10 Eylül 2024 Salı

acem ülkesi

Acem ülkesinde eyleştim


Acem ülkesinde eyleşmek bugüne nasipmiş. Yıllar yılı hasretini çektiğim yakın bir diyarı görecek, zihin ve gönül coğrafyamın şehirlerine sokulacak, onlarla ramazan arifesinde, üç ayların serinliğinde hasbihal edecektim. Vuslat hasıl olduğunda, Mekke, Medine, Kudüs, Semerkant ve İstanbul görgüsüyle selamladım, hürmet arz ettim. Tahran’dan mukabele etti. Kavuşturana şükürden acizim.

*

Yanılmamışım, Tahran kalabalık bir başşehir ve oldukça hareketli; geniş yollar, upuzun caddeler, trafik sıkışıklığı, yayalar, çarşı pazar, park bahçe, sokak meydan, şehir mobilyaları... Dış cephelerdeki süsler, süslemeler, sanat yoğun mekanları fısıldar gibi... Şehre göz süzüyor ve kısıtlı zamanı bereketlendirebilmek için biraz acele ediyorum. Halka açık büyük parkın yanından nezih bir mekana, Gülistan Sarayı’na, namı diğer güneş bahçesine geçiyorum. Kaçar hanedanı

Nasreddin Şah’tan miras Gülistan sarayı muhayyilemin çok ötesinde; müzeyyen ve müzehhep duvarlarla çevrili büyük bir avlu, ortası uzunlamasına büyük bir havuz, etrafı ağaçlar. Her bir duvarın yüzeyi eksiksiz bezeli; çeşitli figür ve motifler duvarları, duvar kemerlerini, yan sütunları süslüyor. Yayını geren bir süvari mi, mızrak ya da kılıcıyla avının etrafında dolanan bir atlı mı arıyorsunuz yoksa asalet ve ihtişamı simgeleyen müsenna tavus kuşları mı ya da aslandan kaçmaya çalışan bir ceylan mı, gagasında balık olan bir balıkçıl mı... Hangisini sayayım; kınalı keklikleri mi, envai çeşit kuş ve çiçeği mi, hepsi orada. Seramik ve çini nakışlar, duvarların alınlarını, yüzeylerini, yan sütunlarını süslüyor, safran sarısı ve turkuazdan yayılan yedi renkle harmanlanıyor. Avludan iç mekana girince adeta bir parıltı sağanağına tutuluyorsunuz. Salonlarda ilerlerken, tavanlar ve sırlanmış tavan göbekleri de dahil olmak üzere ayna sanatının görkemini idrak ediyor, tasarım zevkinin inceliğine şahit oluyorsunuz. Cam ve ayna işlemeciliğinin şahikasında dilim tutuluyor, gönlüm tarifsiz beğenileri deruhte ediyor. Çok parçalı, irili ufaklı çok heykelli muhteşem bir mermer taht ve ilerleyen bölümlerdeki zarif alçı istifleri, ilk kez görmüş olmanın haz ve heyecanını körüklüyor. Avludaki renk, desen, motif, figür ışıltısı, içerdeki cam ve ayna parıltısıyla harmanlanarak, içinde kalınası bir sonsuzluğun kapılarını aralıyor. Gözümü nereye çevireceğimi şaşırıyor, ahşap oyma işleriyle süslü cam ve pencerelere bakamıyorum bile...

Bir an silkeleniyor, sarayın ihtişamından ve bedii hazzından kopuyor, şehre karışıyorum. Çarşı pazar derken şehrin Ulu Camii’ne varıyor, soluklanıyorum. Bizdeki ulu camiler burada şah camileri. Cami büyük bir pazarın içinde, çok hareketli. Minarelerinin ve görkemli taç kapısının ardından iç mimarisine göz değirirken, hayranlığım mimari inceliğin yanısıra ibadet yapan kalabalığa da uzanıyor. (Gün gün eriyen Avrupa Hristiyanlığı geçiyor zihnimden bir an!...) Kapıdan ayakkabı torbasını ve taşını alan kıbleye yöneliyor, kıyama duruyor. Bir de okul sırasını andıran oturaklı tek kişilik masalar var; oturağına oturup tablasındaki taşa secde edilebiliyor. Secde için kullanılan taşlara, mühür denildiğini duymuştum, Kerbela’ya nispet ettiğini de, getirildiği yerin toprağına da. İbadet edenlerle birlikte caminin turkuaz, mavi, yeşil desenli çiniler arasındaki tarifsiz güzelliğini zihnime ve gönlüme kazıyorum. Yüksek kubbe ve minareleri gibi maneviyatının yüksekliğini de derinden hissediyorum. Çıkışta hoparlörden gelen ağıtların peşine düşeyim derken, avlunun kenarındaki hareketliliği farkediyorum. Oraya seğirtiyor, içeride sandalyelere U biçiminde sıralanmış insanların arasına karışıyorum. Bir molla vaaz ediyor. Epey uzağındayım, teşehhüt miktarı kalıp anlamadığım dildeki nasihatleri anlamaya çalışıyorum. Nafile. Hoşamedi’ler eşliğinde, kurabiye ve sütlü kahveye benzer bir şey muhabbetle ikram ediliyor, memnuniyetle kabul ediyorum. Yüreğimin yanı sıra içim de ısınıyor.

Şah Camii’nden sonra artık hedefim Rey; yaklaşık onbeş kilometre uzaktaki asıl şehir, eski Tahran, Kaçarlar’ın başşehri... Oraya Tuğrul Bey’in nasihatlerini almaya gidiyorum; döneminde bıraktığı kimliğin Anadolu’daki izlerini sürebileyim istiyorum. Söğüt’te Şeyh Edebali’ye gider gibiyim. Tuğrul Bey’in medfun olduğu söylenen kabri, kule gibi yükselen rasathanenin üzerindeymiş. Akşam vakti, hava iyice karardı, orayı aşağıdan seçemiyorum. Çok yüksek, yirmi metre. Yirmi dört dilimli silindirik rasathanenin üzeri gökyüzünü temaşa edebilecek denli açık. Ay senede iki kere oradan görünürmüş. Dikine dilimli dış cephe güneş saati işlevi görüyor, her bir dilim bir saate tekabül ediyormuş. İçerdeki boşluğu çepeçevre saran duvarlar tuğlalar, nem tutmasın diye aralıklar verilerek istiflenmiş. Bunları canhıraş anlatmaya çalışan türbedardan öğreniyorum. İran-Irak savaşı gazisiymiş, yarası yüzünde, gönlü Tuğrul Bey’de, bir de Mevlana’da. Türklere muhabbeti tarifsiz. Mevlana deyince, coşkulanıyor, gözleri nemleniyor; ona olan aşkını gizlemiyor, Mesnevi’den beyitler ikram ediyor. Konya hasreti besbelli, hiç gidememiş. Konya’yı gören gözlerime muhabbetle bakıyor. Selam iletiyor. Tuğrul Bey’den ayrılamıyormuş. Hiç izne çıkmıyor, evini ihmal edecek kadar türbede kalıyormuş. Muhakkak öyle; bu vakitte burada olduğuna göre. Türbedarlığın bir meslekten öte olduğunu fehmediyorum. Çıkmadan, kulenin iç kısımda başımı semaya çeviriyor, el çırpıyorum; benzersiz ve çok yoğun bir yankıyla sarsılıyorum. Bir sesin yayılım ayrıntılarını ilk kez bu denli net duyuyorum... Tuğrul bey ile sevdalı türbedarından edep ile müsaade istiyorum, tazim ve nezaketle uğurlanıyorum.

*

Seherde, Azadi Meydanı’ndan geçerek Kaşan’a doğru yola çıkıyorum. Bir yandan da şehirde rastladığım tasvir ve süslemeleri düşünüyorum. Muhtemelen gideceğim şehirler de öyle olacak, geleneği yansıtacak. Kimi zaman cami sandığım bir yapı pekala bir bankanın dış cephesi olabiliyor. Her yana yansımış bir imar geleneğine tanıklık ediyorum; bir iş yerinin, bir kurumun, belki bir evin dış cephesi, bir çarşının girişi, bir eczanenin levhası... Eski ile yeniyi ayıramıyorum çoğukez; tarihi gibi görünen bir yapı pekala yeni yapılmış olabiliyor. Bu el alma halini Buhara’da da hissetmiştim. Geleneği salt bir kültür, bir folklor, bir renk, bir nostalji, barışılması gereken bir geçmiş olarak değil de kadim bir tecrübe, yaşanılası, sürdürülesi ve bırakılası bir Miras olarak sindirmenin önemini daha iyi kavrıyorum. Çuvaldızı kendimize çevirince, bizde kopan neydi diye hayıflanıyorum; nasıl koptuk bu denli Miras’tan, Bursa Ulu Cami dışında bir başka örnek daha var mıydı kopmayan. Miras’tan kopmak soy bağından kopmak gibi...

İpek Yolu düşlerini yanıma alarak Kaşan’a vardığımda kaylule halindeki kapalı çarşının sessiz sokaklarını adımlamak zorunda kalıyor, açık olan bir esnafı görünce seviniyorum. Gülsuyu satan esnafa selam veriyorum. Mukabele ediyor. Selam, aleykümsüz de olsa bizi birbirimize bağlıyor, karşılıklı muhabbetimizi dillendiriyor. Çarşı sokaklarının arasından girilen geniş alanlar, vaha gibi serpiliyor. Acem diyarına özgü geleneksel desen, bezeme ve rölyeflerdeki farklılık dışında doğası çok yabancımız olmayan büyük bir bedestenin sokaklarında avareyim. Sonra Fin Bahçesi’ne doğru ilerliyorum. Kaşan sokakları geniş avlulu lüks evlerle dolu. Biri diğerinden daha zarif, biri diğerinden daha mağrur, ama hepsi ince bir sanat kaygısı taşıyor. Fin Bahçesi, Safeviler’den kalma büyük bir bahçe. Asıl vaha burası, asıl güzellik burada. Avlunun etrafı yüksek duvarlar, kapılar, burçlarla çevrili. İçinde bir de gizemli koridorları bulunan beyaz kubbeli bir hamam var; duvarları tabandan yarım boy turkuvaz çinilerle döşeli, araları koyu desenlerle alacalanmış. İlerlerken, Emir Kebir adlı sevilen bir sadrazamın katledildiği yerin kıyısından geçiyorum. Yeryüzü hikayeleri nasıl da birbirine benziyor diye iç geçiriyorum. Hamamdan, yemyeşil selvilerin arasına yeniden çıkıyorum. Bahçenin ortasından uzunlamasına büyük bir havuza bağlanan turkuaz kanal, arklarla diğer havuzlara ulaşıyor. Uç kısımdaki havuzun ardında doyumsuz bir seyir lezzeti; kubbeli, üç cephesi açık bir eyvan-köşkün her yanı figürler, tasvirler ve desenlerin mütemmim ahengi ile bezeli. Ferah bir genişlik, geniş bir ferahlık. Selvilerin arasından kanalın yanın çıkışa doğru ilerlerken genişlik ve ferahlıktan nasiplenmenin şükrüyle doluyum. Girerken farketmediğimi çıkarken farkediyorum: halka ve tokmak. Tuğrul Bey’in girişinde de vardı. Bizdeki gibi, misafir kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı kullandıkları halka ve tokmaklar bahçenin ana giriş kapısında. Hiç yabancılık çekmiyorum. Bizim Safranbolu, bizim Divriği; aynı mahremiyet, aynı hürmet, son tahlilde aynı medeniyet. Sınırlar anlamsızlaşıveriyor.

Tabatabai’in evine geldiğimde kapı tokmaklarına göz süzüp içeriye süzülüyorum. Aman Allahım, bu nasıl bir ev böyle! Bu nasıl bir mimari, nasıl bir cephe tasarımı, nasıl bir taş işlemeciliği. Ahlatlı ve Tiflisli ustaların elinden çıkmış sanki. Bu kadar ayrıntıya ve işlemeye gerek var mıydı, anlamaya çalışıyorum. Kırk odalı, yer yer iki katlı geniş bir aile evinin, ortadaki dikdörtgen havuzdan avluyu saran dört cephesini incelemeye koyuluyorum. Geç döneme ait bir mimari temsilin seyir hazzı aklî incelemenin önüne geçiyor. Neyin neyle bağlandığı, hangi figürün hangi desenle hangi zamanı ve hangi hikayeyi dillendirdiği önemini yitiriyor. Yukarıda, gör beni diyen tavus kabartmasına dikkat kesiliyorum. Gülistan Sarayı’nda da görmüştüm. Çok zarif, görünürlüğü de ebadı da biraz önde diğer kabartmalardan; hemen alt kısımlarında başkaca kuşlar, başkaca duruşlar; hüthütten zarif serçelere, belki leyleğe dek bütün kuşlar diğer cepheleri süslüyor; üzüm salkımları ve müthiş bir barok istif. İçeriler, daha geleneksel; alçı sanatının, duvar resimlerinin, çeşitli oyma, kabartma, çini, ayna ve vitray işçiliğinin şahikaları. Bir odadan diğerine, bir cepheden diğerine geçerken baroktan geleneksel hayat ağacına, şemselere, rumilere, kandillere, ahşap çerçevelere karışıyorum. İki havuzlu merkez avluya döndüğümde, üç yüz altmış derecelik bir hafıza oluşturmaya çalışıyorum, dönüyorum. Çıkış yolunu bulmak istemiyorum. Bir daha gelmeliyim, aklımı beğenilerimin önüne koymalı, istif ve geometriyi anlamalı, belki konforu kınamalıyım... Son kez bakıyorum tavusa; asalet ve ihtişama.

*

Yine yoldayım seherde. Bir şehirden diğerine yollar çok uzun, çok mesafeli. İsfahan’a girerken, Ateş Tapınağı’ndan sonra Titreyen Minareler’e uğruyor, Amu Abdullah Garladani’ye fatiha bırakıyorum. Fatihalar Nizamülmülk’ün türbesinde çoğalıyor. Gayretkeş bir türbedar, türbedeki tüm kabirleri tek tek tüm ayrıntısıyla anlatıyor, meçhul bir kabri belgeleri ve gerekçeleriyle Alparslan’a bağlıyor. Böylesi bir bilgi dağarını aile büyüklerinden edinmiş. Türbedarlık bir iş olmanın ötesine geçiyor yine, bir ailenin şeref ve haysiyetine dönüşüyor. Kudüs’teki Kamame Kilisesi’nin anahtarını bihakkın taşıyan Hüseynî ailesi gibi. Sırlananlara ve bilge türbedara ihtiramla veda ediyorum. Türbelerin acem ülkesindeki öneminin farkındayım ancak türbedarlık konusunu hiç düşünmediğimi farkediyorum.

Nakş-ı Cihan’dan önce Kırk Sütun Sarayı’na uğruyorum. Köşelerine aslan figürlü heykeller bırakılmış, uzunlamasına dikdörtgen havuzlu büyük bir bahçeyi geçtikten sonra ahşap sütunlu sundurmaya ulaşıyorum. Sundurma on sekiz sütun üzerinde, sütun ayakları yine aslan figürleri. Bölmeli büyük tavan aşina olduğum geçmeli geometrik desenlerle bezenmiş ve tavan çevresi de desenleriyle bezemeyi tamamlıyor. Ayna işlemeciliğiyle zarif tavan ve mukarnas altından içeri giriyorum. Duvarlar cüsseli tasvirlerle dolu. Her biri tarihsel bir hikaye anlatıyor. Çaldıran muharebesi dahil, işret şekilleri dahil. Kubbeler, kemerler, pandantiflerin üzerindeki motifler, her biri ayrı bir görsel şölen. Tasvirlerle desenler loş bir atmosferle bütünleniyor. Safevi şahı kabuller için kullanıyormuş burayı.

Saray’ın zarafetinden etkilenmiş, ama tasvirlerdeki hikayeleri tam olarak okuyamamış olarak Nakş-ı Cihan’a geçiyorum. Söylendiği kadar var; masal gibi. Tarihsel bir başşehire, büyük bir şehre yakışıyor Nakş-ı Cihan; devasa bir alan, çevresi dükkanlar. Dünyanın ikinci büyük meydanı. Bir ucunda Şah Cami, diğer ucunda Kayseriye pazarı. Bir yanında, alçı üzerine üç boyutlu kabartma tekniğiyle öne çıkan Ali Kapu Sarayı diğer yanında turkuaz kubbeli, minaresiz Şeyh Lütfullah Camii, saray mescidi gibi; saray ile bakışımlı. Hepsini tek tek anmak mümkün, ayrıntısıyla anlatmak imkansız. Etkisini de, etkileyiciliğini de. Sadece Şeyh Lütfullah için ‘bu insan eliyle yapılmamıştır’ deniyor dersem, bedii etkisi ve etkileyiciliği konusunda fikir vermiş olabilirim ya da Şah Camii’nin ses mimarisinden her yanı bezeli mihrap mimarisine, oradan işlemeli yüksek kapılarına, kemer ve kubbelerine, minarelerindeki lafızlara, yivli sütunlara, eyvanlara dek uzanan zarafet dersem. Sarı, mavi, turkuaz çeşitli tür ve özellikte motifler adeta iğne perdah, sırlı ve alabildiğine büyüleyici. Arkada bir yerlerde saklı canlı figürleri. Eklemlenen mermer işçiliği de cabası. Mütevazi görkemi karşısında küçülüyorsunuz. Renk tercihlerini düşünüyorum seyrederken bir an; özellikle sarıyı, yaygın kullanılan safran sarısını, turkuazı: güneş renginden hareketle yaratıcıya yöneliş, turkuaz üzerinden can, canlılık, hayy, hayat... bir de mihrabın önünde, ölmeden önce ölmek gerek diyen cüsseli çukuru.

Meydan meydan olarak kalmıyor, bir çok sokak ve caddeye açılıyor. Çarşı da şehre, meydan gibi devasa yayılıyor. Şehrin çarşılarında değil, sanki bir çarşı-şehirdeyim. Meydandan uzaklaşsanız bile çarşılardan uzaklaşamıyorsunuz. Her yan çarşı, her yer çarşı. Şehrin hareketliği mi çarşıları, çarşılar mı şehrin hareketliliğini belirliyor, ayırt edilmiyor. Biri diğerinden bağımsız değil, biri diğerini besliyor, büyütüyor, biri diğeriyle uyumlu. Sakinler de, şehir ve çarşılarla uyumlu. Sanki herşey ve herkes meydanda. Meydan sanki şehri ve şehre dair herşeyi kucaklıyor. Capcanlı; camileriyle, sarayıyla, çarşılarıyla, cüsseli havuzlarıyla canlı. Oradan oraya geçen ve soluklanan insanlarıyla. Bir de bol bayraklarıyla. Ülkeler bayraklarını kendi ülkelerine neden bu denli serper!...

Akşam, şehrin cadde ve dükkanlarını soluyarak Zayende Nehri üzerine kurulmuş dört yüz metrelik Hacı (Khajou) Köprüsü’nü görmeye gidiyorum. Işıklandırılmış. Suyu tükenmiş görünüyor, belki tutulmuş. Merdivenlerinden çıkıyorum; otuz üç gözlü, safevi miğferi denilen geniş aralıklarıyla upuzun. İki katlı ve çok kalabalık. Safevileri, Şah Abbas’ı, hatta Uzun Hasan’ı düşünüyorum köprüyü adımlarken, bir yandan da köprünün isminin hacca giderken geçilen bir güzergaha gönderme yapıp yapmadığını, Bağdat Caddesi gibi... Dönüşte, sıra sıra sandalyelere dizilmiş mollalar, karşılarındaki boş sandalyelere gelen ziyaretcilerini ağırlıyor, onları bizzat irşad ediyorlar, sanıyorum. Biraz ileride serbest kürsü var, liberal görünümlü gençler kendilerini dinleyenlere nutuk atıyorlar, aralarında kısmi saç örtülü genç kadınlar var. Biraz ilerde bir serbest kürsü daha, bu kez çadorlu kadınlar...

*

Yezd’e girmeden bir meydanda devasa büyüklükte metal bir anıt görüyorum. Şehrin sokaklarını arşınlarken aynı şekille iki kez daha karşılaşıyorum. Bu kez ahşap: ‘nahl’ diyorlar. Şehrin simgeleri olmuşlar. Bir inanç ritüeli olarak kullanılıyor, onlar vasıtasıyla hz. Hüseyin’in acısı yaşanıyor, yaşatılıyormuş. Şehir, onlarca kişinin omuzlayabileceği nahller şehri değil yalnızca. Mecusilerin merkezi olarak da biliniyor. İbadet yapılan Ateş Tapınağı da burada, ölülerin akbabalara yedirildiği Sessizlik Kuleleri de. Yaklaşık yarım yüzyıl önce bu ritüel terkedilmiş... Şehir merkezi Emir Çakmak Külliyesi hayatın da merkezi. Büyük buluşmaların yapıldığı büyük bir meydan; çevresi dükkanlar, kapalı çarşı. Şehrin şaheseri ise Cuma Camii; Zerdüşt tapınağı alanı üzerine yapılmış. Çok yüksek minareleri, cümle kapısı üzerindeki, mihraptaki, mihrap üzerindeki, yan kubbelerdeki mukarnaslar, mihrapta ve iç duvarlarda, sütun ve kemerlerde mavimsi geometrik desenler, rumiler, ince beyaz perdahlar, istif edilmiş tevhit kelimeleri ve ayet tezyinleri, neredeyse her yere nakşedilmiş lafza-i celal’ler; her biri bir başka nefaset, bir başka bedii alem.

Asıl büyük anlatı sokaklarda, ilk klimalı ve toprak kokulu evlerde. Düz ya da kavisli, üzeri açık ya da kapalı sokaklara sıralanan yüksek duvarlı evler, yaşanmışlığı ve yaşanılırlığı bir masalda cem etmiş gibi. Biraz Diyarbekir, biraz Mardin, biraz Urfa bir bakıma. Hiç biri değil ama hepsi. Doyasıya adımlıyorum dar sokakları, kerpiç duvarlara sokuluyor, halkalı ve tokmaklı kapıları seyre dalıyorum. Buralıyım da hasret gideriyor gibiyim. Bir mahalle kahvesinin önünden geçiyor, selam veriyor, hal diliyle hasbihal ediyorum. Kimi zaman edebe davet ediyor abbara misali üstü kapalı geçitler, biraz eğiliyorum, kimi zaman iç mekanların mahremiyet ve masumiyetlerini hayal ediyorum. Baca gibi görülebilir yükseklikteki toprak renkli latif klimalarına nazar ederek ısınıyorum. Şehrin mimari dokusunun yüzyıllardır değişmeden kendi mirasını yaşıyor olmasına seviniyorum. Yeryüzü için nimet telakki ediyorum. Sessizlik ve dinginlik masal şehrinin satıraralarında sadır oluyor. Semada salınan bir halı, halimi değiştirmeden düşlemeyi bırakıyorum.

Mecusi Tapınağı’na uğramadan Yezd’den ayrılmıyorum. Yezd mecusi şehri olarak da biliniyor. Tapınak müzesinde, sembolizmin ne denli önemli olduğunu bir kez daha idrak ediyorum. Ateş başlıbaşına sembol olarak öne çıkıyor. Zerdüşt, Avesta, Gathalar, Ahura Mazda, Faravahar ilgilisini ciddi bir sembolizme sürüklüyor. Faravahar tek başına olgunluk, ilerleme, tefekkür, ahitleşme, temizlik, sonsuzluk, yaratma gibi bir dizi olguyu düşünmeye iterken, kimi törenlerde sunulduğu temsili olarak gösterilen yiyecekler yine kimi geleneklerdeki kutlama yemeklerini çağrıştırıyor, emin olamıyorum...

*

Güller ve şairler şehri Şiraz’a Persepolis’ten giriyorum, Acem ülkesinin tarih kökenlerinden. Persepolis, bizim söyleyişimizle Acemlerin, Batılıların söyleyişiyle Perslerin, İranlıların söyleyişiyle Farsların başşehri. Tarih önümde akıyor, capcanlı, binlerce yıl geriye gidiyorum. Rölyefler, sfenskler, heykeller, dönemin yüksek sütunlu sokakları, duvarlara nakşedilmiş savaş hikayeleri, ineklere saldıran yahut simgesel işlev gören arslanlar. Yeryüzünde boğa kadar, gökyüzünde bir kartal kadar güçlülük simgeleri ya da akıl ve bilgelik imgeleri, pehlevi dilinde berrak çiviyazıları, Faravahar kabartmaları, lotuslar, hayat ağaçları, askerler, sayısız yazıt, kaya mezarları, saray kalıntıları... tarihin hikayelerini fısıldıyor. Etraf ziyaretçi kalabalığı, ama görevliler pek de ortalıkta görülmüyor; az sayıdalar ve farkedilmiyorlar bile. Çıkış büyük bir düzlük, biraz da ağaçlık alan.

Persepolis’ten birkaç km uzakta Akameniş krallarına ait mezarların bulunduğu Nakş-ı Rüstem mezarlarına uğruyor, şehir merkezindeki Kerim Han kalesine geçiyorum. İçeri girmiyorum, toprak renkli dış duvarına, biri eğik olan burçlarına dışardan göz gezdiriyorum. Böylesi zarif tezyinli ve yoğun işlemeli bir burç duvarını ilk kez gördüğümü sanıyorum. Kalenin giriş kapısının üzerinde çini bir tasvire konu olmuş, şeytanı hançerleyen yağız bir cengaver var; olsa olsa Kerim Han’ın temsilidir, diye tahmin yürütüyorum.

Asıl gitmek istediğim birkaç yer daha var. Acele etmeliyim. Önce Nasır el-Mülk Camii, namı diğer Pembe Camii. Cephesi de, kapı üzerindeki mukarnas da muhteşem. İçerisine olan merakım iyice artıyor. Cephe çinileri, çeşitli tasvirleri renkli çiçeklerle kucaklayan bir tasarım. Kapıda bir kilise tasviri dikkat çekiyor. Üzerinde durmuyorum. Daha çok şakayık, gül ve süsen egemen tasarımlar ama hepsi pembemsi, hepsi sarı zemin üzerine ince ince yerleştirilmiş. Yedi rengin yedisi de var kuşkusuz, uyumlu ve orantılı. Değişik tarz zencerekler renk ve tasarımları çerçeveliyor. Ara ara zarif vazolar, latif buketler de tasarımları zenginleştiriyor. Cami yedi kapılı. Tam vaktinde buradayım. İkindi. Kapılar renkli vitray döşeli. Işık hüzmeleri olağanüstü renk cümbüşü; büyülü, büyüleyici. Zemine rengarenk düşüyor. Altından geçen herşeyi daha da güzelleştiriyor. Yüzler güzel, eller güzel, kadınlar güzel, erkekler güzel, insanlar güzel, duvarlar güzel, sütunlar güzel, her şey ve her yer güzel. Kubbeler ve duvarları bezeyen çiniler de nur ile güzel. Işığın pembe dünyasından sıyrılıp pembemsi çinilere bakamıyorum. Sıra onlara gelmiyor bir türlü. Caminin bakışımlı diğer tarafı aynı görsel coşkuyu vermiyor, ayna işlemelerine rağmen, yeterince yalın, yeterince mütevazi. Medresemsi bir yapının bölümü gibi, daha serin. Aynalı ve vitraylı bir kısımda bir kabir; kimin olduğunun önemi yok, arzı hürmet ediyorum. Çıkışta, Nasır el-Mülk’ün evinin önünden geçiyorum. Oturma taşları cami girişindekinden daha geniş. Gelen geçen ya da eve gelen misafirler girmeden dinlensin, soluklansın diye tasarlanmış bekleme sekileri şeklinde düşünülebilir. Hem mahremiyet, hem hürmet, hem edep...

Hafız ve Sadi’nin türbeleri’ne yüz sürmeden olmaz. Şiraz, Sadi ve Hafız’sız düşünülemez, Meşhed’in Firdevsi’siz, Konya’nın Mevlana’sız düşünülemeyeceği gibi. Her iki türbe de yeterince mütevazi bir bahçe içinde, ağaçlık; selviler ve turuncu meyveli ‘narenç’ ağaçları öne çıkıyor. Başka kabirler de var etraflarında, ama her yer şiir. Sadi’nin türbesinde gül ve kuşlar ile bezeli mısralar duvarları süslerken, bedii incelik mermer sandukaların üzerlerindeki yazıları sarmalıyor. Doyumsuz görsel lezzet belki Hafız’ın türbesinin kubbesinde. Onaltı yıldızlı geometrik merkez yayılarak kubbeyi değişik bir dalgalanmaya bırakıyor. Nereye baksanız şiir, hoparlörden de ziyaretçilere şiir ziyafeti eksik değil. Sadi’nin mütevazi kabrine engelsiz ulaşılabilirken, Hafız’ınkine biraz daha fazla emek ve hürmet gerek; birkaç basamak var aşılması gereken. Hafız çok daha kalabalık. Şiirler dinliyor, fatihalar bırakıyorum. Bir güzelin benine her şeyi feda eden1 şaire gönülsüzce veda ediyorum. Yanında bir yerlerde, Şiraz Üniversitesi Fars Edebiyatı bölümü levhası okuyorum. Yakışmış.

Şiire doyamamıştım. İrem bağı yeni bir şiir olarak çıkıyor karşıma. Cennet misali, bahçelerden bir bahçe. Havuzun ve yeşil alanın başlangıcında bir köşk; mimari sanat abidesi. Köşkün önünde havuz, havuzun müntehası upuzun selvi yolu ve yine havuzdan sadır turkuaz su kanalları. Havuzun dört yanı hurma ağaçları. Ağaçlar ve çiçekler köşkün dış cephe süslerini çoğaltıyor; çini süslemeler, ara ara tasvirler, Persepolis’ten mülhem asker kabartmaları da dış cepheyi. Hemen yanlarında Hafız’dan ve Sadi’den şiirler. En yukarıda, ayrıca, dönemin hükümdarı Nasıreddin Şah, peygamber Süleyman ile Saba melikesi Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin tasvir ediliyor.

Vaktim daralıyor. Hızla Vekil Camii ve Hamamı’na gidiyorum. Oradan, ülkenin en büyüğü olduğu söylenen pazarı gezeceğim. Pazar içindeki Moshir Sarayı’na teşehhüt miktarı uğrayacağım. Bir güzellikten diğerine demem daha doğru sanki. Hamam, hiç alışık olmadığımız denli bir tasvir ve geometrik desen galerisi. Sütunlardan kubbelere kayan kısımlar, kimi zaman duvarlar taş işlemeciliğinin muhteşem örneklerini temsil ediyor; her biri ayrı bir hikayeyi, ayrı bir kıssayı konu ediyor. Tasvirlerdeki mahcup kuşlar, nedense, Divriği Ulu Camii’ndeki kartal duruşlarındaki rikkati hatırlatıyor... Kerim han Vekil Camii, az ileride, bir müze cami; avlusu, taç kapıları, havuzu, çinileri, yivli sütunları ve minberiyle büyüleyici gerçekten. Sanki gül şehrinin hülasası, tarih ve aşk ile yıkanmış bir şehrin ihtişamı ya da ihtişam şehrinin şah simgesi. Sadece minberi bile büyük bir emeği dillendiriyor. Dönemin hükümdarı onu altından yaptırsaydım daha az zahmet çekerdim, dermiş. Ziyaretimi tamamlarken bir Türkiyeliyle karşılaşıyorum, bana Şahı Çerağ’ı görmeden sakın Şiraz’dan ayrılmayın diyor. Dikkate alıyorum ve kalan vaktimi oraya ayırıyorum. Israrını orayı görünce anlıyorum. Haklıymış. Her yer ayna. Caminin her yanı ayna, başınızı nereye çevirirseniz çevirin, zemin hariç her yer sabırla istiflenmiş ayna. Göz kamaştırıcı desenler, kimi zaman renkli motifler. Ayna sanatının zirvesinde kayboluyorum, dualar ve fatihalar bırakarak. Şii inancının hareminde bereket ekmeğinden yemek de nasip oluyor. Gönlümle birlikte bedenim de neşeleniyor. Sonrası büyük pazarın uçsuz bucaksız sokakları, geçitleri, bedestenleri ve başlıklarıyla dikkatimi çeken göçer Kaşkaylar, sokak sanatçıları, sokak müzisyenleri...

*

Güzelliğin sınırlarını yoklayan, Yaradan’ın kudretinden güç alan selvi ve gül şehrinden, şiir ve aşk şehrinden, göz yaşlarıyla yıkanmış ve neşeyle parıldamış şahika bir şehirden, acem ülkesinin masal şehirlerinden ayrılıyorum; onu gönlüme selametle kazıyarak, gönlümü kadim eserlerine yazarak, Hafız ile Mevlana’nın, Sadi ile Yunus’un ellerinden hiç bırakmamacasına tutarak.

Kaç cami, kaç meydan, kaç sokak, kaç hanedanlık gezdim, kaç kültür gördüm, kaç devir yaşadım, nasıl bir masalın içindeydim! bilmiyorum ama bir şeyi çok iyi biliyor, çok iyi idrak ediyorum; şeklen farklılıklar gösterse de özü itibariyle aynı medeniyetin, aynı medeniyet mirasının, aynı medeniyet coğrafyasının içindeydim...

Acem ülkesinde eyleştim eyleşmesine ama kalamadım2.

1 “Eger an Turk-i şîrâzî be dest âred dil-i mâ râ
Be hâl-i hindûyeş bahşem Semerkand u Buhârâ”
(Şayet o şirazlı Türk güzeli kalbimi fethederse,
Tek bir siyah beni için Semerkand ve Buhara’yı feda ederim)

2 Bir Erzurum türküsünden mülhemdir.


(*) Yedi İklim Dergisi, Sayı 414-415, Eylül-Ekim 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder