülüyor. Ne acı!
Yoğun bir aksülamel ile dört bir yandan gönlümüze düşen kâmet vaktin eriştiğini söylüyor. Hoca efendi, kıraatiyle gönülleri rekatlerde işlemeye devam ediyor. Fatihalar yüksek sesli aminlerle tamamlanırken, uzun iki rekat kısalıyor adeta. Tesbihat, dua ve mihrabiyenin ardından bir süre kalkamıyorum. Mihrap ve minberin önü boşalıyor, tekrar tekrar bakıyorum bedii istiflerine, desenlerine. Deryadan kıyıya varabilmek için, arkamı yarı dönerek uzaklaşıyorum. Geçerken, tarifsiz büyüklükteki sütunların çevresini saran çini ayetler dikkatimi çekiyor. Kıble duvarındaki ayete ne kadar benziyorlar...
Tarih ve medeniyetin izinde, her yanı eksiksiz işlenmiş ve tezyin edilmiş çinili, kalemişli, levhalı, bol kubbeli harimden güçlükle çıkıyorum. Avluda çeşit çeşit kuş cıvıltısı, dinginliğim ve dualarımla, kapıların altından meydana bırakıyor beni, hiç yanımdan ayrılmadan. Zikirlerini duyar gibiyim. Hûu, diye şakıyorlar. İllâ Hû, lâ ilâhe illâ hûu...
Yirmi üçüncü sabah
Eski Toptaşı Cezaevi’nin yanından Valide-i Atik’e doğru yürüyorum. Türkiye’nin sanat ve fikir ikliminde eserleriyle derin izler bırakan öncüleri düşünüyorum. Büyük Doğu’nun mimarı ile serbest nazımın ilk uygulayıcısı başta olmak üzere nicelerinin yolu buradan geçmişti. Onları sevenler, yakınlarında olmak isteyenler belki bu sokaklarda eyleşmiştir, belki onların adımlarının üzerine basıyorum, bilmiyorum. Ama bildiğim, “Zindandan Mehmet’e Mektup” burada yazılmıştı. Toptaşı’nın hikayelerini şimdilik öteliyor, Atik Valide’ye geçiyorum.
Valide-i Atik Camii bir külliyenin parçası. Mektebi, medresesi, tekkesi, hamamı, imareti, darüşşifası, tam teşkil. Kemerli kapıdan avlusuna seğirtiyorum. Sağda hazire. Taşlık yolda yavaşlıyor adımlarım, mekan idrakim genişlesin istiyorum. Bir kapı daha geçiyor, geniş bir avluya erişiyorum. Asırlık çınar şadırvanın yanında. Yeşil bir bahçenin içindeyim. Cami de öyle, ortada; üç yanı revaklarla kaplı, dördüncü yanı hazire. Revakların gölgeliğindeki sandalye ve masalara bakılırsa caminin avlusu gündüzleri epey hareketli olmalı. Şadırvandan caminin son cemaat mahallindeki eyvana bakınca pencere alınlıklarında mavili beyazlı çini hatlar hemen gözü yakalıyor. Çinilerin çalındığını duymuştum yıllar önce; umarım yerine dönmüşlerdir. Herhangi bir eksiklik sezilmiyor bakıldığında. Caminin mukarnaslı cümle kapısından geçince zarif çini bezemeli alınlıkları harimde de görüyorum. Daha fazlası mihrabın iki yanında. Yaklaşamıyor, yakından bakamıyorum. Rahleler kurulmuş, heyecanla ezan bekleniyor. Yeterince kalabalık. Aralarında fısıltılı hasbihal. Bir kenara ilişiyorum. Kubbenin ortasındaki hat istifine, onu çevreleyen tığlara, oradan aslan göğüslerindeki İsmi Azam ile Habibi’nin ve Hulefayi Raşidin’in tezyinli isimlerine bakarken ezan okunuyor. Bittiğinde hafızlar, İlahi Kelam’dan günün cüzünü, aracılı yüksek sesle sessizliğe bırakıyor. Sayfalar çevrilirken hafızlar soluklanıyor. Cemaat pür dikkat takipte, giderek daha da kalabalıklaşıyor ve mihrabın önündeki halka giderek genişliyor. Üçüncü hafız görevi devraldığında, hem onu ve coşkusunu hissetmeye hem de mihrabı U biçiminde çevreleyen çini levhaları ayırt etmeye çalışıyorum. Ayrıntıları yakaladıkça eserlerin ihtişamına hayran oluyorum. Şemse, bir tablo gibi; çiçekleri ve vazosuyla büyüleyici. Karşısında aynısı var. Mihrabın iki yanı iki şemse; çiçekli yapraklı dallı karışık motifleriyle müzeyyen. Çini panoların üzerinden enli bir çini kuşak geçiyor; pencere alınlıklarında olduğu gibi mavili beyazlı hat istifleri. Kenarları değişik renklerde çiçeklerle bezeli. Sedef kakma ahşap pencere kapakları geometrik desenlerle örülü. Etrafları yine renkli çini desenleri; şiirin mısraları gibi. Mihrap çevresinde ve pencere alınlıklarında birbirini tamamlayan çiniler, rikkatli ve zarif kıvrımlarıyla tarifsiz güzellikte.
Hafız, cüzü tamamlıyor, hoca efendi tilavet secdesine davet ediyor. Doğrulunca, hem kalabalığı hem de minberdeki sancakları görüyorum. Ne hoş! Ayrıcalıklı bir minber. İki adet, ortası siyah yeşil renkli sancak, mihrabın yaldızlı güzelliğinin önüne geçiyor. Sahip olunması gereken bir emaneti fısıldıyor: Medeniyet Miras’ını... Rekatların ve mihrabiyenin ardından cemaat hemen dağılmıyor; selamlaşıyor, musafaha ediyor, halleşiyor, hatırlaşıyor, gönülleşiyor. Rahleler kurulurken de böyleydi. Birbirlerini görmekten son derece memnun bir kalabalık. Kaybettiğim mahalleliyi burada buldum sanki. Samimi halkalar avluda da kendini gösteriyor. Ayrılanlar nezaketle uğurlanıyor. Mütebessim yüzler mahallenin sokak aralarına dağılıyor. Ben de dinginliğimle geldiğim kapıya yöneliyorum.
Eski Cezaevi’nin duvarına yaslanarak dönemin öncü fikir adamlarını dinlemeye çalışıyorum. Mekan, şu an bana tarihin yalnızca bir dilimini dillendiriyor; ya ötesi! Ötesini bilen bilir. Seher vaktinin nuruyla, tüm insanlığın gönüllerinin aydınlanmasını Yüceler Yücesi’nden niyaz ediyor, sükunetle güne yürüyorum. “Hasbunallah ve nimel vekil”: O, ne güzel dost, ne güzel vekildir...
Yirmi dördüncü sabah
Yıldız’dayım; Yıldız Hamidiye Camii’nde. Geç dönem camilerinden Yıldız, II. Abdülhamit’in hatırası. Eli de değmiş; hünkar mahfilindeki ahşap kafesleri o yapmış diye bilinir. Onun eli ürünü olduğu söylenen eserlere denk gelmiştim. Küçük Su Kasrı’nda, çivi kullanmadan geçme tekniğiyle yaptığı paha biçilmez bir masayı hatırlıyorum. Sanatkar bir marangozmuş. Banisi sanatkar sultan olan bir cami de dönemin sanat arayışını yansıtacaktır kuşkusuz. Avlusuna girerken sağdaki üç katlı nadide saat kulesini görmemek imkansız. Biraz mağrip biraz anadolu biraz batı; gül ve maroken pencereler. Saat kuleleri hep II. Abdülhamit’i akla getirir; Yafa’daki derin bir hüzünle gözlerimin önünde. Gönül coğrafyamızda kimbilir daha niceleri var. Bir çok yerdeki saat kuleleri onun döneminde bina edilmiştir ve dönemin ufku açısından simgesel bir nitelik taşır.
Avludan camiye bakıyorum. Ya Ebu Hureyre! Yine bir kedi; ayaklarıma dolanıyor. Rahatsız etmiyorum. Cümle kapısının alınlığındaki taş işlemenin ortasında büyükçe bir yıldız görünüyor. Alt kısmında bir ayet: “namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır”. Minarenin şerefesindeki ve külahındaki yaldızlı süsleme pek alışıldık bir tarz değil ama yapının genel süslemesiyle uyumlu. Caminin kubbesi masmavi, etrafında da yıldız şeklindeki deliklerden ışıklar sızıyor. Harime girdiğimde dışarda gördüğüm gökyüzü metaforu, kubbenin derinliğinde ve tavanlarda daha da belirginleşiyor. Mavi zemin üzerine işlenmiş altın varak yıldızlar serapa. Büyük ve gösterişli avizenin bağlı olduğu kubbe göbeği güneş gibi parlıyor. Etrafını altın varaklı bir ayet istifi tezyin ediyor. Altın varak, ayrıca, çeşitli yüzeylerde de ziyadesiyle kullanılmış.
Ezan sessizliği bölüyor. Birkaç kişi geliyor. Sünnete duruyor. Yalnız değilim artık. Bir yere çöküp sessizliğe bırakıyorum kendimi. Gelenlerin adımlarının zeminde çıkardığı çıtırtıyı duyuyorum. Bir elin parmakları kadar olduğumuzda kâmet ile doğruluyorum. Hoca efendinin aracısız doğal sesi, harimdeki sükuneti okşuyor adeta; gönlümü de derinden. Mihrabiyenin ardından mütebessim çehrelerin musafahasıyla biraz yerli, biraz maroken, ama fazlasıyla gotik mekandan avluya çıkıyorum. Sessizlik sürüyor. Tek tük kuş cıvıltısı. Saat kulesi ve camiyle vedalaşırken, köşe bucak her yana yayılmış görkem ve şatafatın yorucu bir güzellik ürettiğini düşünüyorum.
Sessizce geldim, sessizliği doya doya içime çektim. Sessizce ve edebince Muhammet Zafir Efendi’ye doğru yürüyorum. Henüz gün ağarmamışken, semaya ve yıldızlara bakıyorum, şehir ışıklarının aralığından.
Yirmi beşinci sabah
Ezan okunuyor. Kandilli’de, Vaniköy’de, Kuleli’de henüz bir hareketlilik yok. Beylerbeyi’ne karar kılıyorum, namı diğer Hamid-i Evvel Camii ve Külliyesi’ne. Beylerbeyi, Boğaz’a nazır bir yalı camisi, öncekiler gibi; gerdanlıkta bir halka. Binek taşının yanındaki asıl giriş kapısı kapalı. Yoldan denize doğru akan avlusuna giremiyorum. Vakit ilerliyor. Muvakkithanenin yanından seğirtiyor, birkaç basamak çıkıp batı kapısına erişiyorum. Kapının alınlığına işlenmiş yaldızlı mermer levhayı okuyamıyorum. Sonraya bırakıyorum. Kadim Kelam’ın sesini duyarak harime giriyor, bir kenara ilişiyorum. Hoca efendi cüzün ortalarına gelmiş olmalı. Kıraat ettiği her kelimeyi zihnime ve gönlüme nakşetmek istiyorum. Kelimelerin su gibi sükunete yayılışını duyumsarken, şiir gibi işlenmiş vaaz kürsüsünün çintemanilerine bakıyorum. Ne çok! Şemseler, yıldızlar, rumiler. Sedef kakma çeşitli desenlerle işlenmiş nadir bir ahşap kürsü muhakkak; farklı ve çok güzel. Cemaat henüz bir elin parmakları kadar değil. Hoca efendi’yi rahlesinden takip eden bir iki kişi. Minbere kahverengi tonlar egemen. O da ahşap; şerefesi ve kapısının barok süslemeleri dışında yeterince sade. Gözümü, enlemesine çinilerle sarılı mermer mihraba ve kıble duvarına çevirirken, bir iki kişi daha gelip sessizce bir kenara çöküyor. Seher vaktinin tanıklığında, mihrabın iki yanını tezyin eden geometrik desenli çinilerin arasından bir kuşak gibi akan hattı okumaya çalışıyorum. Ayetel Kürsi’ye benziyor. Mihrabın üzerindeki kare çini panoya istif edilmiş bir ayet ya da sure, onun da üzerindeki yuvarlak revzende istif edilmiş besmele-i şerif, kıble duvarında zarafetiyle öne çıkıyor. Onları iki yandan saran cüsseli revzenler de, tevhidî hat ve desen nakışlarıyla ve onları çevreleyen kalemişleriyle zarif görünüyor. Mihrabın iki yanındaki tepesi hilalli sütunçeler, tuğralı şamdanlar, zamanı durmamış ayaklı duvar saatleri, kıble duvarının tali güzellikleri.
Hoca efendi, Azim Olan Yüceler Yücesi’nin hakkı ve doğruyu söylediğini teslim ederek kıraatini tamamlarken saatin ritmik tiktakları yüreğimi harimin sükunetine bağlıyor. Sessizlikte sünnete durulduktan sonra, hoca efendinin rekatlerdeki aracısız latif sesi kıbleden harime dalga dalga yayılıyor, aksülamelleriyle hüznüm daha da artıyor; harimde olmayanlarla çoğalıyorum. Mihrabiyenin ardından çıkarken ertelediğim okumayı yapıyorum: vedḣulû min ebvâbin muteferrika. Ayrı kapılardan girin!
Gün ağarmış. Güzide ve kadim Miras’ı tefekkürle, muvakkithanenin önünden geçerek binek taşına doğru ilerliyorum.
Yirmi altıncı sabah
Hafif ve tatlı esen yelin yüzümü yaladığı sabah vaktinde, bad-ı sabaya eşlik eden bir ezan okunuyor. Saba makamı olduğuna yoruyorum. Makamın etkisiyle yüreğimin şecaati artar, gönlüm şad olurken, İskele Meydanı’na varıyorum. Boğazın ve yalı camilerinin zarif halkaları arasından bir madalyon gibi denize sokulan Ortaköy Camii’nin yakınındayım; diğer ismiyle, Büyük Mecidiye Camii’nin. Ezan eşliğinde sakin adımlarla camiye doğru ilerliyorum. Bir yandan da, ince gövdeli minarelerin narin görünümünü seyrediyorum.
Ezan bittiğinde küçük avlusunun kapısında soluklanıyor, kalem gibi minarelerinin arasından görünen kubbe kabartmalarına ve oymalarına bakıyorum. Oyma ve kabartmalar, epey büyükçe çiçek motifli barok ve rokoko taş işlemeciliği. Cümle kapısının alınlığına zarif bir tuğra ile bir kitabe istif edilmiş. Kitabenin bulunduğu cümle kapısına iki tarafından çıkılabilen bir nal merdivenin sahanlığından geçiliyor. İhtiramla basamakları çıkıyor, içerde bir hol gibi tasarlanmış son cemaat mahallinden ihtimamla harime giriyorum. Rahleler kurulmuş, hazırda. Cemaat epey kalabalık! Hoca efendi mukabelede hangi cüzü okuyacağını söyledikten sonra vakit geçirmeden kıraate başlıyor. Cüzler ilerledikçe, Ramazan’ın nihayetine yürüdüğümüzü idrak ediyorum. Oturduğum yerden minber ile mihrabın detaylarını görebiliyorum. Mermer minberin külahı yeşil zemin üzerine sıralanmış yaldızlı yıldızlarıyla gözü yakalarken, mihrabın mukarnası hafifçe yuvarlanmış kıvrımlarıyla oldukça zarif görünüyor; nişi ve üst köşelerindeki bitki motifli kabartma dolgular, biraz neoklasik batı tarzını ihsas ediyor. Kenarındaki sütunçelerin tabanları akant bitkisi motifleriyle sarılı. Minberin de yan yüzeyi mihrabın çerçevesinde olduğu gibi renkli taşlarla süslü, yer yer geometrik motifler. Barok tarzı, bakışı genişlettikçe harime yayılıyor. Mihrabın iki yanından yükselen pencereler, mihrap ebadında. Muhtemelen, gündüz için bol ışık, deniz için görüş imkanı sağlıyordur.
Hoca Efendi mukabeleyi tamama erdirdikten sonra okunulan cüzün hatırına uzunca bir duayı, gönüllerimize ve zikrimize bırakıyor. Rahleler toplanıyor ve cemaat, mihrabın önünde kalabalıklaşıyor. Sünnete davetle yavaş yavaş doğrulurken avizelerin çokluğu dikkatimi çekiyor. Çok latif, çok zarifler; biri ortada cüsseli diğerleri onun etrafında sıralanan sekiz ya da dokuz avize sayıyorum. Avizelere bakarken, bir an, daha yukarlardaki, kubbedeki perdeli sütunlu bulutlu barok tasvirler gözüme dokunuyor. Harimi yukarıdan çepeçevre kuşatan çeharyar-ı güzin levhaları bana daha sıcak geliyor; Ayasofya’dakileri çağrıştırıyorlar. Sünnetin edasıyla oluşan sessizlik molası, kâmet marifetiyle yerini ibadetin naif sesine bırakıyor. Hoca efendinin muazzez kıraati harimi dolduruyor. Meleklerin tanıklığında yapılan ve aczi derinden hissettiren uzun dualar, mihrabiyenin hüzünlü sadasıyla nihayete eriyor.
Dışarda ayın hilale yürüyen hali, bin aydan daha hayırlı geceyi müjdeliyor. Denizin derin kımıltısızlığını içime çekiyor, kımıl kımıl güvercinlerin arasından geçerek kuş cıvıltıları arasında Yahya Efendi’ye doğru sükunetimle ilerliyorum.
Yirmi yedinci sabah
Kadir gecesinin sabahında yokuştayım. Zihnimde o ‘sarp yokuş’la meşgul. Uncular’dan yukarı, Kaptan Paşa Camii’ne doğru çıkıyorum. Kavuştuğumda, yandaki yalaklı çeşmeyi geçerek kemerli dış kapıdan giriyorum. Kapı birden ayırıyor mekanı dışardan; mevcut yeri belirliyor. Sokakta değilim artık. Camideyim; içerde, alt avluda. Buraya dek yokuşta epey nefeslendim. Önümde, bahar yeşili sinmiş çıkılası basamaklar yükseliyor; çıkılmak istenirse meşakkati huzura ve sürura devşiren cinsten. Yine yokuş ama olsun; bu kez basamaklı. Basamakta olmak, salt varmak çabası; varılıp varılmayacağını bilmeden istikamet üzere yolda olmak sadece, bilen bilsin diye. Hem ihtiram hem vuslat heyecanıyla olabildiğince yavaş adımlarla çıkıyorum; her birini asırlardır inkişaf tefekkürüyle çıkanların ardından. Basamaklar ve eşikler eridikçe çoğalan ayak izlerinin verdiği güçle ilerliyorum. Sahanlıkta acele etmiyorum. Az bir gayretle, birkaç adım daha; kırık taş zeminli avluya erişiyorum. Bir yandan soluklanıyor bir yandan caminin avlu tarafındaki ahşap cephesine bakıyorum. Yandaki hazirenin zarif nişanelerini karanlıkta seçmeye çalışırken ezan okunmaya başlıyor.
Caminin ahşap kapısından giriyor, son cemaat mahallinin ferahlık ve genişlik hissi veren sade duvar süslemelerine bir süre nazar ediyorum. Beyaz zemin üzerinde sarılı yeşilli desenlerden harim kapısının üzerine yerleştirilmiş kitabeye kayıyor gözüm. Çok zarif, çok naif satırlar. Okuyabilsem rahatça; zorlanıyorum. Altından harime geçince hayranlığımı durdurmakta güçlük çekiyorum. Henüz kimseler yok ve cemaatin toplanmasına henüz vakit var. Sakince temaşaya bırakıyorum kendimi. Duvarlardaki çiniler ve kalemişleri ahenk içinde birbirini tamamlıyor. Alt pencereler kanatlı, üst pencereler desenli revzenler. Alt pencerelerin araları yaprak ve çiçek desenli çinilerle kaplı; boşluksuz. Üsttekilerin araları, etrafı tezhipli ve zencerekli iri şemseler. Kubbeler yoğun kalemişleriyle mücehhez. Kasnaklarını çok değişik rakik desenler süslüyor. Kıble duvarındaki revzenlerin alt ve üst kısımlarına, lafza-i celal ve ism-i nebi hatları istif edilmiş. Mihrabın üzerindeki revzen mührü süleyman figürü ile, vaaz kürsüsünün üzerindekiyse renkli çiçek motifiyle diğerlerinden ayrılıyor.
Derin sessizlikte sükunetle seyreylediğim bedii ve beliğ tezyinatı gönlüme ve zihnime nakşetmeye çalışırken bir iki kişi geliyor, sessizce mihraba yakın bir yere diz kırıyor, ben de onlara iştirak ediyorum. Mihrap ve minberin varaklanmış parıltılı güzelliğine şemseli rumili kalemişleri eklemleniyor. Mihrabın mukarnasındaki zarafet ve minberin kapı alınlığındaki işlemelerin letafeti zikredilmeye değer. Bakışım dizlerimin ucundayken vaktin güzelliğini ve inşirahını tezekkürle içime çekmeye çalışıyorum. Bir kaç kişiyle birlikte hoca efendi de geliyor. Sessizliği incitmeden dokuyan kâmet ve ardından gelen aracısız kıraatle kıyam, rüku ve secdeler kıbleyle mesafemizi iyiden iyiye daraltıyor. Kıbleden gelen müstakim sesin esintisi yüreğimi serinletiyor, zihnimi ve tefekkürümü genişletiyor; tazeleniyor, hafifliyorum.
Gün ağarırken hoş beş ederek muhabbetle dağılan cemaate katılıyorum. Bahar yeşillikleriyle kaplı merdiveni inerken bir kedi yavrusunun şirinliklerine bir süre tebessümle bakıyor, ıssız sokakta Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ne doğru sakin adımlarla ilerliyorum.
Yirmi sekizinci sabah
İlmin Osmanlı’daki ilk adresine gidiyorum; Zeyrek Camii’ne. Molla Zeyrek Camii ya da Zeyrek Kilise Camii olarak da biliniyor. Fatih Külliyesi kurulmadan medrese eğitimine buralarda ve hiç vakit geçirmeksizin başlanmış. Her şeye ara verilebilir ama eğitime asla! Kimbilir kimler, hangi ilim ehlinin yolu geçti burdan. Akşemseddin hazretleri buralara uğramıştır muhtemelen. Ayak izi şurada bir yerdedir. Sonraki dönemlerde Tokadi hazretleri; kabri de şuracıkta... her birini hayır ve minnetle yad ediyorum.
Bereket yağıyor, giderek şiddeti de artıyor. Çevreye pek bakınamadan camiye erişmeye çalışıyorum. Bereket damlaları yüzüme değerken, ezanının nidası da gönlüme dokunuyor. Sessizlik yağmur çiseltileriyle halvette; ezanın sakin nağmeleriyle bereketleniyor. Kapısından girince enlemesine uzayan iki galeriden geçiyorum, biri son cemaat mahalli. Her hali kilise mimarisi; tonozları hemen ele veriyor. Harime girdiğimde, yönümü mihraba tutunarak anlamaya çalışıyorum. Kubbeler, kemerler, geçişler yine enlemesine çoğalıyor. Harim çok büyük ama her yanı bir anda görülebilir değil. Oradan oraya geçmek lazım, görebilmek için. İlk anda mihrabı görmesem epey aranacakmışım sanki. Diğer kısımlarda da mihrap olabilir bilmiyorum; oralar karanlık ama minber burada, cemaat de. Gelen kıbleye yönelerek oturuyor, bekliyor. Sessizliğin lezzetini birlikte yaşıyoruz. Aralarında, kendimleyim. Mekanın zikri bakışlarımda; barok uslup, mihrabın ve minberin çiçek ve bitki tasarımlarından belli. Mihrabın üzerindeki nakışlı revzenleri saran kalemişi motifler de öyle. Minberin iki yanındaki şamdanların sivri sipahi külahları hiç görmediğim cinsten; değişik. Alınlığına büyük bir maharetle istif edilmiş zarif hattı okuyamıyorum. Üzerine tuğra gibi yerleştirilmiş besmele istifini okuyorum. Mihrap nişinin çevresini sarmaşık gibi saran kabartma desenlerle minberin şerefesindeki arkantüs kabartmalarını saymazsak, sade bir kıble duvarından söz edebiliriz. Sade duvarlar ve duvarlarda sade mermer panolar, o kadar. Kubbede ve aslan göğüslerindeki kalemişleri de abartısız; hatta arkamızda kalan yaldızlı hünkar mahfili bile.
Vakit erişti. Genç hoca efendi mihrapta, arkasında iki saf. İlk rekat upuzun. Sakin ve makamlı kıraati harime yayılıyor. Yeryüzü susmuş sanki; onun tiz ve yanık sesiyle nağmelediği nefaseti nefesini tutmuş dinliyor. İkinci rekat, Kafirun. Selam, salavat ve tesbihat, kısa bir dua ile tamamlanıyor. Yavaşça yerinden doğrulan cemaat, yanındakiyle muhakkak musafaha ediyor, Hüda’nın yapılan ibadeti kabul etmesi dileğini dillendiriyor. Hoca Efendi de seherin tüm samimi dualarına mütebessim çehresiyle katılıyor. Sessizliği hırpalamadan sessizce harimden ayrılan mahalleliyi takip ediyorum. Dışarısı bereket, ziyadesiyle.
Karanlığı ve loşluğu düşünüyorum. İki şamdanın ve belki birkaç kandilin aydınlığındaki ibadet lezzetini düşlüyorum uzaklaşırken ilmin ilk adresinden, muadili Ayasofya’yı da düşlerime katarak...
Yirmi dokuzuncu sabah
Şemsi Paşa’ya doğru yürürken artık Ramazan’ın nihayetine yürüdüğümün de farkındayım. Ayrılık hüznü ağırlaşıyor. Zamanı tutabilmek istiyorum. Denize iyice sokulan meydandayken ezan başlıyor. Etrafta kimseler yok. Bir kişi oltalarını hazırlıyor. Ezanların nidası, Şemsi Paşa Camii’nin, namı diğer Kuşkonmaz Camii’nin ezanını bastırıyor. Cami çok küçük, sesi de çok sakin; kapısına yaklaşınca ancak duyabiliyorum. Biraz da rüzgarın şiddeti ve dalgaların şıkırtısı yüzünden tabi. Rüzgarlar ve dalgalar burada harmanlanıyor; sessizliğe seslerini burada bırakıyor. Kuşkonmaz lakabı da sürekli esen sert rüzgardan; kuşlar konamaz, derler caminin üzerine. Avluya girdiğimde, hazireye selam veriyor ve sıra sıra dizilmiş revakların önünden ilerliyorum. L biçiminde camiyi saran mütevazı bir medresenin hücrelerini hissederek harimin kapısına doğru kıvrılıyorum. Bir yere cami yapılıyorsa, onu mutlaka bir külliyenin mütemmim cüzü olarak düşünmek, camilerin birer yaşam merkezleri olduğunun kanıtı niteliğinde. Mekan dilleniyor, anlatmak istiyor kendini; acelemin farkında olarak sükut ediyor.
“Şemsi Paşa eyledi bu camii...” diye başlayan kitabeyi kısmen okuyor, keçe kapının altından edeple harime giriyorum. Hoca efendi hemen sol yanda kendi kıraatinde, mihraba yakın bir kişi kendi zikrinde. Ardımdan bir iki kişi daha geliyor. Avuç içi kadar camide bir elin parmakları kadar olunca, hoca efendi yerinden kalkıyor, mihraba geçiyor ve bize müşfik sesiyle tebareke amme okuyor. Bitirmiyor; inşirah, ihlas, felak, nas ekliyor. Yetinmiyor; Kadim Kelam’ın ilk iki sayfasını da okuyor. Yönüm kıblede, gözlerim dizlerimi tutan ellerimde, sükunetle dinliyorum. Gönlüm ummana, tefekkürüm keşiflere açılıyor. Hocamızın güzide ve latif sadasını bir de aracısız doğal sesinden dinleyebilsek! Kim tutar tefekkür içre gönülleri... İçimizden birinin kâmetiyle iki uzun rekat. Salavat, tesbihat ve Gazze’ye varan samimi dualar.
Doğrulunca, sol yanımda duvara iliştirilmiş V harfine benzer çerçevelenmiş bir parça kumaş görüyorum. Soruyorum Hocamıza. Kabe örtüsünden bir parça olduğunu ve onun V değil 7 olduğunu söylüyor. Dikkatsizliğime üzülüyorum. Hangi alfabeyle yoğrulursanız öyle okuyorsunuz; ben de öyle yapmışım. Yedi simgeciliği başlı başına bir muamma ama buradaki mübarek parçanın yediye benzemesinden murat, Fatiha’yı oluşturan yedi ayetmiş. Denize bakan zırhlı pencerenin üzerindeki levha ise sabahın ilk ilahi uyarısı: “Oku kitabını! Hesap görücü olarak bugün sana nefsin yeter!”. Sarsılıyorum. Nakışlı revzenlere, latif kalemişlerine ve bir de küçük is penceresine bakarak gönül hoşnutluğuyla harimden ayrılıyorum.
Levhadaki ayeti derunuma nakşederek, denizin usanmadan öpüp okşadığı6 yalı camilerinin kimsesizliğini düşünüyorum bir kez daha.
Son sabah
Ezan okunuyor, evden çıkıyorum. Kuşlar henüz uykuda. Kazdal Camii’ne gidiyorum sokak aralarından. Sessiz. Kimi evlerde sahur ışıkları. Dallarda yaprak kımıltıları. Beş dakikada orada olurum; haneme yakın. Kazdal, bir mahalle camisi, mescit kıvamında, yeterince mütevazı. Boyu ağaçlardan yüksek sayılmaz. Vardığımda her zamanki gibi köşesindeki merdivenden avluya giriyorum. Yan kapı henüz açılmamış. Şadırvanın yanındaki ana giriş kapısına seğirtiyorum. Son cemaat mahallinden harime geçiyorum. Yeni bir cami Kazdal, 50’lerde yapılmış ama akranlarına kıyasla çok özenli. Belli ki çok titizlenilmiş yapılırken; Miras’la buluşma çabası da gösterilmiş. Tavanındaki geometrik rumili yıldız işlemeler, pencere kenarlarındaki rumi süslemeler, yine rumili hatayili çeharyar-ı güzin hatları, şemseli rumili desenlerle bezeli mukarnaslı mihrap, mihrabın iki yanındaki madalyon hatlar, hep Osmanlı motifleri. Biraz Atik Valide, biraz Rüstem Paşa, biraz Sokullu çağrışımları. Günün imkanlarını tarihe bağlama arayışı; kopmadan. Sade ve yalın.
Vakti bilen müdavimler selamlaşarak harime yavaş yavaş nüfuz ediyor. Sessizliği örselemeden kimi sünnete duruyor, kiminin samimi duaları duyuluyor, kimi fısıltıyla bir iki kelam ediyor yanındakiyle, uzatmadan. Belli ki herkes birbirini tanıyor ama edebince davranıyor; deyim yerindeyse, evinde gibi rahat ama gerekmedikçe ayaklarını uzatmıyor. Selam vererek sabahı hayırlayanlara mukabele ediyorum. Ramazan boyunca ihmal ettiğim mahalle camisinin sıcaklığını bir kez daha tarassut ve idrak ediyor, içim huzur doluyor. Hocamız geliyor cemaati selamlayarak ve yerine geçiyor. İkinci safa taşıyoruz. Kıbleden gelen doğal ve aracısız sesle kılınan rekatların ardından mihrabiyenin muazzez sadası yüreğimi ve halimi mahzunlaştırıyor... Son sabah! Kazdal’da, Hüda’ya sunulan ibadetlerin makbul olması dilekleri paylaşılıyor, bayram sabahı buluşmak üzere vedalaşılıyor.
Haneme dönerken, kuş cıvıltıları arasında, mahalle camisinin önemini tefekkür etmeye çalışıyorum. Eğer birileri, vakit saat geldiğinde bilerek ve tanıyarak ‘iyi bilirdik’ diyeceklerse, onlar öncelikle tanıyan ve bilenlerden olmalı. Mahalle cemaati tanımalı, bilmeli ve bunun için, mahalle cemaatinden olunmalı. Mahalle camisi ikinci ev, cemaati yakın dostlar olmalı. Öyleydi belki, kimbilir, ya şimdi! Ünsiyet kurabileceğimiz sıcaklıkta mahalle camileri, ünsiyet kurabilmek için gerekli gayret ve samimiyet, ünsiyet kurulabilecek kadar mukim olma süresi, çeşitli koşullar, zorluklar, gerekçeler... Her ne olursa olsun, mahalle camilerini ihmal etmemek lazım. Kimse nasıl ve nerede terki diyar edeceğini bilmiyor kuşkusuz. Vakit saat musalla taşına erişince, tanıyan ve bilen mahallelinin saf tutarak ‘iyi bilirdik’ demesi yeterli olacaktır. Ya nasip!
Mahallemin camisi Kazdal, haneme yakın, ben de ona yakınım. Gönül aşinalığı kurduğum bir çok caminin yanında yüreğimdeki mümtaz yerini koruyor. Gün ağarırken, Refik-i Alâ’nın adını anarak hayırlarla haneme kavuşuyorum. Yarın Bayram!
Bayram Sabahı
Süleymaniye’m kavuştuk yine ezanlarda. Şükür. Ne zaman uzağına düşsem yakınlığını ararım. Ne zaman yakınında olsam neşem ile hüznüm birbirine karışır. Bir zamanlar ne de çok halleşir, dertleşirdik. Sen ardında bıraktığın zamanları bana fısıldarken, ben beni daraltan sıkıntılarımı, umutsuzlaklarımı, hayat mücadelemi, kimi zaman gönül yaralarımı, incinmişliğimi anlatırdım sana. Ayrılırken sen muhteşem ve müstakim bir Miras, bense dinginleşmiş vakur bir adem olurdum. Hasretini çektiğimde, vuslatım olurdun. Vasıl olmak için ne bahaneler bulurdum. Ama hiç bayramda gelmemiştim. Gücenmişsindir. Gönlünü almaya geldim. Bayram neşesi katışmış yüreğimi sana açmaya geldim. Görüyorsun, çok kalabalık; sana ve görkemine çok yakışıyor. Renk ve cins ayrımı olmayan kalabalığa da, aczime ve yaralı yüreğime de dayanırsın. Biliyorum, gücün yeter. Bayram neşesi olmasa direnebilir misin dünyanın mazlum coğrafyalarına; Mübarek Filistin’in gözyaşlarına dayanabilir misin! Ya yeryüzündeki tüm mağdurların ıstıraplarına katlanabilir misin! Seher vakti ve gün ağarırken bunları söylemeye geldim sana, büyük bir mahçubiyetle. Hariminde duaya geldim, coşkulu aminler dermeye geldim. Kendimden geçtim; sinende tut beni ve hasret giderirken, yüreğimin şifa bulması, yeryüzü mazlumlarının felaha ermesi ve zulmün imhası için Yaradan’a dualarıma tanıklık et. Senin dik ve asil duruşundan aldığım güçle direniyorum zorbalığa; yine dualara tutunuyorum kubben altında.
Gözlerden ırak olsun diye doğu kapısından girerdim harimine. Bugün de öyle yapıyorum, yaşadığım o zor günleri yad ediyorum bir yandan, her zamanki gibi Boğaz’a göz değirerek. Avludaki hızlı adımlara eşlik ediyor, seleflerimizin izlerini saklayan eşiğinden geçiyorum. İçerisi tıklım tıklım. Dışarıya taşan İlahi Kelam’ın sesi duvarlarına değiyor; kalemişlerine, revzenlere, mihraba, minbere, cemaate dokunuyor, oradan da yüreğime nüfuz ediyor, gönlümü genişletiyor, yeryüzüne yayılıyor. Değişik renk ve kıyafetleriyle sünnete duranlar ve kıraati sükunetle dinleyen upuzun saflar, tam bir eman ve dayanışma halkası; yeryüzündeki tüm saflarla omuz omuza. Ne özlemişim! Kadim Kelam’ın sende yankılanan sadasını. Sinsin iyice içime! Yeryüzü hikayem seninle yine gürbüzleşsin.
Mihrabın olabildiğince yakınlarına ilerliyorum. Kıbleye olabildiğince yakın olayım istiyorum. Kamet ile bihakkın iki rekat ve ardından hamdele ve salveleler bayrama hazırlıyor birbirine iyice kenetlenmiş cemaati. Bilal’in makamı coşku dolu, vaaz ise hüzünlü. Gazze diyor vaiz efendi, ötesini söylemeye derman arıyor. Yeryüzünde bunca acı varken bayram sevinci demeye dili varmıyor. Buruk kutlanan bayramlara belki en buruğunu ekliyor. Ama en azından, Kur’an ayını idrak bayramı, diye teselli buluyor. Zaman zaman yüreğinin sızısını ses tonuna yansıtıyor ve Ramazan-ı Şerif Bayramı yetimin başını okşama bayramıdır, diye haykırıyor. Gazze’deki, Doğu Türkistan’daki yetimleri düşünme bayramıdır, diye ekliyor. Bayram günlerine ulaşma sevinci, dünyanın neresinde olursa olsun zulüm içinde olanlara el uzatabilme sevincine dönüşsün niyazlarıyla dağlıyorum kanayan yarasını vaizin.
Revzen nakışlarında ışık raksı kendini iyiden iyiye gösteriyor. Hutbenin ardından bayrama erişince tehlil ve tekbirler, şahadetler, okunan ayetler kandil gibi harimi aydınlatıyor, tefekkür ve tezekkürü çoğaltıyor. Bir daha; aşk ile, bir daha. Yekvücut oluyoruz, yeryüzü tek nefes oluyor, tek yürek oluyor. Neşe ve hüzün içiçe, coşkulu Bir’lemeler ve hamd’ler eşliğinde gönüller felaha eriyor, dualar acze çare taleplerini apaçık dillendiriyor: Medet Ya Hû! İnsanlık Gazze ile imtihan olurken, insani değerler can çekişirken, medet Ya Yüceler Yücesi!...
Yerimden doğrulurken, yanımdaki delikanlının elini uzattığını görüyor, tebriğine mukabele ediyorum, sonra bir başkasının bayramını kutluyorum, sonra bir başkasının. Mihrabın önünde kutlama halkası oluşmaya başladığında geldiğim kapıdan hazireye doğru yürüyorum. Türbeye uğruyor; Kanuni Sultan Süleyman’a, Süleymaniye’m’e duyduğum muhabbeti fısıldıyorum ve bir fatiha bırakarak minnetimi arz ediyorum. Az ilerdeki mütevazi kabrinde sırlanan Koca Mimarbaşı’na da, aynı şekilde; bir de “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nın acılı şairine. Süleymaniye’m de duysun ve tanıklık etsin istiyorum dua ve minnetime. İnsan aşkı ve vefayı unutursa, insan olmaz Süleymaniye’m. Yine geleceğim biliyorsun. Seni görmüş olmak neşesiyle avunuyorum şu an. Bereket ayı mübarek Şehr-i Ramazan’a ve sana yine kavuşabilmek niyazıyla külliyenin sokaklarına doğru yöneliyorum. Süleymaniye’m’den, tarih ve medeniyet timsalinden, Miras’ın bağrından güçlükle çıkıyorum.
Mazlumları idrak bayramı olsun Ramazan-ı Şerif Bayramı; insanlığın birliğine, dirliğine ve dirilişine vesile olsun. Kuşların tezekkürüne yaslanarak, Medet Ya Selam!...
Son söz
Ramazan Sabahları’nı yazmak nasip oldu, şükür. Yaklaşık yirmibeş yıldır İstanbul’da ikamet ediyorum. Camileri gezmeyi de seviyorum. Bir dostumun ilgileri sayesinde sevgim ve idrakim gelişti. Beni yönlendiren büyük ölçüde, o oldu. Belki herşeyin bir zamanı var. Benim de camilerle olan temasım bu sayede günden güne arttı. Onunla hala muhtelif zamanlarda buluşup gitmediğimiz camilere gitmeye, irili ufaklı, kenarda köşede kalmış bir çok camiyi onunla keşfetmeye çalışıyoruz. Bitiremedik, bitmez de. Birkaç ramazandır başka bir alışkanlık daha edindim: Sabah vakitlerini farklı camilerde deneyimlemek. Önce tek tük başladım. İki yıl önce epey gittim ve sonunda geçen sene mübarek ayın tamamını, girişte de sözünü ettiğim gibi, farklı camilerde geçirdim. Lezzetine doyamadım. Bu sene yine aynı şeyi yapacağımı bir dostuma açtığımda, niye yazmıyorsun dedi. İbadet mi yazı mı, epey düşündüm. İkisi bir arada olabilirdi. Bir iki sabah denerim diye söz verdim kendisine. Sözümü tuttum. Bir iki üç derken haftasında, kendimi tekrar etmek endişesiyle bırakacak oldum. Bu kez başka bir dost, hiç öyle değil, devam et, ben her gün tashih ve tekliflere hazırım dedi. Sözünü tuttu. Bir de şart koştu. Bayram namazını da yazarsan!... Cami idrakimi geliştiren, deyim yerindeyse yola çıkaran, yazmaya teşvik eden, tashihleriyle elimden tutan üç dostuma da minnettarım. Ramazan Sabahları’nı onlarla yazdım. Katkıları büyük, kendilerine teşekkür yetersiz. Ama bir büyük teşekkürüm de hayat arkadaşıma. Günlükleri yazarken her ne kadar benöyküsel bir uslup kullandıysam da, itiraf edeyim, bana, otuz gün boyunca bir camiden diğerine fedakarca refakat eden hayat arkadaşım yanımdaydı. Hakkını ödeyemem. Onun sayesinde, kadının camilerdeki konumunu idrak etme imkanı buldum. O yanımda olmasaydı, kesinlikle anlayamazdım. Bugünkü İstanbul’un, yeni eski ya da küçük büyük demeden değişik noktalardaki camilerine birlikte gittik. Geçen yılki deneyimimizden yararlandık. Onları buraya yazmamaya azami özen gösterdim. Bu yıl da geçen yıla benzer olumlu ya da olumsuz, acı ya da sevindirici izlenimlerle bayrama eriştik.
Güzellikler bir yana altı çizilmesi gereken birkaç sorun var;
Birinci sorun, refikamdan hareketle, kadınların camide bulunuşları. Bulunmasalar, rahat olurdu; camilerimiz ve cemaatlerimiz kadına ayarlı sayılmaz. Onları görünce, durumdan vazife çıkaranlar hemen sıraya giriyor. Bir panik havası yaşandığını söylersem abartmış olmam. Kimi doğrudan kadınlar tarafını gösteriyor; kimi arkada perdeli bir yeri. Kimi, arka taraflarda olunduğu halde perde açıksa kapatılmasını istiyor, kimi üst katın ıssızlığına yönlendiriyor. Kimi perde ile sıkı sıkıya kapatılmış kafeslerin arkasına geçmesini telkin ediyor ya da durumdan o çıkıyor. Kimi zaman yabansı bakışlar seziliyor. Bakışlardan ‘sabah sabah ne işi var burda’yı mı okursunuz yoksa ‘nasıl yardım edebilirim’i mi, takdir sizin. Ama ne olursa olsun şurda arkada bir yerde dursa teklifinize, çok az olumlu yanıt alabilirsiniz. İtaat etmek gerekiyor. Kadınlar da durumu kabullenmiş görünüyor. Ama son tahlilde, camilerin güzelliklerinden erkekler yararlanıyor, kadınlar pek şanslı sayılmazlar. Erkeklerin onlara imkan sağlamak gibi bir çabası da pek görülmüyor. Kadınlar camiye girerken ya da çıkarken gördükleriyle yetinmeliler ya da bir başka zaman gelmeliler. Aksini düşünmek, ancak kimi camilerde, kalabalık kadın cemaatler için düzenlenmiş camilerde söz konusu olabilir ama sabahları bir kadının, üç beş kişilik erkek cemaatin bulunduğu büyük bir caminin üst katında bir yerde tek başına kalmak zorunda bırakılması, açıklanması müşkül bir konu olarak önümde duruyor. Sabah gözlemlerini belki bütün vakitlere yaymak da mümkündür, bilemiyorum. Ama benim anladığım, kadının camilerde yeri yok ve camiler erkeklerindir! Ve kadınlara ayrılan yerler de daha çok kadınları mekandan ‘yalıtma’ işlevi görüyor!
İkinci sorun, teknoloji kullanımında aşılan sınırların farkındalıksızlığı. Kimi camilerde ekranlardan hutbe dinlemeyi kastetmiyorum; mikrofondan, bir teknolojik aracıdan söz ediyorum. Sabah sessizliğinde iki üç kişilik cemaate mikrofonla sesin iletilmesini kastediyorum. İzahını yapamadığım bir konu olarak önümde. Hem doğal sesten mahrum kalınıyor hem de sabah sessizliğinde şiddetli darbe almış gibi olunuyor. Belki hoca efendi sesini koruyor, belki işitme engeli olanlar için yüksek tutuluyor. Bilmiyorum. Hangi gerekçeyle olursa olsun bir ortalama bulunabilir ya da camilerin akustiğinden yararlanarak hiç kullanılmayabilir. Büyük bir camide bile sabahları neredeyse mikrofon gerektirmeyecek akustiği gözlemleme imkanı bulabilirsiniz. Küçük camilerdeki durum, içler acısı. Sesler incinmiyor belki ama kulaklar inciniyor. Mikrofon kullanmayan hocalarımıza minnettarlığımı da, ayrıca, belirtmek isterim, vaktin en güzelinde bizden doğal seslerini esirgemedikleri için. Ayrıca aracısız doğal ses, sesin yönünü idrak açısından da son derece önemli ve değerli olsa gerektir. Mikrofon ibadetin rükünlerinden mi diye kendime sormadan edemiyorum. Geçen yıl böyleydi, bu yıl da öyle, önümüzdeki yıl da öyle olacak! Olmasın. Ölçüyü abartısız doğal ses olarak koymak çok zor olmasa gerektir. “Namazında sesini çok yükseltme okuyuşunu çok da alçaltma. Bu ikisinin arasında bir yol tut”7 buyruğu yeterince yol göstericidir.
Üçüncü büyük sorun da yürek yakıcı. Camilerin bir kısmı neredeyse cemaatsiz! Camiler bize Medeniyet Mirası’dır ve büyük ölçüde, aynamız ve hazinemiz hükmündedir. Bir yanda kutsal emanetler, bir yanda sanatsal ve kültürel zenginlikler, öbür yanda toplumun davranış tarzları. Onlara bakılarak bir yerin, bir topluluğun medeniyet kodları kolaylıkla okunabilir. Camilerin asıl ziyneti cemaatleridir; cemaatleriyle şekillenir, cemaatini şekillendirirler. Cemaatsiz -özellikle tarihi- camiler seyir nesneleri olmaktan öteye geçemezler. Ayrıca, cami cemaat için bir kimlik olma niteliği taşırken bulunduğu semt için de aynı şekildedir. Bu kez semt camiyi cami de semti şekillendirecek demektir. Cami, cemaat, semt, biri diğerinden ayrı düşünülemez; olmazsa olmaz bir birliktelik inşa ederler. Biri eksilirse diğeri de anlamını yitirebilir! Semtlerin ruhu camilerine, camilerin ruhu semtlerine siner. Bu hissi besleyen, geliştiren ya da imha edense cemaatleridir ya da cemaatsizlikleridir.
Son tahlilde, müslüman medeniyeti, arınmış soy-lu bir Miras Medeniyeti’dir; kültürü, sanatı, fikri, mekan ve adabı kuşatıcıdır ama aynı zamanda, kendisinin ve tüm insanlığın huzur ve güvenle yaşayabileceği bir Miras’ı üstlenir, onu her daim kadim bilgiyle yeniden tahkim eder. Miras’ın tezyin ettiği medeniyet yapıları nesillerin inanma biçimlerini doğrudan etkileyicidir. Toplumsal bilgi, deneyim ve adabı muaşeret nesilden nesile kaim bir Miras Medeniyeti’yle mümkündür. Miras’ı yapıp ettikleriyle tarihe kaydedenler açısından yaşanan heyecan varislerce de yaşanmadığı takdirde veraset silsilesi kaim Medeniyet’i kuşkusuz ıskalayacaktır
(*) Yedi İklim, Nisan 2024, Sayı 409-413.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder