Uzun uzun yazmayacağım; sadece zihnimde yer eden birkaç ayrıntıyı ifade etmekle yetineceğim. Cizre’ye doğru seyahatim boyunca gördüklerim kimi zaman beni düş kırıklığına uğrattı, kimi zaman umutlarımın yeşermesine vesile oldu. Kimi şehirler özgün kimliklerini tamamen yitirmişken kimileri hala dimdik ayaktaydı; kimileri can çekişiyordu. Şehir, sakinini yetiştirir, terbiye eder, ziyaretçisinin davranışını belirler. Mevlana’yı ziyarete giden ile Kapadokya’yı ziyarete giden arasında fark olur ya da olurdu! Yitik şehirlerimiz ile birlikte çeşitli davranış kalıplarımız da doğal olarak örseleniyor ya da tamamen yok oluyor. Selamlaşma davranışlarından dayanışma kültürüne kadar yaşanılan değişiklikleri şöyle bir göz önüne getirince, nelerin değiştiğini ya da neleri yitirdiğimizi kolaylıkla anlayabiliriz. Şehirlerin kimliği örselendikçe gerçek ziyaretçisini belirleyemiyor; hatta ziyaretçisi onu belirliyor, terbiye ediyor. Seyahat ya da ziyaret kültürü yara alıyor. İlgili ilgisiz herkesin her yeri görmek istemesi, ticari bir değer üretirken özgün değeri tüketebiliyor. Kutsal mekanlar da, ören yerleri de, müze ya da sergi salonları da bu savrulmuşluktan nasibine düşeni alıyor. Çılgınca yapılan salt eğlensel geziler, bulunulan yeri kimliksizleştirebiliyor. Mekan, idrak edilmeyi gerçek meraklısına bırakıyor. Önemli olan oraya gidilmesi ve gidildiğinin bir karelik görüntüyle de olsa belgelenmesi. Böylece, ziyaretçinin destinasyon mağdurluğuna selfi mahkumluğu eklemleniyor. Ziyaretçi görgüsü de selfi çılgınlığıyla şekilleniyor. Selfi çılgınlığı mekanların görülebilirliğini işgal ederek, görülmesi gerekeni görülemez hale getirirken, mekanların da ruhunu derinden etkiliyor. Bir pano, bir resim, bir heykel ya da bir mihrap arasında herhangi bir fark gözetilmiyor. Her biri, nasılsa turizme kazandırılmış tüketim nesneleri; dekor olarak tüketilebilirler! İdrak edilmeden gezilen mekanlar ve ziyaretçiler ekranın isterlerine uygun olarak araçsallaşıyor. Selfi mahkumu kalabalıklar, nerede olunduğunun idraksizliğiyle oradan oraya savruluyor.
*
Bir şehrin ibadete ve ziyarete açık Ulu Cami’sine öğle ile ikindi arasında uğruyorum, secde molası için. Vakit tam girdiğinde gelsem daha iyi olurmuş. İğne atsanız yere düşmüyor. Her yan ziyaretçi kaynıyor. Belki turist demem daha doğru; hem de yerlisinden. Avluda olduğu gibi harim de tıka basa; ibadet imkanı neredeyse yok. Herkes kendine selfi için bir yer bulmuş, çeşitli pozlarla görüntü veriyor. Mihrap, minber ya da revaklar, pozlara dekor oluyor. Salt bir hatıranın ötesine geçen çekimler, elektrik direğine yaslanmakla mihrabın sütunçesine yaslanmak arasında bir ayrım gözetmiyor. Minberin giriş merdivenleri de çekim için uygun, müezzin mahfilinin ya da son cemaat mahallinin revakları da. Kalabalığı harimde coşkulandıran tek şey, muhteşem bir kareye ulaşabilmek. Mekanın zarif tezyinatı, işlemeleri önemini yitiriyor. Galoşlu ayakkabılarla halıların üzerinde gezilmesine ya da manastır ziyaretlerinde gösterilen kıyafet hassasiyetinin camilerden esirgenmesiyle ilgilenmiyorum, kimse de ilgilenmiyor!... Mekan anlamını yitiriyor; sahih dili lâl, latif güzelliği hall oluyor. Sükunetle secde edebilmek için yakındaki camiye geçiyorum.
*
Bir başka şehrin Ulu Cami’sindeki tanıklığım, temel sorunlarımızdan birini, maalesef bir kez daha önüme düşürüyor... Yağmur ıslatacak kıvama eriştiğinde ben de camiye erişiyorum. Biraz ıslanmaktan ne çıkar! İlk karşılaşmanın heyecanıyla avluda akşam ezanı dinliyorum. Sükunetim yağmurla bereketleniyor. Harime gireceğim vakit, biri arkalarda bir yerlerde sükunetle oturan kadınları dışarı çıkarmaya ve onlara avlunun diğer tarafındaki yerlerine geçmelerini telkin ediyor. Günah, diyor; çok günah burada durmanız, diye sesleniyor kadınlara. Kadınlar itiraz ediyor, ben de onlara destek vermeye çalışıyorum. İkna edemeyeceğini anlayınca, “hoca öyle istiyor!”, diyor. Hoca Efendi’yi arayıp teyit edecek hal ve vakit müsait değil. Hanımlar çaresizce itaat ediyor ve yağmurda biraz ıslanarak avlunun diğer tarafındaki yerlerine geçiyor; “mikrofonu açsınlar da cemaate uyabilelim”, diye uyarmayı da ihmal etmeden. Kapıda kalakalıyorum. Ulu camiler, hatırı sayılır büyüklüktedir ve özellikle vakit namazlarında herkesi içine alabilecek boyutlarda olurlar. Burası da öyle. Akşam namazında bir elin parmakları kadar sayıya ulaşmayan erkek cemaat mihrabın önünde toplaşırken, lâl ü ebkem olmuş cemaate katılma kararımı değiştiriyor ve harime adım atmadan, oradan uzaklaşmayı tercih ediyorum. Bir yandan da, asıl günah olanın kadınları harimden çıkarmak olduğunu düşünüp duruyorum. Özellikle sosyalleşmeyi ve birlikte yaşamayı ciddi biçimde örseleyen bu tutumu içimde telin ederken, usul ve adap açısından hiç bir yere koyamıyorumi.
Çıkışta, minarenin kaidesine kufi üslupta işlenmiş zarif İslam harflerini Kiril harflerine benzeten gençlerin konuşmalarını tashih etme gereği bile duymuyorum.
*
Marifetname’nin sayfalarını ilk karıştırdığım zamanlar gıpta etmiştim Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ilmine. Tillo’yu da o zaman öğrenmiştim. Çok gençtim. Şimdi daha iyi idrak ediyorum ilmin nesebini ve el vermenin kıymetini. Hocası İsmail Fakirullah Hazretleri dokunmasaydı gönlüne ve zihnine, ortaya bir Marifetname çıkar mıydı! İlim dokunmasaydı İbrahim Hakkı Hazretleri’ne, yılda bir kez ve tam o vakitte ‘ışık hadisesi’ gerçekleşir miydi! yılda bir kez de olsa hocasının üzerine güneşi düşürebilir miydi! Hocasına olan muhabbeti ilme olan muhabbetini, ilme olan muhabbeti hocasına olan muhabbetini etkilemiş muhakkak. İlim soy ister, nesep ister, sebat ve azim ister, dahası Miras’ı sürdürülsün ister. İlim Mirası’nın soyu kesilseydi, İbrahim Hakkı Hazretleri olur muydu! Dahası Sultan Mehmet’e ilim dokunmasaydı Fatih olur muydu! Fatih, Akşemsettin’in rahle-i tedrisinden geçmeseydi, İstanbul kurtulur muydu! Ve sonunda, İlim Mirası onu dokumasaydı İbrahim Hakkı hazretleri olur muydu? Bugün büyük bir bilgi üretimiyle övünenler, ilmin asırlara uzanan soyunu ve binbir emekle üretilmiş ortak ilim mirasını fehim ve idrak edemeyen muhteris zihinlerdir.
*
İlk kez Semerkant ve Buhara’da dikkatimi çekmişti, mimaride yeni ile eskinin ayırt edilemezliği. Sonra İran’da gördüklerim de inanılmazdı. Otellerden lokantalara, oradan ibadethanelere dek uzanıyordu ayırt edilemezlik. Ülkemizde, kubbeli bir cami yapılırken yeni olmadığını düşündürecek ya da bizi yeni olduğu halde eskiymiş hissiyle şaşırtacak bir yapı unsuru bulmak neredeyse imkansızdır. Eski mimari çizgileriyle aynı inşa edilen binaların bile yeni yapıldığı besbellidir. Bursa Ulu Camii gibi bir iki istisnanın dışında, ülkemizde eski ile yeninin soy bağı sorunludur. Mardin ve Midyat’ta bunun tersine evrildiğini görünce sevindim. Eski ile el ele yeniler, yeni ile el ele vermiş eskileri birbirinden ayırt etmek güçleşiyor. Sevindirici. Yeni yapıların eskilerinden ayırt edilemezliği, bize, hem taş işleme geleneğinin elden ele sürdürüldüğünü hem de sürdürülebilir malzeme kullanımının aktif olduğunu söylüyor. Evet çok sevindirici kuşkusuz ve Miras’ı elbirliğiyle taşımak, geçmişle aynı zaman diliminde kesintisizce yaşayabilmek görgüsünün yerleşmesi bakımından da umut verici.
*
Cizre Ulu Camii’nde akşam vaktini bekleyen az sayıda cemaate selam veriyor ve avluyu saran revakları, hücreleri, taş işçiliğini anlamaya çalışıyorum. Minaresi ise hiç rastlamadığım cinsten. Biraz eğri. Deneyimimi kurcalıyor, hiçbir yere koyamıyorum. O esnada yanıma bir yaşlı yaklaşıyor ve minarenin çok özel olduğunu söylüyor. İki taneymiş dünyada. Biri Irak’taymış. Çocukken çok çıkmış, şimdi çıkılmıyormuş... Şuradan daha güzel görünür, bir de şuradan bakın, burada sahabeler namaz kılmış, Ömer bin Abdülaziz’in Cizre’deki değişik din mensuplarına müsamahasını yüceltiyor, Cizre’nin bugünkü olumsuz imajına yüreği yanıyor; benimle daha fazla ilgilenmek, Cizre’yi daha fazla anlatmak istiyor. Bense ezan okunmadan içerisini henüz boşken göreyim istiyorum. Anlıyor ve müsaade ikram ediyor. Harimin sütunlarından biri özgün biçimde korunmuş, avludaki yapıyla bütünleşik bir zarafeti içeriye yansıtıyor... Ezanın ardından cemaate katılıyorum. Avluya birlikte döndüğümüzde, yaşlı bilgeyle birlikte çevrem adeta kuşatılıyor; hoşgeldinlere maruz kalıyorum. “Aç mısın, açıkta mısın, gideceğin ya da kalacağın bir yer var mı, misafir edelim!...”
Cizre Ulu Camii’nde gördüğüm sıcak ilgiyi sokaklarında da görüyor ve hafızamdaki yitik şehirleri bu güzel şehir ile yeşertmeye çalışıyorum. Bugün üzerine yapıştırılmış olumsuz imajına isyan ediyor, zihin kayıtlarımda tortulaşmış izleri tamamen siliyorum. Gecenin ilerleyen saatlerinde ünlü bilgin El Cezeri'nin de nasiplenmiş olduğunu vehmettiğim Kırmızı Medrese’den Mem û Zin’in türbesine, oradan Nuh Peygamber’in türbesine ve birkaç türbeye daha uğrayarak Dicle kıyısına geçiyorum. Zihnimde bir türbede okuduğum cümle dolanıyor. Medeniyet mirasının izlerini ihsas eden Cizre şehrini ve yürekleri muhabbetle yoğrulmuş güzel insanlarını artık o cümleden hareketle hatırlayacağım: “Musul Enbiya, Cizre evliya diyarıdır”; şehrin vakur ve müeddep duruşu ondan olmalı...
Enbiya diyarına Cizre’den selam götürmek de nasip olur belki. Kim bilir!
*
Son bir not olarak; sadece Cizre’ye doğru değil, ülkemde yaptığım tüm seyahatlerim boyunca çeşitli örneklerine rastladığım tabela kirliliğinin, tarihi yapılara da yoğun biçimde sirayet ettiğini söylemeliyim. Camilere isimlik olarak özensizce konulan kıpkırmızı levhalar ya da lokanta, kebapçı, kafe ya da bir sağlık merkezine dönüştürülmüş tarihi bir medresenin, belki bir hamamın üzerine yerleştirilmiş, şehrin her yakasından görülebilir büyüklükteki tabelalar, medeniyet mirasının idrakinden mahrum ve onu, sorumsuzca tüketen bir mirasyedi ahlakını akla getirmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder